31 Aralık 2007 Pazartesi

PARANOYA! (*)
Ali BULUNMAZ

Lütfen şu "eski" ve "içi geçmiş" söylemleri bırakalım! Artık eski "korku" ve "kaygılarımızdan" sıyrılmanın zamanı geldi, öyle değil mi?

Örneğin "ülke bölünecek" şeklinde "hezeyanlar" yankılanıyor dört bir tarafta. "Korku" pompalanıyor. "Yeni" anayasa ile federasyonun yolunun açıldığını, etnik bölücülüğün gemi azıya aldığını söyleyenler; çözüm için "genel af" , "eve dönüş" formülünden bahsedenler var. "Eyvah, Kürt-İslam sentezi yaratılmaya çalışılıyor" diye "boş yere" endişelenenler var.

"Tutturmuşuz laik Cumhuriyet elden gidiyor" diye! Ne gerek var şimdi "yersiz korkularla" ortalığı bulandırmaya? Yapılan bir ankette, araştırmaya katılan öğretmen adaylarının yarısının "bilimin çözemediğini din çözer" şeklinde "fikrini" ortaya koyması, "ulemaya sorulsun" anlayışıyla koşutluk içinde değil mi? İmam hatipli kız öğrencilere ayrılan belediye otobüsleri, türbanlı genç kızın internette vergi reklamında boy göstermesi tuhaf bir durum mu? Elbette hayır. Hiç kimse telaşlanmasın!

Neden rahatsızız? Ülkedeki "özgürlük", "demokrasi" ve "istikrar" ortamından hoşnut değil miyiz? Turuncu-turkuvaz "yeni" anayasa, turkuvaz milli takım forması, türbanlıların sayısının artması, tarikat-cemaat örgütlenmelerinin hemen her alanda iktidar kurması, Türk-İş'in hükümetle uyumlu çalışacak olması, YÖK'ün ve dolayısıyla üniversitelerin "yasakçı" zihniyetten "nihayet" uzaklaşmaya başlaması ve yargının iktidara bağlanmaya çalışılmasından neden memnuniyetsizlik duyuyoruz? Laik, aydınlanmacı, Cumhuriyet kazanımlarına bağlı bireyler olarak din devleti, bölücülük, AB-ABD, "ılımlı" İslam, ikinci cumhuriyet gibi tehlikeler yaratıyoruz kendi kendimize. "Herkesin" gördüğü "huzur" , "refah" ve "istikrar" ortamını neden bir türlü fark edemiyoruz?

Öyle ki, iktidarın kotardığı her şeyde bir art niyet aramaya alıştırmışız kendimizi!

Yoksa paranoyak mıyız?

(*) Cumhuriyet, 19.12.2007

28 Aralık 2007 Cuma

DEMOKRASİ Mİ İMAMOKRASİ Mİ?
ALİ BULUNMAZ

İmamlık, 2007’den 2008’e geçmeye hazırlanan ve 21. yüzyılı yaşayan Türkiye’de gözde bir meslek. Her kapıyı açan bir anahtar, tüm kadrolara atanmak için liyakatten de öte bir kartvizit konumunda. AKP de, kendi hesaplaşma harekatında imamları kullanarak, bir anlamda geçmişin acısını çıkarıyor. Buna her gün yeni bir örnek ekleniyor.

Mesela Güneydoğu’da, PKK ile mücadele için hazırlanan “çözüm paketinde”, teröristleri dağdan indirmek adına imamlardan yararlanılacak olması, kimi şüpheler doğuruyor. Teröristi teslim olmaya yöneltecek “akil adamlar” (muhtar, öğretmen, imam, jandarma) makyajıyla bölgede aslında imamların; kimi cemaat ve tarikatlara üye imamların etkinliğinin arttırılmasının yolu açılıyor.

Şu anda Güneydoğu’da yükselişteki güçler, Fethullah Gülen cemaati ve Hizbullah değil mi? Terörle mücadele ve teröristi dağdan indirmede kullanılacak imamların, bu cemaat ve örgütle bağlantısı olmadığının / olmayacağının güvencesini kim verebilir?

Güneydoğu’da ve Kuzey Irak’ta, özellikle Gülen cemaatinin faaliyetleri biliniyor. Yatırım, inşaat ve eğitim alanında piyasayı ele geçirmiş durumdalar. Burada AKP’nin “çözüm paketi” bağlamında Gülen cemaatine yakın, hatta onun içinde yer alan imamlar kullanılabilir mi? Bu, büyük ve atlanmaması gereken bir olasılık. Daha önce PKK’ye karşı Hizbullah formülü denenmişti, sonuçlar ortada. Yerel seçimler yaklaşırken şimdi yine teröre karşı din kartı, imamlar aracılığıyla oynanacak gibi görünüyor.

***

AKP’nin imam atamaları ve imamları çeşitli görevlere getirme anlayışı bununla sınırlı değil. “AB mevzuatı esas alınarak”, tıbbi ürünlerin klinik araştırmaları sırasında hasta haklarının korunması ile görevli etik kurullara da imamlar ve din adamlarının girişinin önünde herhangi bir engel kalmıyor.

Bu ne demek? Sağlık Bakanlığı İlaç ve Eczacılık Müdürü Mahmut Tokaç’a göre “olaya yalnızca bilimsel gözle bakmamak”, dolayısıyla bilimsel bir kurul oluşturmamak. Çünkü işin içinde “etik” var ve bu, konunun din tarafına çekilmesine kapı aralamaya yetiyor! Tokaç’a göre “din adamları ve imamların kurula girmesi, fetva makamı oluşturmayacak”, çünkü böyle yapılandırılmış bir kurul, olaya “sivil vatandaş” gözüyle bakacak!

Bu arada imamların RTÜK’te de işbaşında olduğunu ve kurumun hazırladığı yasa taslağında “yayınların edebe aykırı olmaması ve müstehcenlik içermemesi” hükmünün yer aldığını da unutmamak gerek. Acaba “müstehcenliği” ve “edebe aykırılığı” kim belirleyecek? Bunun ölçütlerini kim koyacak? Türkiye iyiden iyiye kıskaca alınıyor.

“Mikrofaşizm” kavramıyla gündeme gelip, “Türkiye Araplaşıyor” diyen Şahin Filiz ve “Ortaçağ karanlığı” belirlemesiyle dinci-AKP yandaşı çevrelerden tepki toplayan Fazıl Say haklı değil mi?

Türkiye’de demokrasi yerine; üstelik onu kullanıp yandaş demokrasisi haline getirerek, taptaze ve kuşatıcı bir imamokrasi yerleştirilmeye çalışılmıyor mu?

26 Aralık 2007 Çarşamba

REKABET HALİNDEKİ TRT…
ALİ BULUNMAZ

TRT Genel Müdürü İbrahim Şahin, görevine atandığında ne demişti: “TRT’yi özel kanallarla rekabet eder hale getireceğim.”

TRT’nin yılbaşı için hazırladığı programa ve katılımcılara ödenecek ücretlere bakıldığında, Şahin’in sözünü tutmak için çabaladığı görülüyor.

TRT’nin yılbaşı programı için Tarkan’a 750 bin dolar ödeyecek olması tartışmalara yol açtı. Tarkan bu iddiayı yalanlayıp, 250 bin dolar alacağını açıkladı.

TRT, bir devlet kurumu. Vatan gazetesinin aktardığı bilgilere göre, kurumun 2007’de beklenen geliri 850 milyar YTL. Vatandaşın elektrik faturalarından ayrılan pay 300 milyar YTL’yi buluyor. TRT’nin bandrol geliri ise 250 milyar YTL’ye ulaşıyor, reklamlar da yaklaşık 35 milyar YTL tutuyor.

Ankara’daki 4262, Ankara dışındaki 2754 kadrolu çalışanına, geçici işçi konumundaki 520 kişiyi eklediğinizde, kurumun toplam personeli 7536’ya ulaşıyor.

Bununla birlikte gelirinin büyük kısmını vergilerden elde eden TRT’de, çalışanların maaşlarını ödemedeki sıkıntı, yolsuzluk ve kimi yapım ile etkinliklere ayrılan yüksek meblağlar, gelinen noktayı / aradaki çelişkiyi / gelir-gider dengesizliğini gözler önüne seriyor. Kurumun zarar ve borçlarının günden güne artması, kimi kuşkuları beraberinde getiriyor.

Haliyle, özel kanallarla rekabet adına Tarkan’a ödenecek 750 ya da 250 bin dolar da, bu durumda tartışma yaratıyor.

24 Aralık 2007 Pazartesi

“YENİ OSMANLI” BU İŞE NE DİYOR?
ALİ BULUNMAZ

Suudi Arabistan yönetimi, II.Abdülhamit’in 1893’te yaptırdığı misafirhane ve askeri kışla olarak kullanılan tarihi binayı önce yıktı, sonra da alanı otoparka çevirdi.

Daha önce, 1770’te yapılan Ecyad kalesiyle birlikte, Türk evlerini, garları, köprüler ve minareleri yıkan Suudi yönetimi, en son söz konusu binayı ortadan kaldırarak, araziyi gelir getirecek şekilde yapılandırdı.

Ecyad Kalesi’ni yıkarak yerine “Zemzem Tower” adı altında 7 gökdelenden oluşan bir yapı inşa eden Suudi yönetimi, burayı 25 yıl boyunca işletmesi için Usame bin Laden’in ailesini görevlendirdi. Zengin hacılar, buralardan hem Kâbe’yi izliyor hem de kutsal mekânlara karşı namazlarını kılıyor. Osmanlı’dan kalma tarihi yerleri yıkıp, yerine gökdelenler yapan Suudi yönetimi, buralardan milyon dolarlık gelir elde ederek dini ticaretle bütünlüyor.

Geçtiğimiz ay, 10 Kasımda, tüm protokol kuralları hiçe sayılarak, Kral Abdullah’ı ağırlayan “muhafazakâr demokrat Yeni Osmanlılar”, bu ziyaret sırasında, yakın geçmişte yok edilen tarihi mekân ve yapılar ile ilgili olarak Suudi yönetimine herhangi bir eleştiri yöneltti mi?

Kendilerini Osmanlı geçmişiyle yoğuran, buna bağlılıklarını her fırsatta dillendiren “muhafazakâr demokrat”lar neden susuyor?

Benliklerini Osmanlı mirası, zihniyeti ve yaşama biçemiyle özdeşleştirenler, neden Suudi yönetimine, yıkıp yok ettiği tarihi eserlerle ilgili bir tek yergide bulunmuyor?

“Yeni Osmanlı”, Kral’ın bu edimleri hakkında ne düşünüyor?

21 Aralık 2007 Cuma

İKTİDAR SEVİCİLERİ
Ali BULUNMAZ

22 Temmuz akşamı, iktidar partisinin balkonundan tüm Türkiye’ye şu sözler duyurulmuştu: “Yalnızca bize oy verenlerin değil; bütün Türkiye’nin iktidarı olacağız, farklılıklarımıza ‘saygılıyız’, kimse kaygılanmasın.”

Bunun neden özel olarak vurgulandığını, şimdilerde daha iyi kavrıyoruz. “Farklılık” denilen şey, bugün iktidar olan “çoğunluğun” partisinin abecesinde tek bir şeye karşılık geliyor: “Bizden olmayanlar”; bir başka deyişle “azınlık.” Yıllarca şimdinin iktidarını “öteki” şeklinde "niteleyenlere" karşı girişilen hesaplaşma siyaseti, günümüzde tüm ağırlıyla varlığını hissettiriyor. Bu da yetmezmiş gibi iktidar sevicileri, kuşatmasını sürdürüyor. Gücün ve güçlü olanın, her yapıp ettiğine şapka çıkaran bu topluluk, iş kendi cenahlarına yönelik haklı eleştiriye geldiğinde kılıcını kalemini kuşanıp taarruza geçmeyi de bir borç biliyor.

Aydın olma duyarlılığı ve sorumluluğunun gereği, yaşananı gözler önüne seren ve sanatıyla da tüm dünyayı fetheden Fazıl Say çıkıp gerçekleri söylediğinde, en tepeden aşağı doğru zincirleme bir tepki geliyor. “Giderse fazla üzülmeyiz” cümlesiyle başlayan bu “eleştiri” seli, yergiden çıkıp; “o zaten iyi bir piyanist değil” ve “sen sanatçısın, işini yap, siyasete bulaşma” uyarısına varan, bir ucubeye dönüşebiliyor. İktidar sevicileri, kılıçtan bozma kalemleri, bu güruhun dışındakiler ise “keskin” ve “derin” bilgileriyle, yükseklerdeki balkona sesini duyurmaya çabalıyor.

Sormadan edemiyor insan: İktidar sevicileri, nasıl oluyor da bu kadar aldanabiliyor? Yasağı, baskıyı, “bizden olmayan gazeteci, sanatçı veya bir başkası gidebilir” anlayışını, “demokrasi” ve “farklılıklara saygı” şeklinde adlandıranların yanında nasıl saf tutabiliyor? Bu efsunun nedeni ve kaynağı ne?

“Ortaçağ karanlığı” sözüne içerleyenler; “gidebilirim” ifadesine, arkasına bile bakmadan okyanus ötesine geçenleri unutarak ve “buyursun gitsin” diyerek alınan, alınıp da saldıranlar ve buna arka çıkan iktidar sevicilerinin, içine sindiremedikleri bir şey mi var? Belki bu gerçek demokrasidir, ne dersiniz?

19 Aralık 2007 Çarşamba

KANDIRMACA…
ALİ BULUNMAZ

Medyada bir patırtı, bir gürültü. Manşetler birbirinden güzel. Türkiye, Kuzey Irak’ta PKK kamplarını tarumar ediyor(muş).

Aklımızın uçup gittiği günler mi yaşıyoruz? Kuzey Irak’ta egemen güç ABD değil mi? Türkiye 5 Kasım’da, “sınırlı sınır ötesi harekât” için Washington’da izin turlarına çıkmadı mı?

ABD, Ortadoğu’da toplumsal yapıdan haritalara kadar her şeyi değiştirmeye çabalıyor. Petrol başta olmak üzere, tüm yeraltı ve yer üstü kaynaklarını kendisine bağlamaya çalışıyor.

ABD medyası Kuzey Irak’ı nasıl tanımlıyor?: “Irak’taki tek istikrarlı, rüya gibi bir bölge.” Peki, ABD Türkiye’nin PKK’ye yönelik bir harekât kapsamında bölgeye girmesine ne kadar izin verir? İşte şimdi olduğu kadar. “Haberlere” göre ABD, “hava sahasını açmış” ve “istihbaratı paylaşmış.”

ABD, istihbaratı sadece Türkiye ile mi paylaşıyor? Daha doğru deyişle, “istikrarlı bölge”de PKK’yi ama özellikle PJAK’ı kollamıyor mu?

ABD’li yetkililerin, “Türkiye’nin kendi kararı” dediği harekât öncesi, “stratejik ortağımız” tarafından bölgedeki PKK ve PJAK üyelerine istihbarat verilmedi mi?

ABD, Kuzey Irak yönetimini ve Türkiye’yi elinde tutmayı düşünüyor. Çünkü İran’a yönelik bir saldırı ısıtılıyor. Kuzey Irak ve Türkiye, üs olarak kullanılmak isteniyor; ABD ikili oynamaya devam ediyor.

İktidar da bu harekâtı, iç politikaya malzeme yapmayı düşünüyor. Beri yandan da AKP, kendisine Güneydoğu’dan eleştiri gelme olasılığına karşı “asker yetki istedi, biz de verdik” der mi? Neden olmasın!

Daha düne kadar askere demediğini bırakmayan yazılı ve görsel medya, şimdi askere toz kondurmuyor.

Oyun sürüyor…

17 Aralık 2007 Pazartesi

İKİ RAZALET VE TÜRKİYE’DE HUKUKA BAKIŞ…
ALİ BULUNMAZ

Son günlerde Türkiye’de, hukuk ile ilgili “ilginç”, daha da ötesi acıklı gelişmeler yaşanıyor. Bunlardan birincisi, bir tecavüz olayına ilişkin verilen beraat kararı.

Düzenlenen “Kedi Operasyonu”yla tutuklanan ve “Fuhuş Baronu” olarak isimlendirilen Ejder Toprak ile fuhuş çetesi üyesi Murat Doğan, Rus İrina Ryabchenko’ya tecavüz suçlamasından beraat etti. Ejder Toprak, “fuhuş amaçlı örgüt kurmak, yönetmek ve 28 mağdura fuhuş yaptırmak ile yağma ve hürriyetten yoksun kılmak” suçlarından, 24 yıl 5 gün hapis ve 23 bin 600 YTL para cezasına çarptırıldı. Ancak Ryabchenko’ya tecavüz suçundan beraat etti.

Beraat “gerekçesi” ise, “yabancı uyruklu kadınların Türkiye’ye ne amaçla geldikleri, bilinen bir gerçektir (…) burada ırza geçmenin tıbbi delilleri bulunmadığından (…) beraatine karar verilmiştir” biçiminde oluşturuldu.

Burada ortaya çıkan tablo ürkütücü. Özellikle şu çerçeve çizilmeli: Tecavüz, bir insanlık suçu değil mi? Beraat “gerekçesi” ise, “tecavüzü hak eden-etmeyen kadınlar” gibi bir ayrıma / kategorizasyona (!) varacak tehlikeli bir yola kapı aralıyor ki, bunun ne hukuki ne de ahlaki bir açıklaması olabilir. “Gerekçe”, aynı zamanda ayırımcılık-cinsiyetçilik bağlamında da ele alınabilir. Bir bakıma, beraat kararını veren yargıcın zihninin arkaplanı da burada önem kazanıyor.

AKP’nin hazırladığı Hakimler ve Savcılar Yasası’yla, yapılacak mülakatlarda aynı zihinsel arkaplana sahip kişiler yargının çeşitli kademelerine getirilmeye çalışılmıyor mu? Bu ve buna benzer kararların altına imza atacaklar, sözlü sınavlarla kadrolara yerleştirilmeyecek mi?

***

İkinci rezalet, yeni YÖK Başkanı Yusuf Ziya Özcan’ın açıklamalarında beliriyor. “Tüm yasaklar kalkacak” sloganıyla göreve başlayan, türbana ilişkin açıklamalarıyla gündeme gelen Özcan’a, Tayyip Erdoğan kimi tavsiyelerde bulunmuş. Buna göre Erdoğan “aman hocam dikkat et, bir söz söylersin ipimizi çekerler” biçimindeki telkinini esirgememiş.

Yola böyle çıkan ve Anayasal bir kurumun başında yer alan Özcan, “türban sorununun” çözümüne ilişkin açıklamalarıyla hukuka bakışını da gözler önüne sermiş oldu. YÖK Başkanı’nın bu konudaki sözlerini hatırlamakta yarar var:

“Türban sorununun çözümünde Anayasa Mahkemesi kararlarına gerek yok. Onların savlarını biliyorum. Bunlar üniversitenin dışında konmuş yasaklardır, mahkemelerle ilgilidir. Öyle bir kural olabilir ama siz (rektörler) onu önemli görmeyebilirsiniz, bir sürü insanı rahat ettirirsiniz.”

Anayasal bir kurumun başkanı, Anayasa Mahkemesi kararlarının uygulanışının “keyfiyetle” bağdaşabileceğini söylüyor. Keyfiyet, hukuka üstün kılınıyor.

***

Yukarıda yer alan iki rezaletin ardından durup düşünelim. Hukukun idesi adalet değil mi? Hukuk kuralları; bir başka deyişle, adalete ulaşma yolları eğilip bükülerek, kişisel kanı ile kanaatlerle ve çıkarlar doğrultusunda değerlendirilirse sonuç ne olur?

Bu sorunun yanıtını bulmaya koyulurken, kimilerinin Türkiye’de hukuka bakışını ve hukuku vardırmak istedikleri noktayı da dikkate alalım…

14 Aralık 2007 Cuma

YENİ YÖK BAŞKANI, “İSTİKRAR” VE “DEMOKRASİ”
ALİ BULUNMAZ

Yeni YÖK Başkanı, ülkemize hayırlı uğurlu olsun. İkinci cumhuriyetçi güruh, etnik demokrat kesim, “ılımlı” laik ve türbancı solcuların keyfine diyecek yok.

Ne de olsa “demokrasi” ve “istikrar” adına, YÖK ve iktidar arasında artık sürtüşme yaşanmayacak. Aynı Cumhurbaşkanlığı ile Başbakanlığın sütliman oluşu gibi.

Yeni YÖK Başkanı Prof. Dr. Yusuf Ziya Özcan’a yönelik iddialara karşılık dinci, ikinci cumhuriyetçi ve etnik demokrat kalemler hemen harekete geçti. Piposundan, askılı elbise giyen kız öğrencisine “sen halka açılmışsın” deyişinden yola çıkarak şakacılığına; eşinin başının açıklığından, Erdoğan Teziç’e göre “biraz tavizkar” oluşuna ve “özgürlükçü” / yasaklara karşı tavrına kadar, pek çok konudan söz açtı. Bir bakıma, endişelenenler için “hafifletici nedenler” ortaya koymaya çabaladılar.

Milliyet’ten Bahar Atakan’ın haberine göre Özcan, 1995’te Malezya Uluslararası İslam Üniversitesi’nde “konuk öğretim üyesiyken”, İslami Araştırmalar Dergisi’nde yazdığı bir makalede şunları vurguluyor:

“Her Müslüman, İslam’ın kurallarına göre yaşasaydı, ortada oldukça az problem olurdu (…) Müslüman ülkelerin tarihi, İslami kuralların yakından izlendiği zamanlarda, Müslümanların hayatın birçok alanında dünyayı yönettiği gerçeğine şahitlik eder.”

Alıntılar yapılan makalenin başlığı ise, “İslam, Ekonomik Gelişmeye Engel Midir?” Aynı makalenin bir başka yerinde ise Batı, “sapkın ve pek çok günahın kaynağı” olarak niteleniyor. Makalenin yazılış tarihi 1995. Yani bugünün iktidar sahiplerinin henüz “değişmediği” yıllar.

Aradan uzun yıllar geçti. Yusuf Ziya Özcan şimdi YÖK Başkanı. Kıvılcım Özcan, eşini “aydın, insanlarla iyi iletim kuran, yapıcı, Türkiye’yi (sapkın dediği-A.B) Batı’da ve Avrupa’da çok defa temsil etmiş biri” diye tanımlıyor.

Yusuf Ziya Özcan elbette, eşinin yukarıda saydığı ve saymadığı pek çok özelliğinden dolayı bu göreve getirildi. Zaten Özcan’ın “türban serbest bırakılınca kadınlar ilk aşamada eşitlik konusunda kan kaybedebilir” ile “erkekler açık olana ilgi duyup farklı davranabilir” sözleri ve “türban yasağı kalkacak” açıklaması, neden YÖK Başkanlığı’na getirildiğini ortaya koymuyor mu?

İkinci cumhuriyetçi güruh, etnik demokratlar ve türbancı solcular mutlu. Çünkü bir kurum daha yandaş demokrasisinin yılmaz savunucusu AKP’nin eline geçmiş oldu.

Peki, bundan sonra üniversitelerde bilim mi yoksa türban mı daha ön saflarda yer alacak? Çok yakın zamanda bunu yaşayıp göreceğiz…

12 Aralık 2007 Çarşamba

AKP’NİN TRT’Sİ
ALİ BULUNMAZ

TRT Genel Müdürlüğü görevine getirilen İbrahim Şahin’in, 10. Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer tarafından iki kez veto edilen kararnamesi, Abdullah Gül tarafından onaylandı ve Şahin göreve başladı.

İbrahim Şahin, Ulaştırma Bakanlığı’ndan özel kalem müdürü, şoförü ve iki çaycısını da yanına aldı. Bununla birlikte, TRT’deki tüm daire başkanları ve genel müdür yardımcılarının istifasını istedi.

Mali konularda Maliye Bakanlığı’na görüş sorulmasını sert dille eleştiren Şahin, yöneticilere “mevzuatlara fazla takılmamalarını” öğütledi ve “yönetmelikler beni fazla ilgilendirmez; TRT’yi özel kanallarla rekabet edecek duruma getireceğim” dedi.

TRT’nin bugünkü durumdan kurtulması, kaliteli ve özgün yayınlara yönelmesi elbette istenen bir şey.

Ancak TRT’nin, AKP’nin yayın organı haline gelmesi, hükümete yakın kişilerin kurum kadrolarını doldurmasının önlenmesi ve zararının giderilmesi ne kadar olanaklı?

TRT, vatandaşın vergileriyle, genel bütçeden ayrılan paylarla ve hatta elektrik faturalarından yüzde alımıyla; cihaz alım bandrol bedeli, radyo-TV ilan bedeli ve reklam gelirleriyle kazanç sağlayan bir kurum.

TRT’nin özel kanallar gibi reklam toplaması, yönetmeliklerle sınırlandırılmış durumda. TRT’nin dev bütçeli yapımlara imza atması demek de, devletin parasını sınırsızca harcamakla eş anlamlı. TRT, özerk değil; iktidara bağlı bir kurum haline geldiğinden, burada “özgür habercilikten” söz açmak pek mümkün görünmüyor.

Aynı zamanda Şahin’in belirttiği “rekabet”in anlamı nedir? Özel kanallara alternatif olmanın uzağında, bu kanallardakinin benzeri ve hatta aynısı programların gündeme gelişi mi kastedilmektedir? TRT’nin “misyonu” ve “değişimi”, bu mu olacaktır?

Kurumun bugünkü durumundan çok daha farklı noktalara gidebilir mi? AKP’nin kadrolaşma harekatı ve zihniyetinin ürünü programlar yerine, seçenek oluşturan bir TRT belirecek mi?

Bu, pek mümkün görünmüyor…

9 Aralık 2007 Pazar

AYNILAŞMAK…
ALİ BULUNMAZ

“Demokrasi, çoğunluğun değil azınlığın korunmasıdır” anlayışının, bugün ne kadar anlam ve değeri var? Bunun arkasından bir soru daha beliriyor: “Azınlık” kim “çoğunluk” kim?

21. yüzyıldayız. Olaylar ve insanlar son hızla değişiyor. İnsan, kendine dışarıdan bakmaya zamanı kalmaksızın, evrilmeye fırsat bulamadan bir çırpıda başka başka kalıplara giriyor.

Aynılaştırma baş gösteriyor böylelikle. Aydınlanma denilince, “eskidi” cevabı yapıştırılıyor. “Değer, emek?” sözcükleri dökülecek oluyor dilinizden, “hayır, yükselen ‘değerler’ var” yanıtı geliyor. “Ya demokrasi?” sorusu tınlıyor birden, “bizim istediğimiz ve belirlediğimiz kadar” anlayışını içeren yanıt, gelinen son noktayı; “demokrasi tramvayının” hangi vatman tarafından, nereye yürütüldüğünü gösteriyor.

Peki, “azınlık” kim “çoğunluk” kim? Aynılaşanlar ve aynılaştıranlar “çoğunluk” mu? “Çoğunluğun” diktatörleri, yazar ve önderlerince “hurdaya” çıkarılmaya çalışılan gerçek aydın, ilerici ve demokratlar “azınlık” mı?

Çoğunluk” olduğunu iddia edenlerin “gücüne” boyun eğip aynılaşacak / ümmetleşecek miyiz yoksa özgür bireylerin oluşturduğu ulus biçiminde yaşamayı mı seçeceğiz?

Ayağımızın altındaki zemin kayıp gider, dogmalar, kör dövüşü ve körelmiş düşünceler havayı kaplarken bu sorular, sorulması ve hemen yanıtlanması gereken bir zorunluluk olarak yanı başımızda duruyor…

7 Aralık 2007 Cuma

WILSON MÜSTEMLEKE VALİSİ, YA DİĞERLERİ?
ALİ BULUNMAZ

ABD’nin Ankara Büyükelçisi Ross Wilson, konutundaki “Kürt sorunu” zirvesi öncesinde, AKP’lilerle “yeni” Anayasa konusunda “fikir alışverişinde” bulunmuş.

AKP Genel Başkan Yardımcısı Dengir Mir Mehmet Fırat, TBMM Anayasa, Adalet ve İnsan Hakları Komisyonları Başkanları, “yeni” Anayasa’nın hazırlandığı kurulun başkanı Prof. Dr. Ergun Özbudun ve eski Adalet Bakanı Hikmet Sami Türk, bu toplantının baş konukları.

AKP’liler Wilson’a “yeni” Anayasa’nın hazırlanış gerekçesini, “biz bunu daha demokratik Türkiye, özgürlüklerin güvenceye alındığı bir ülke için gerçekleştiriyoruz” sözleriyle açıklamış.

Toplantıda muhalefet görevi üstlenen Hikmet Sami Türk de, “tamamıyla yeni Anayasa gereksiz; ben burada art niyet ararım” biçimindeki sözleriyle eleştiriler yöneltmiş.

Wilson’ın yalnızca “fikir sormak” için düzenlediği toplantıda, AKP’lilerin beyan ettiği fikirler ve bunun açıklandığı kişinin konumu gerçekten ilginç.

Hazırlanan ve Türk vatandaşlarının haberdar olmadığı Anayasa’nın ayrıntılarını, başbakan ve kurul dışında bilen kim? Ross Wilson. Wilson kim? ABD’nin Ankara Büyükelçisi.

Wilson, Türkiye ve ülkenin geleceği ile ilgili hayati konularda birbiri ardına toplantılar, yemekler ve davetler düzenliyor, “fikir alıyor.” Ama bir ülkenin büyükelçisinin sınırlarını da gittikçe aşıyor. Adeta müstemleke valisi edasıyla “fikir” soruyor; yorumlar yaparak, konumunun üstüne çıkıyor.

Wilson müstemleke valisi ise, ki davranışlarıyla kendine öyle bir görev biçiyor, “fikir sorduğu” ve beyanda bulunan kişilere ne demeli peki?..

5 Aralık 2007 Çarşamba

AKP, TÜRBAN VE YÖK
ALİ BULUNMAZ

AKP’nin iktidar olup bugünlere gelişinde rol oynayan en önemli etmenler nelerdi?: Tarikat-cemaat örgütlenmesi, din sömürüsü, (AB-ABD kaynaklı) dış destek ve mağdur siyaseti. Mağdur siyasetinin baş nesnesi ise, türban ve sıkmabaş.

Türban ve sıkmabaş, son günlerde yine olayların merkezinde. KONDA’nın yaptığı araştırmaya göre, AKP iktidarıyla türban ve sıkmabaş kullanma oranı 4 kat artmış. Yine kentlerde ve eğitimli kadınlar arasında bu “aksesuarların” kullanımının yoğunlaşması dikkat çekici.

Beri yandan “örtünen kadınlar”, bunun “dini inançları gereği” olduğunu bildiriyor. Söz konusu “gereklilik”, 2003’te yüzde 63.4 iken; 2007’de yüzde 73’e çıkmış. Araştırma, üniversitedeki türban yasağına karşı olanların oranını yüzde 78 şeklinde belirliyor, aynı karşı çıkış 2003’te yüzde 75.5’lerdeymiş. “Örtünmeyen” kadınların yüzde 56’sı da, sözü geçen yasağın kaldırılmasından yana.

İnsanın aklına, “kimse bana zorla türban taktıramaz” diyen kimi kadın akademisyenler geliyor. Zaten burada gözle görünür bir zorlama yok. “İsterseniz” deniyor şimdilik!

***

Türban ve sıkmabaş, AKP’nin bayrağı durumunda. Bir AKP milletvekili “ihale almak isteyenler eşinin başını örtüyor” demişti. Dini gerekçe mi bu? Yoksa ihtiyaç mı? İnanç mı kazanç mı?

AKP tüm kurum, kuruluş ve kadroları kendi yandaşlarına peşkeş çekiyor. Burada önemli olan, badem bıyık ve türban.

***

AKP’nin kalan hedefleri nereler?: Anayasa Mahkemesi, Danıştay, YÖK. Yeni YÖK Başkanı’nın belirlenmesi için gün sayılıyor. Bu arada Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Fazıl Tekin ile ilgili bir “bilgi notu” gündeme yerleşti. Abdullah Gül uçakta yaptığı açıklamayla, Tekin’in dosyasına olmayan eşine ilişkin “kara çarşaflıdır” notunun iliştirildiğini söyledi. Bu ifade, bir anlamda “YÖK fişleme yapıyor” biçiminde sunuldu. YÖK Başkanı Prof.Dr. Erdoğan Teziç, “dosyaya böyle bir notun ne şimdi ne de geçmişte konulduğunu” açıkladı ve Gül de, “ben YÖK’ten söz etmedim” dedi. Bunun anlamı ne?

AKP ve medyası, psikolojik bir harekât yürütüyor. Hedefte YÖK var ve çamur at izi kalsın mantığı ile bir şekilde YÖK halka şikâyet ediliyor. Bu saatten sonra Gül’ün “YÖK’ten söz etmedim” açıklamasının pek bir önemi yok. Çünkü bir kez kamuoyu yaratılmaya başlandı ve YÖK, türban ve sıkmabaş gündemiyle ve “mağduriyet” kullanılarak hedef tahtasına yerleştirildi.

Zaten “yeni” Anayasa çalışmalarında, üniversitede türban yasağı kaldırılmaya çabalanıyor. Tayyip Erdoğan, kompozisyon yarışmasında dereceye giren ama törenlerde “mağdur edilen” sıkmabaşlı çocukların ailelerini arayarak “arkanızdayım” desteğini iletiyor.

AKP’nin hesaplaşma harekâtı hızlanıyor. Liyakat yerine tarikat, aydın baş yerine sıkmabaş, günümüzün yükselen “değeri” haline geliyor.

KONDA’nın bundan sonraki araştırmasında, sonuçların yerleştirildiği dairedeki yüzde 30’luk dilimin nereye gerileyeceğini hep beraber göreceğiz.

“Demokrasi tramvayı” durağına doğru ilerliyor. İkinci cumhuriyetçiler, Soros müritleri ve dinci şürekânın keyfi yerinde. “Durmak yok, yola devam…”

3 Aralık 2007 Pazartesi

DUY DA İNANMA
ALİ BULUNMAZ

ABD Kongre Üyesi Chris Shays’ın Güneydoğu’ya gezi düzenlediği ve bölgenin ileri gelenleriyle buluştuğu gün, ABD’nin Ankara Büyükelçisi Ross Wilson önemli açıklamalar yapıp herkesin yüreğine su serpti!

Wilson, “ılımlı İslam devleti yaratmayı amaçlamıyoruz; Türkiye, BOP’un hedefi değil, yardımcısıdır” dedi. Başbakanın BOP’un eş başkanlığını da onaylamış oldu bir bakıma. Büyükelçi, ABD’de yayımlanan harita ve yorumların da çöpe atılmasını önerdi. Wilson’a göre ABD, “sınırları değiştirmeyi değil, sınırlar içinde demokrasiyi etkin kılmak istiyormuş.”

ABD’nin, büyükelçiler ve kongre üyeleri eliyle son günlerde Güneydoğu’ya ilişkin açılımlar yapması; bunu yaparken DTP’yi dışlayıp, “Kürt sorunu” söylemini dillendirmesi ve bu söylemi terörden ayrı konumlandırması, “Kürt sorununu” siyasallaştırma ve bugünlerde sık sık vurgulanan “federasyon” istemini akıllara getiriyor. Bunun en önemli göstergeleri, Wilson ve Shays’ın, söz konusu talepleri dile getiren “alternatif” ve “ılımlı” Kürt siyasetçilerle bir araya gelmesi.

Kuzey Irak’ta Peşmergeler, PKK’yi kıskaca alırken, ABD’li yetkililer Güneydoğu’da DTP’nin yerine “seçenek” oluşturacak daha “ılımlı”; “Kürt sorunu”nu siyasallaştıran ve aynı zamanda, “federasyon” isteğini daha “teorik” dile getiren kişilerle buluşuyor.

Çeşitli ABD’li yetkililer de, “Kuzey Irak yönetimi bizim en önemli müttefikimiz” demekten hiç çekinmiyor. Bu bölgedeki yönetimin elde tutulması / yönlendirilmesi, hem İran’a karşı sağlam bir üs sağlayacak hem de Irak petrollerinin ülke dışına çıkarılması için bir kapı olacak.

ABD’li yetkililer, bu anlamda PKK’yi buzdolabına koyarak, bölgede herhangi bir “istikrarsızlık” ve rahatsızlığa izin vermeden, Kürt yönetimi ile birlikte, “federasyon” ve “Kürt sorunu”nun siyasallaşmasını isteyen Türkiye'deki kimi kesimlerin de ağzına bir parmak bal çalıyor. Dolayısıyla PKK’ye terör örgütü diyemeyen DTP yerine, daha “ılımlı” ve ona “alternatif” bir siyasal oluşumun alt yapısı hazırlanıyor. Sonuçta "federasyon" ve Kuzey Irak yönetimiyle "ilişki / diyalog" söylemi artık daha gür bir şekilde seslendiriliyor.

Wilson ne diyor?: “Sınırların değişmesini tasarlamıyoruz.” Duy da inanma!

BOP, tam da sınırların değişmesi üzerine kurulu değil mi? Zamanında Rice, bunu açık seçik dile getirmedi mi?

ABD’nin “demokrasiyi etkin kılma” anlayışı, buna karşılık gelmiyor mu? “Türkiye hedef değil, yardımcı” diyen Wilson’ın patronları, neden Kuzey Irak ve Güneydoğu’da karmaşık ilişkiler ağının tam merkezinde yer alıyor?

30 Kasım 2007 Cuma

ÜÇ OLAY BİR SONUÇ
ALİ BULUNMAZ

Son günlerde yaşanan üç olay, mikrofaşizmin makrolaşma sürecinin ne denli hızlandığını gösterdi.

Bunlardan birincisi, THY’nin Said-i Nursi konferansına sponsor oluşuydu. Cumhuriyet değerlerine, laiklik anlayışına ve çağdaşlığa açıkça saldıran Nursi’nin adına düzenlenen konferansa, uçaklarının indiği apronlarda deve kesilen ve namazlar kılınan THY’nin spor olması şaşırtıcı bulunabilir mi?

İkinci olay, AKP’li Zafer Üskül’ün başkanlığındaki komisyonun türban takıp namaz kılmaları için zorlanan üç Alevi kız öğrencinin şikâyetlerini dinlemek üzere gittikleri Amasya’dan. Komisyon, ayrı odalarda sorguladıkları (Üskül’ün ifadesiyle “iddiaları araştırdıkları”) kız öğrencilerin söylediklerini bir raporla değerlendirdi. Buna göre “ortamın son derece sakin olduğu”, okuldaki baskının “kurumsal değil, arkadaş baskısı” biçiminde adlandırılabileceği belirtildi. Kız öğrencilerin okuldan ayrılmalarıyla sonuçlanan “arkadaş baskısının” konu edildiği raporda, medyanın tavrı da “kışkırtıcı” bulundu.

Üçüncü olay ise Isparta’dan. Beden Eğitimi öğretmeni H.İbrahim Özçimen, 13 mayıs 2007’deki İzmir Gündoğdu Cumhuriyet Mitingi’ne katıldığı ve mitingden aldığı; önünde Atatürk portesi, arkasında ise “Cumhuriyete sahip çık” yazılı tişörtleri 19 mayıs törenlerinde öğrencilerine giydirdiği gerekçesiyle cezalandırıldı.

Bu üç olayın ortak sonucu ne?

Aslında her şey ortada. 22 Temmuz’dan güç alan AKP kadroları artık, “değişmeyen” gerçek yüzlerini iyiden iyiye göstermeye başladı. Bunu, henüz görmeyen ve görmek istemeyen; kategorize edilmiş ve başbakan tarafından şişkin notlar verilmiş “yazar” ve “gazetecilere” duyurulur.

Dinci oligarşi ya da dinci faşizm enikonu kılıçlarını kınından çıkarıyor. Farkında mıyız?

Yandaş demokrasisi Türkiye’yi kuşatıyor, görüyor muyuz?..

28 Kasım 2007 Çarşamba

“HAMDOLSUN”!
ALİ BULUNMAZ

Havai fişeklerimizi hazırlayalım. Suudi Kralı insafa gelmiş, Avrupa’da yaşayan Türk vatandaşlarının hac kotası 8 binden 16 bine çıkarılmış. “Hamdolsun”, bu sorun da böyle aşılmış. Avrupa’da geçmişte binlerce mark ve doları tokatlanan, holding, dinci kurum ve kuruluşlarca kuşa çevrilen; din bezirgânları ve baronlarının sillesini yiyen vatandaşlarımız için, sevindirici bir haber bu.

Böyle olacağı, Suudi Kralı’nın Abdullah Gül ve Tayyip Erdoğan ile yakın ve sıcak ilişkisinden belliydi. Protokolün darmadağın edildiği, kralın ayağına (iki kez) gidildiği, 10 Kasım’da kral hazretlerinin bir dediğinin iki edilmediği ziyaretin sonunda, bu jest bekleniyordu. Üstelik Ali Babacan’ın Irak temasları ile ilgili olarak çıktığı Arap ülkeleri turnesinde, Suudi Arabistan’a uğrayıp bu konuda tekrar “ısrarcı” olması da işe yaramış gözüküyor.

***

Bununla birlikte Suudi Arabistan’ın Ankara Büyükelçisi Muhammed al-Hussaini, kralının Türkiye gezisi ile ilgili açıklamalarda bulunarak (Milliyet, 26.11.2007) kimi “karanlık” noktaları aydınlattı.

Hussaini öncelikle, 10 Kasım gününün kralının “Almanya seyahati nedeniyle seçildiğini, Türk hükümetinin de buna kesinlikle karşı çıkmadığını” belirtiyor. “Yurtta barış, dünyada barış ilkesine bağlı olduğunu” savunduğu Suudi Arabistan’ın, “bütçesinin yüzde 4’ünü başka ülkelere yardım için ayırdığını” ifade ediyor. Burada elbette, Suudi hanedanının terör örgütleri ve bunların elemanlarının eğitildiği kurumlara yardımını dillendirmek, tüm “iyi niyeti” suiistimal etmekten başka bir şey değil.

Hussaini, kralının Ankara’daki temaslarında harcadığı paradan “memnun olduğunu” (“Ankara’nın da memnun olması gerektiğini”) ve “kente hareket geldiğini” ekliyor. Kralın kaldığı otelde kimi fiziki değişiklikler yapmasını (otelin barının alçılarla kapattırılmasını) da, “onun gücünden ve oranın birkaç günlük sahibi olmasından” kaynaklanan “doğal” bir durum olduğunu söylüyor.

Kral, İngiltere gezisinde bunların hangisini yapabildi acaba? Ya da Almanya seyahatinde?

Ama önemli değil; Kral’ın Ankara’da yaptıkları ve büyükelçisinin bu açıklamalarının sineye çekilmesi gerek.

Çünkü Türkiye “hamdolsun”, Suudi Kralı’ndan da “istediğini” aldı. Hem de söke söke. Gerisi, paranoyakça ve insafsızca laf-ü güzaf…

26 Kasım 2007 Pazartesi

GENİŞLEYEN VE DARALAN ÇEMBERLER
ALİ BULUNMAZ

Herbert Marcuse, 1940’larda “sanatla uğraşanlar dünyayı değiştiremez ama dünyayı değiştirecek güçte kişilerin düşüncelerini etkileyebilir” demişti.

Sanat, baskının boyunduruğuna girdiğinde mi yoksa başkaldırdığında mı sanattır? Bir başka deyişle, iktidarın hizmetkârı ve sözcüsü olan / bu kimliğe büründürülmeye çalışılan sanat ile onun herhangi bir dalı, kendi olarak kalabilir mi?

Sanatın, tüm dallarıyla “hayır” diyen, yeni bir dünya kurgulanışına ön ayak olan, eleştirel ve kalıpları kıyasıya kıran bir niteliğe bürünmesi gerekir. Aynı şekilde onlarla kendini ve sözü geçen “hayır”ı ifade eden kişiler de, bir özne olarak, baskının eziciliğine direnmesi zorunludur. Aksi halde, hangi sanat dalıyla uğraşılırsa uğraşılsın, sanatı sanat yapan yaratıcılıktan uzak kalacaktır.

***

Bir resim sergisi düşünün; tablolar nü eserlerden oluşuyor ve galeri, bunların ancak “nü halinden sıyrıldığı takdirde” sanatseverlerle buluşacağını bildiriyor. Ressam / “sanatçı” da, eserlerdeki sakıncalı yerleri “estetik bir çabanın ürünü olan tülbentlerle” örterek sergiliyor. Bunun anlamı, “ne yapalım böyle istendi, ben de uydum”dan başka bir şey değil. Bir diğer ifadeyle, sanatı / resim sanatını, baskıya göre “yeniden düzenlemek” bu.

***

İnsan bedeninin resimlerde ve öteki sanat dallarında açık seçik sergilenişinin miladı Rönesans’tır. Ortaçağ’da aşağılanan / Tanrı’ya göre konumlanan insan ve bedeni Rönesans’ta, Eski Yunan değerlerinin yeniden keşfiyle, daha güçlü biçimde sanatın her dalında konu olarak seçilmiştir. Bu, Ortaçağ’ın otoritelerine bir başkaldırıdır.

***

21. yüzyılda, Türkiye’de bir resim sergisindeki “sakıncalı” tablolar, üstelik yaratıcısı tarafından sansürlenip, baskıya mahkûm edilerek sanatseverlerin beğenisine sunuluyor.

Baskının çemberi genişlerken, sanatın özgürce kendini ortaya koyuşununki daraltılıyor. Şahin Filiz’in ifade ettiği “mikrofaşizm” etki alanını, makro düzeye çıkarıyor bir anlamda…

23 Kasım 2007 Cuma

BAKMAK VE GÖRMEK
ALİ BULUNMAZ

Bugün iktidarda dinci bir oluşum var mıdır yok mudur? Kilit nokta ve görevlere gerekli liyakate sahip kişiler yerine, yandaşlar ile tarikat-cemaat üyeleri getirilmekte midir? AKP, Türkiye’yi "benden olanlar-olmayanlar" biçimindeki ayrımla yönetmekte midir?

Hazırlanan yeni anayasaya iliştirilmeye çabalanan “türban özgürlüğü” marifetiyle, ülke nereye vardırılmaya çalışılmaktadır?

Konya Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nden Doç.Dr. Şahin Filiz’in belirlemeleri bu anlamda çok önemli. Filiz’e göre “türban, dinin siyasallaştırılması için bir araçtır; bu birinci aşamanın ardından ikinci aşamaya geçilmiş ve siyaset dinselleştirilmeye başlamıştır.”

Geçtiğimiz aylarda tartışmaların merkezinde yer alan “mahalle baskısı” kavramlaştırmasının bu noktada “hafif kalacağını” belirten Filiz, “mikrofaşizm”in gözden kaçırılmaması gerektiğini ifade ediyor:

“İçte şeriat, dışta teslimiyet, vakıf yurtları, abi-abla örgütlenmesi, apartman-mahalle temsilcileri. Bu örgütlenmeyle uygulanan politika, kendinden olmayanı ‘ötekileştirme’ politikasıdır, bunun tam adı mikrofaşizmdir ve simgesi de türbandır.”

Şimdilerde imamlar hastanelerde çalışmak için başvuruda bulunuyor. Hemen her alanda imamlar köşe başlarını tutmuş durumda. AKP yandaşı tarikat-cemaat üyeleri her yerde. Ama bunu görmek gerek. Görmek için de bakmak.

***

Barolar Birliği Başkanı Özdemir Özok ne dedi?:

“22 Temmuz seçimlerinin ardından AKP’nin yeniden iktidar olması, Türkiye için bir şanstır. AKP, içimizden çıktı, demokratik teamüllerle çıktıysa, bu büyük şanstır. Yıllardır bizimle aynı görüşü paylaşan insanlar AKP’ye girdi, ne diyeceğiz bu insanlara?” (Akşam, 20.11.2007).

Özdemir Özok’un AKP ile ilgili yakın geçmişte söylediklerinin tam tersini dillendirmesi ne anlama geliyor? Ya Hâkimler ve Savcılar Yasası’nda “çağdaş yaşam anlayışı” ilkesinin dışta bırakılmaya çalışılması, Özok için ne ifade ediyor?

Bakmak ve olanın ötesini görmek önemli. Ama bazen, olanı görmek / görmek istemek bile imkânsızlaşıyor anlaşılan.

Şahin Filiz’in betimlediği “mikrofaşizm” ortada tüm çıplaklığıyla duruyor oysa…

21 Kasım 2007 Çarşamba

AKIL KORKUSU… (*)
ALİ BULUNMAZ

İnsan, aklından korkar mı? Neden olmasın. Akıl, ilerleme ve erginleşmenin lokomotifi; insanı insan yapan aklı akıl yapan da soru ve sorgulama değil mi? Bu bile, korkunun fitilini ateşlemeye yetebiliyor.

İnsanın kendini keşfetmesi uzun sürdü. Aklını kullanışı ve onun gereğini yerine getirişi ise sancılarla doludur. Bu yolda pek çok kayıp da verilmiş; söylenene inanmayan, söyleyene de kanmayan bir dolu insan katledilmiş ya da yaşarken ölmüş ve sürgünlüğü tatmıştır. Mağara adamları, kovuklarındaki “huzur” ve “istikrar” bozulmasın diye, olmadık işkenceler reva görmüştür onlara. Bunlar hep aklın “suçudur”, sorgulayan bilincin bir “araz” olarak algılanışının ürünüdür.

Sormak bulmanın; bulmak istemenin ve anlamanın ilk adımıdır. Bugün, insanı özneye dönüştüren aklın yerini, onun nesne haline gelmesini sağlayan “uyum” ve sorunun yerini de bilmezden gelmenin ve gerçekten bilmemenin eşlik ettiği sakatlanmış “yorumlar” almadı mı? Bu, bir “kurtuluş” aynı zamanda. Kimseyi rahatsız etmemek demek bir anlamda. İstenenin ta kendisi başka bir deyişle. Ürkütmemek, günümüzün en önde gelen “erdemi.” Bu “tavır”, yeni mağaralar bulma ya da oluşturmanın ve yeni mağara arkadaşları edinerek güçten yararlanmanın temel koşulu. Soru yok, kızdırmak ve ürkütmek ise sakıncalı. Tatlı sularda yüzmenin adı da “yaşamak” şimdilerde. “Üzerinde düşünülmeyen hayat, yaşanmaya değmez” diyen Sokrates’in kemiklerini sızlatan da bu değil mi? İnsanın aklıyla konuştuğu günler de geride kalıyor sanki. Bugünün belirleyicileri yoz bir gösteriş ve alabildiğine görgüsüzlük. Bunları karşımıza koyup düşünmek, sorgulamak ve “kendimizi bilmek” ise, oradan hızla kaçıp gitmeyi gerektiriyor. Zarafetimizi kaybediyoruz kısacası.

Her şeyin tersine çevrildiği bir dönemde yaşıyoruz. İnsan olmanın gereği, bilinci harekete geçirmektir ama şimdi kendimizi tanıyamayacak duruma geldik. Bir zamanlar sormayana kuşkuyla bakılıyordu, artık soruşturana deli gömlekleri giydirilip, yaftalar yapıştırılıyor; bilmek ve bildirmek isteyen aşağılanıyor. Başkaldırmanın bir değeri vardı, günümüzde ise bir an bile düşünmeden, yaka yıka “başkalaşmak” ve “değişmek”; unutmak ve mağaralara sığınmak, aranılan bir özellik haline geldi. Bu, akıl korkusunun egemenliğinden başka bir şey değil.

Buna bir de modernleşmesi sürekli örselenmeye çalışılan, “ılımlılık” masalı ile avutulup kuşatılan ve tüm yaşamı alaturkalaştırılan bireylerden oluşan yapısıyla bir toplum eklemlenince, korktuğumuz aklımızı yitirmeye ne kadar yaklaştığımız daha da rahat kavranabilir…

(*) Cumhuriyet, 04.11.2007

19 Kasım 2007 Pazartesi

“ZAFERLER” VE “YENİLGİLER” (*)
ALİ BULUNMAZ

Aydın zor zamanların insanı değil midir? Onun sorumlulukları, sorgu ve soruları; kendisine verilen aydın payesinin bir ağırlığı yok mudur? O ağırlık, doğruyu söylemeyi, yeri geldiğinde kendini bile eleştirmeyi zorunlu kılmaz mı? Kendi olmayı ve nereden nereye geldiğini bilmeyi? Ayaklarının, öncelikle kendisini insanına ve dünyaya açan topraklara basması; olayları yorumlar, gerçekleri görürken / görmesi beklenirken, tüm yapıp etmeleri ve söylemlerinin tekrar tekrar üstünden geçmesi gerekmez mi aydının?

Demokrasi, özgürlük; hak hukuk derken, aynı zamanda onuru da içselleştirip dillendirmesi gerekmez mi? Onuru, yaşamının tam orta yerine yerleştirmesi? Ama hayır, sorumluluk, bilinç ve onur; bunların hiçbir önemi yok bugün. Şimdilerde “yenilgiler” ve “zaferler” var.

Kimimiz “yenildiğini” düşünüyor; “ötekileştiriliyoruz” diyor, “kenara itiliyoruz.” Hayır. Bugün değersizleştirilmeye ve içi boşaltılmaya çalışılan bir onur var elde. Yenilgi değil bu. Gerçek aydının “hayır”ına karşılık, sahtelerinin “evet”leri ve yüzlerinde, “zafer” kazanmış bir edayla kocaman bir gülümseme var. Koşulsuz, sorgusuz ve alay edercesine. Fakat onların, onuru ve yılların kazanımlarını elinin tersiyle itme gibi bir aymazlığı evetlemesi mümkün müdür? “Her şeyi istediğimiz gibi yaparız” türünden bir baskı kurma eğilimi ve gücün boyunduruğundaki cemaatleşme, bir zafer midir? Elbette değildir. Bu, olsa olsa yanılgıdır, aklı ateşe atmaktır; bilinç çekilmesidir. Her şeyden önemlisi onuru ötelemektir.

Bir yenilgi yoktur ortada, zafer de. Olup biteni tüm çıplaklığıyla görenler ve duyanlara; bu yüzden endişelenenlere, güce ilişen ve “alışırsınız, her şeye alışırsınız” diyen nobranların “korku yaratıyorsunuz, işleri yokuşa sürüyorsunuz” biçimindeki saldırıları sürmektedir. Nur topunun ışığıyla yüzü gözü “aydınlanmıştır” bunları dillendirenlerin; “zafer” kazandıklarını sanmış, yengilerini ilan etmişlerdir.

Her yere eni konu kendilerini kopyalayanlar. Hayır yerine evet demeyi seçenler. Bindikleri balonlarla yüksekten ve kıtalararası yolculuklara uzananlar. Gerçek aydınları, “sahte” gibi göstermeye çalışan ve susturmaya çabalayanlar… Gerçekte korkanlar onlar. O nedenle kendileri gibi olmayanı yanlarına yaklaştırmıyorlar.

Özgürlük ve demokrasiyi de, iktidarlarını sağlam kılmak için, onuru çeperde bırakarak kendilerince yorumlamaları da bu yüzden. Cemaatlerinde mutlu ve varsıl yaşıyorlar. Fakat bir “zafer” mi bu? Baskı, zafer midir?

Gerçek zaferler onurla kazanılır; onun olmadığı “utku” geleceğin yenilgileri değil midir aslında? Tarih, bunun örneklerinin yazılı olduğu büyük bir kitaptır. Okumak isteyene kendisini açar…

(*) Cumhuriyet, 09.10.2007

16 Kasım 2007 Cuma

İNTERNETTE SANSÜR DÖNEMİ Mİ?
ALİ BULUNMAZ

Şubat 2007’de İngiltere’de bir tartışma, kamuoyunu epey meşgul etmişti. Bu tartışmanın merkezinde, “popüler kültür gençleri nasıl etkiliyor?” ve "teknoloji, internet kullanımı veya genel olarak popüler kültür, gençleri şiddet ve suça teşvik eder mi?” soruları bulunuyordu.

17-18 Şubat 2007’de Independent on Sunday’de yayımlanan haber ve makalelerde, bu konu ve sorular derinlemesine irdelenmişti. Varılan ortak nokta ise şuydu:

"Muhafazakârlar, kendi beğenmediklerini suçlayarak gençleri şiddete yönelttiğini belirtir. Bu tür toplumlar, başta sansür olmak üzere, bireyleri engeller. Sansür engel ya da önlem de değildir; aksine yeni teknolojilerle, sansürlenen görüntüler, daha etkili biçimde yayılabilir.”

Bu bağlamda, İngiltere’de internete sansür getirilmesine dönük görüşler, eleştirilmiş ve bunu uygulayan zihniyete yaklaşılmaması gerektiği ifade edilmişti.

Tartışmada sözü geçen ülkeler sıralanırken Çin, Vietnam, İran, Özbekistan, Suudi Arabistan, Suriye ve Maldiv Adaları öne çıkmıştı. Örneğin Çin’de, Tiananmen Olayları, dini ve siyasi grup ile ilgili siteler internet sansürünün taşıyıcısı durumunda. İran’da yine siyasi siteler gerekçe gösterilerek internete ağır bir sansür uygulanıyor. Suudi Arabistan’da da, porno ve siyasi siteler nedeniyle internete sansür uygulanmakla kalmıyor, aynı zamanda kullanıcılardan, özellikle porno siteler başta olmak üzere “sakıncalı” siteleri ihbar etmeleri yönünde form doldurmaları isteniyor. Aksi takdirde erişim imkânı verilmiyor. Suudi Arabistan, 2004’ten bu yana en katı sansür uygulayan ülkeler sıralamasında birinci sırada yer alıyor.

İnternette sansüre başvuran ülkelerin ortak özelliği, demokrasinin sekteye uğraması veya hiç bulunmaması.

***

Türkiye ise, “internette sansür” kuşkusu doğuracak kimi gelişmelerle karşı karşıya. 23 Mayıs 2007’de kabul edilen “5651 Sayılı İnternet Ortamında Yapılan Yayınların Düzenlenmesi ve Bu Yayınlar Yoluyla İşlenen Suçlarla Mücadele Edilmesi Hakkında Kanun” eliyle, çeşitli kısıtlamalar getirilmesi düşünülüyor.

Bu kısıtlamalara konu olan başlıca suçlar ise “internet ortamında Atatürk aleyhine işlenen suçlar, intihara yönlendirme, çocukların cinsel istismarı, uyuşturucu madde kullanımını kolaylaştırma, müstehcenlik, kumar oynanmasına imkân sağlama” şeklinde sıralanıyor.

Telekomünikasyon İletişim Başkanlığı (TİB), sözü geçen suç unsurlarının takibi, bunlara yönelik yaptırımların merkezi haline gelecek. Telekomünikasyon İletişim Başkanı Fethi Şimşek’in, “23 Kasım’dan itibaren ihbar merkezinin kurulacağını” belirtmesi, internetin RTÜK’ünün doğuşunun habercisi gibi.

Şimşek, “sansür mü geliyor?” sorusuna, “kanunun verdiği yetkiyi sık kullanmak istemediğini; yetkiyi, ortada gerçekten yakıcı bir sorun / suç varsa kullanırım” yanıtını vermişti. Bu da kimi kuşkuları perçinlemişti.

Suç oluşturacak unsurların (örneğin müstehcenlik, fuhuş, çocuk istismarı..) sınırları, kapsamı ve ayrıntıları belirgin değil. Dolayısıyla muğlâklık, bir sorun olarak karşımızda duruyor.

Bu bağlamda TİB, yetki ve sorumluluğu nerede başlayıp nerede bitecek? Daha da önemlisi TİB, yürütmenin etkisi altına girerek, kurumun içinde yer alacak kişilerin kültür anlayışına ve dünyaya bakışına göre uygulamada bulunma tehlikesi ile karşı karşıya değil mi? Bir başka deyişle, internet ortamında keyfiyete dayalı sansür dönemi mi başlıyor?

Son dönemde, yazılı ve görsel basında sıkça karşılaştığımız; gerekçesi, kapsam ve içeriği belirsizliklerle dolu sansür uygulamalarının bir benzeri, sanal ortamda da gündeme gelecek gibi gözüküyor.

AKP’nin girişimleri, gidişin böyle olduğunu gösteriyor.

14 Kasım 2007 Çarşamba

ELDE NE VAR?
ALİ BULUNMAZ

Bush-Erdoğan görüşmesinin üzerinden on gün geçti. PKK’ye karşı “işbirliği” gündemiyle gerçekleşen toplantı sonrasında elde ne var?

ABD’nin Kuzey Irak konusunda Türkiye ile “stratejik ortaklık” kurması mümkün mü? PKK ile aynı kamplarda konumlanan ve aynı kaynaklardan beslenen, örgütün İran kolu PJAK’ı ABD, İran yönetimini zayıflatmak için kolluyor.

Bunun yanında Kuzey Irak, ABD için yeni üsler kurulmasına dönük görece sakin ve Ortadoğu’daki hâkimiyeti ile kalıcılığını güçlendirecek bir bölge. Dolayısıyla bu iki unsur bile, ABD’nin PKK konusunda Türkiye ile ne kadar “işbirliğine” girişeceğini gösteriyor.

5 Kasım’da gerçekleşen Bush-Erdoğan görüşmesinden çıkan “sonuçlar” ise tatmin edici değil. ABD’nin önerdiği istihbarat verilmesi, casus uçakları ile bilgi edinilmesi, “beklenenin” (?) uzağında. Özellikle ikinci seçenek de, kimi şüpheleri içinde barındırıyor.

Birincisi, casus uçaklarının Güneydoğu Anadolu bölgesi ile ilgili bilgi toplamayacağına dair güvence var mı? Söz konusu uçaklar, İran’a yönelik faaliyette bulunacak mı?

Bush-Erdoğan görüşmesine ilişkin sorular havada uçuşuyor. Bugüne dek Türkiye’ye terör konusunda herhangi bir yardımda bulunmayan ABD, neden şimdi “istihbarat” kartını ortaya attı?

Görüşmede “bilinen” gündemin dışında neler konuşuldu? İran’a yönelik yaptırım pazarlığı gündeme geldi mi? Bir başka deyişle, PKK konusunda “işbirliği” ve “destek” öneren ABD, aynı işbirliğini İran’a karşı da talep etti mi? Bunları bilemiyoruz. Bush-Erdoğan görüşmesinin, baş başa yapılan bölümünün tek tanığı, çevirmenlik yapan Dışişleri Bakanı Ali Babacan ve neler konuşulduğundan; hangi sözlerin verildiğinden, Bush ve Erdoğan’dan başka, Babacan haberdar.

***

ABD’nin Irak’ta “istikrarlı” biçimde varlığını koruyabileceği en önemli bölge Kuzey Irak. Bir başka deyişle Kuzey Irak Bölgesel Yönetimi, ABD’nin müttefiki. Bu, gözden kaçırılmamalı.

Yine bugün ABD ile PKK aynı yolda ilerliyor. Bir diğer ifadeyle ABD, stratejik çıkarları için, PKK ile hareket etmek ve örgütün arkasında durmak zorunda.

Terör ile ilgili etkinlik / kontrol, görüşmeyle / görüşmenin kamuoyuna yansıyan biçimiyle bile, iyiden iyiye ABD’nin eline geçti. İstihbarat faaliyeti, sınır ötesi operasyonun ötelenmesi ve etkin mücadele, bundan böyle yalnızca ABD’nin istediği ölçüde gerçekleşecek.

Barzani-Talabani-ABD ve PKK işbirliği, kim ile kimin stratejik ortak olduğunun açık göstergesi. Dolayısıyla “üçlü mekanizma” ve “kırmızı hat” gibi söylemler, eylemi geciktirme ve kamuoyu baskısını azaltma taktiğinden başka bir şey değil.

Televizyonlarda, ABD casus uçaklarının mayın döşeyen teröristleri belirleyişi ve kampları gözler önüne seren görüntüler veriliyor. AKP yazar ve yorumcuları, televizyonlarda saatlerce konuşuyor; Bush ve Erdoğan gibi. AKP medyası, görüşme “sonuçlarını” ve sözü geçen görüntüleri, “zafer” olarak niteliyor.

Bu küçük oyunları ve büyük yalanları bırakıp; elde ne var, ona bakalım…

12 Kasım 2007 Pazartesi

10 KASIM 2007
ALİ BULUNMAZ

Mustafa Kemal’i, ölümünün 69. yılında andık. Andık anmasına ama, o günün fotoğrafı, 10 Kasım’a yakışmayan manzaralarla da doluydu.

Suudi Arabistan Kralı Abdullah, Devlet Şeref Madalyası almak için Türkiye’deydi. Abdullah Gül tarafından “iki kez” karşılanan kral, “Türkiye’nin bölünmez bütünlüğü, toplumun huzuru, birlik ve beraberliği için fedakârca çalışanlara” verilen madalyayı göğsüne iliştirdi.

Suudi yönetimi, yıllarca Türkiye’deki tarikat, İslami terör örgütü ve aydın cinayetlerini destekledi mi desteklemedi mi? Bu “kurum” ve eylemlere, maddi ve manevi olarak arka çıktı mı çıkmadı mı? Kral Abdullah da, bu sülalenin bir üyesi değil mi?

Şeref Madalyası, krala neden verildi? Buna birkaç yanıt bulunabilir: İlki, “hac kotasının” arttırılması isteği. Daha önce kral, bu konudaki talebi kabul etmiş görünmüş; ancak sonra vazgeçmişti. Şimdi Şeref Madalyası alan Kral Abdullah, “hac kotasını” arttırır mı bilinmez.

İkincisi, “100 milyar dolarlık” pasta. Kral, “biz 100 milyar dolarlık yatırım yapıyoruz, Türk iş adamları da bundan yararlanmalı” dedi. Şeref Madalyası ve bunun yanında, hiçbir isteğin geri çevrilmediği ağırlama sayesinde kral, kapıları açacak gibi görünüyor.

***

10 Kasım 2007’nin “ilginç” bir fotoğrafıydı söz konusu ağırlama. Kral, Vahabi inançları gereği Anıtkabir’i ziyaret etmedi, bir yanına Erdoğan’ı, öte yanına Gül’ü aldı; ardında kendi fotoğrafı ve bayrağıyla, “muzaffer bir komutan edasıyla” pozlar verdi.

Bu manzaraya nasıl bakmalıyız? Daha doğrusu, burada neler görmeliyiz? Bulmacanın parçalarını birleştirmeye koyulduğumuzda, belli sorular uyanabilir zihnimizde:

Her şey ekonomi midir? Ekonomi uğruna, kimi değerler ötelenebilir mi?

10 Kasım’da Suudi Kralı’na gösterilen “hürmet” neyin temsilidir?

9 Kasım 2007 Cuma

ECONOMIST NE DEMEK İSTEDİ?
ALİ BULUNMAZ

The Economist’in son sayısı “din savaşları” temasıyla hazırlanmış. Buna göre dinin günümüzde politik, sosyal ve ekonomik yaşamda büyük etkisinin olduğu belirtiliyor.

Dünyada İslam’a bakışın tehlike ve kaygıyı çağrıştırdığı; bunun da 11 Eylül’le birlikte ivme kazandığını / buna ivme kazandırıldığını söylemek yanlış olmaz.

Çünkü ABD’nin “medeniyetler çatışması” tezini hayata geçirebilecek yegâne fırsatı, 11 Eylül saldırıları verdi. Ancak ABD, Soğuk Savaş sonrası el altından gündeme soktuğu ve 11 Eylül’le birlikte açıktan uygulamaya koyduğu “ılımlı İslam” planıyla, köşe taşlarını da belirledi.

İşte Economist’in gelip konuyu dayandırdığı nokta burası. İki soruyla gidişat belirleniyor: “Türkiye’de yaşanacaklar ‘İslam modern politikayla ne kadar uyumlu?’ sorusunun yanıtını belirginleştirecek” deniyor. Bunun yanında “din ve modern devlet arasındaki çizgi nerede çiziliyor?” sorusu dillendiriliyor.

Economist’e göre, “bu soruların yanıt bulacağı tek ülke Türkiye.” Dergi bu tezini AKP’ye dayandırıyor; çünkü AKP’nin “şiddet kullanmadan Müslüman olunabileceğini gösterdiğini" belirtiyor. İktidarın uygulamalarına, ekonomiyi “düzeltişine” övgüler sıralanıyor.

Uzun zamandır Türk insanının zihnine kazınmaya çalışılan bir ifade, Economist tarafından da kullanılıyor: “AKP hükümetiyle Türkiye, bu çizgisini sürdürürse İslam’la ilgili tartışmaların ‘normalleşmesini’ sağlar ve Müslüman ülkelerin bugünkü durumunu da değiştirebilir.” Bir başka deyişle, Türkiye İslam dünyasına / “ılımlı İslam” bağlamında “model” olabilir. Economist, bir ordu lafı bunu söylemek için ediyor.

Müslüman dünyada demokrasinin başarılı olduğu ülkeler sıralanırken, Türkiye ile birlikte Endonezya ve Malezya’nın adları da geçiyor. Fakat asıl “sınamanın / demokrasi-İslam birlikteliği sınavının Türkiye’de verileceği” de ekleniyor. Economist, bunun baş koşulunun ise “din ve devlet işlerinin birbiri ile karıştırılmaması” olduğunu belirtiyor.

Tam bu noktada; AKP’nin desteklendiği bu anda kimi başlıklara ise hiç değinilmiyor. Örneğin AKP’nin geldiği kök (Milli Görüş) konu edilmiyor bile. Yine AKP kadrolarınca kotarılmaya çalışılan sivil darbenin, kurum ve kuruluşların ele geçirilme politikası ile buralara iktidar yanlısı, çoğunlukla liyakattan uzak (tarikattan) kişilerin yerleştirilmesinin sözü edilmiyor. AKP’nin din-devlet işleri ayrımını ne kadar içselleştirdiği sorgulanmıyor.

Bunların yerine AKP Türkiye, Türkiye de Müslüman dünyası için “ılımlılığıyla” örnek gösterilmeye çalışılıyor. Bir diğer ifadeyle dönüştürülmeye ve köklerinden koparılmaya çabalanan, ayaklarını bastığı zeminin kaydırılmasına gayret gösterilen Türkiye, yurt dışındaki ve onların koşulsuz destekçisi olan yurt içindeki “toplum mühendislerince”, nereye gideceği bugünden kestirilemeyen “ılımlı İslam”ın yörüngesine çekilmek isteniyor.

7 Kasım 2007 Çarşamba

FOTOĞRAF VE GERÇEKLER…
ALİ BULUNMAZ

Geçen günkü (05.11.2007) fotoğraf her şeyi anlatıyor. Bir tarafta PKK’liler, öte tarafta DTP’liler, ortada bir masa, masa üstünde DTP’nin “Kürt Halk Önderi” ilan ettiği Abdullah Öcalan’ın posteri; beri yanda 8 asker. Masada “tutanak” imzalayan PKK’li ve DTP’li yetkililer.

ABD ve Irak “yönetiminin”, “bulması ve mücadele etmesi çok zor” dediği teröristlerden, Dağlıca saldırısının emrini verenler ile yardımcıları da masa etrafında.

O gün, o mizansende DTP, “bakın girişimlerimiz sonunda askerler teslim edildi” demek istiyor. Olayın zamanlaması ilginç: Bush ile Erdoğan görüşmesinin hemen öncesi. Bu “girişimin” ve DTP’li Osman Özçelik’in “teferruat” olarak nitelediği “teslim töreni”nin, “demokratik yaklaşıma” / “operasyonun çözüm olmayacağı”na ilişkin bir “emsal” biçiminde sunulmak istendiği ortada.

Bir anlamda Türkiye’ye “masaya oturursanız” / “bizi tanır veya muhatap alırsanız sorunlar böyle hemen çözülür” iletisi gönderiliyor. DTP ve Kuzey Irak’taki yönetim ile PKK, burada kendine / kendi politikasına dönük bir getiri hesaplıyor elbette.

Peki, bu fotoğraftan ne gibi sonuçlar çıkarmalıyız? En başta o kareler, Türkiye’nin köşeye sıkıştırılmaya çalışıldığının bir belgesidir.

Bu eylem, PKK ve bölgesel yönetimin “yasal” bir zemini yokladığının da göstergesidir. “Demokrasi” veya “demokratik açılım” denilerek Kürt milliyetçiliği, Kürtçülük ve terör örgütü olağan ve en önemlisi, meşru sayılmaya çabalanmakta.

Bir başka deyişle, kimlik politikaları ya da “kültürel açılımlar” gibi kulağa hoş gelen ama kullanışa / uygulamalara göre tehlikeleri de barındıran, kavram ve söylemlerle, yeni gerilim ve çatışmalar kaşınıyor.

İşte o fotoğraf, bunların sözsüz anlatımından ibaret…

5 Kasım 2007 Pazartesi

ERDAL İNÖNÜ KİMDİ?
ALİ BULUNMAZ

Erdal İnönü, koşulların zorlaması olmasaydı, 12 Eylül ortamında “benden daha kötüler ülkeyi yönetmesin” diyerek siyasete girer miydi?

Onu özel kılan neydi? Başarılı ve adını dünyaya duyurmuş bir bilim insanı, İsmet İnönü’nün oğlu olması, kalıpları kıran üslubu ve keskin zekâsı. 12 Eylül’ün baskı ortamında, Türk siyasetine getirdiği mizahi yaklaşım da unutulmamalı.

Kendisini bir siyasetçiden çok bilim insanı olarak gören, analitik düşünme biçimini siyasete uyarlayan; politika ile pozitif bilimler arasında bağ kuran ve en başta kendine, daha sonra da kişi ve olaylara eleştirel gözle bakan bir insandı Erdal İnönü. Yakından tanıyanlar da tanımayanlar da bu yüzden çok sevdi onu. Aynı yolculuğu paylaşanlar da farklı yollardan gidenler de.

2000’li yılların başında, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi koridorlarında, kendisini hayranlıkla izleyen öğrencilerin yanına yaklaşıp ellerini sıkarak samimi biçimde hal hatır sorması da, onun insancıllığını gözler önüne seren an(ı)lardan biridir yalnızca.

Türkiye’de siyasetin genel düzeysizliğinin, onu en zorlu fizik probleminden daha çetrefil bir uğraş haline getirdiği gerçekken, Erdal İnönü’nün politikayı güler yüzlü biçime dönüştürmeye çabalayışı atlanabilir mi?

Zamanı geldiğinde koltuğunu bırakmayı bir yenilgi değil, aksine bir gereklilik olarak değerlendiren de o değil midir? Dünyaya adını duyurmuş bir fizikçi, Türkiye’de siyasetin güler yüzü olmuş bir devlet adamı ve insancıllığıyla herkesi etkilemiş bir isim değil midir Erdal İnönü?

İşte bunlardan dolayı, Türkiye’ye biraz da fazla gelmiştir. Şimdi ondan geriye kalanlardan örnek alınması gereken pek çok ayrıntı bulunuyor. Ama bunları okuyabilmek için, Erdal İnönü gibi keskin ve mizahi bir zekâya sahip olmak zorunlu gibi görünüyor.

2 Kasım 2007 Cuma

SADEDE GELELİM...
ALİ BULUNMAZ

Bir süredir medyada yer alan haberler dikkat çekiyor. Buna göre dünya basını, Kuzey Irak’ta geziniyor, PKK kamplarını ziyaret ediyor ve örgüt temsilcileri ile söyleşiler gerçekleştiriyor.

Bu, elbette bir fırsat. Çünkü PKK ve bölgesel yönetim böylelikle propaganda imkanı buluyor. Yılan hikayesine dönen Türkiye’nin Kuzey Irak operasyonu, bir anda “Irak işgali” ya da “Kürtlere karşı savaş” girişimi olarak adlandırılıyor. Aynı zamanda PKK, “direnişçi örgüt”, üyeleri ise bağımsız veya özerk ‘Kürdistan’ ülküsü için çarpışan “gerillalar” biçiminde sunuluyor. Bir başka deyişle, hem Türkiye’deki hem de Kuzey Irak’taki Kürtlerin “baskı gördüğü” ve “Türkiye tarafından düşman olarak kabul edildiği” algılaması yerleştirilmeye çalışılıyor.

Eş zamanlı olarak, Barzani ve Talabani de “şiddete karşı olduklarını, PKK’nin silah bırakması gerektiği, örgütün AKP hükümetine silah çekmesini kabul etmediklerini” ifade ediyor. “Şiddetin, operasyonun, tehdidin ‘sorunu’ çözmeyeceğini” eklerlerken; “kaçırılan askerler için girişimde bulunabileceklerini, bunun için Türkiye’nin kendileriyle iletişime geçmesini beklediklerini” söylüyorlar.
Bunlar, bölgesel yönetimin ve PKK’nin propagandasından, “tanınma” çabasından başka bir şey değil. Barzani ve Talabani güvenilir kişiler mi? Sorunun yanıtı belli.

***

Atlanmaması gereken bir başka nokta ise, dünün aşiret reisleri, bugünün “muteber adamları”, “Terör neden bitirilemedi?” sorusuna "demokratik açılım yapılmadı” yanıtını veriyor. Bunun anlamı ise ilk olarak “Kürdistan” tanınmalıdan öte değil. Kürt sorununu’ demokratik yollardan çözmeyi” böyle tanımlıyorlar.

Tam da bu sırada, sözü geçen “demokratik çözüm”e bir “katkı” DTP’den geliyor. DTP’nin düzenlediği “Demokratik Toplum Kongresi”nin sonuç bildirgesindeki ifadeler bir hayli “ilginç.”

Abdullah Öcalan’dan “Kürt Halk önderi” diye söz edilen bildirgede, “özerk bölgelerden, bu bölgelerin kendi meclislerinden, adem-i merkeziyetçilikten, yeni anayasada bunlara yer verilmesi gerektiğinden” dem vuruluyor. Bu da “demokratik” açılım oluyor. Bildirge, federasyon isteğinin bir manifestosu gibi.

Bu arada “stratejik ortağımız” ABD ne yapıyor? Türkiye ile “PKK konusunda yardım karşılığında, İran’a uygulanacak yaptırımlara tam destek verilmesi” bağlamında pazarlığa hazırlanıyor.

Ancak ABD, PKK’ye karşı tam destek verir, kapsamlı bir girişimde bulunur mu? Türkiye’nin Kuzey Irak’a, PKK kamplarına harekât düzenlemesine “evet” der mi?

ABD, İran’a düzenleyeceği harekâtta, PKK kolu PJAK’ı kullanmayı tasarlamıyor mu? Ortadoğu’daki başka operasyonlar için istikrarlı ve kontrolü altındaki Kuzey Irak’a ihtiyacı yok mu?

O halde boş ve eşsözleri bırakıp, sadede gelmenin vaktidir…

31 Ekim 2007 Çarşamba

KOMEDYA…
ALİ BULUNMAZ

AKP, olayları kendi lehine çevirme konusunda olağanüstü çaba harcıyor. Örneğin son dönemde, artan PKK saldırılarının ardından, gerek AKP yöneticileri gerekse yazarları “söz konusu saldırıların iktidarın başarıları yüzünden gerçekleştiği” ifade etti.

Bu da yetmedi, AKP kendisine dönük eleştirel yayınları durdurmaya, tepkileri susturmaya çalıştı. AKP yanlısı medya ise, “hükümetin bağımsız ve özgün bir dış politika izlemesinden dolayı PKK terörünün palazlandığını” vurguladı.

AKP, terör ve dış politikada başarılı mı?

Bunu yanıtlarken, AKP’nin ABD bağımlılığı göz önüne alınmalı. ABD Kongre Üyesi Robert Wexler, “ABD, Türkiye’nin Irak’a müdahalesini istemiyor” görüşünü dillendirdi. Bush, Rice ve önde gelen diğer ABD yetkilileri de, kelimesi kelimesine aynı açıklamaları uzun süredir gündeme getiriyor.

Robert Wexler, Kuzey Irak’taki oluşumu açıkça “müttefik” biçiminde adlandırıyor. Dolayısıyla Türkiye’nin Kuzey Irak harekâtına karşı çıkıyor. Mesud Barzani de ABD ile aynı görüşte. Milliyet’te yayımlanan söyleşisinde, operasyonun neden yapılmaması gerektiğini Barzani şöyle ifade ediyor:

“Sorun askeri yollarla çözülmüyor, kaç defa askeri operasyon yapıldı; bir ikisine biz de katıldık, ne oldu? Nedenleri çözmeden, bir sonuç olan PKK’yi çözemeyiz. ‘Kürt sorununu’ barışçı, demokratik yollardan çözmek için işbirliği yapalım.”

İkinci cumhuriyetçilerin ilk on biri ve Kürtçüler de, aynı sözleri kullanmıyor mu?

Egemen Bağış tarafından hazırlanan ve AKP’li yerel yönetimlere dağıtılan “Dış Politika Kitapçığı”nda yer alan, “Türkiye Kuzey Irak’a girecek mi?” sorusuna “nasıl yanıt verilmesi gerektiği”ne ilişkin belirleme de dikkat çekici:

“Daha önce pek çok kez operasyon yapıldı, ama terör bitmedi. Dolayısıyla Kuzey Irak’a operasyon önceliğimiz değil.”

5 Kasım’da Bush ile Erdoğan görüşecek. PKK’ye yönelik “harekât” tartışılacak (?). ABD buna karşı. AKP de, “Dış Politika Kitapçığı”ndaki ifadelerle sınır ötesi operasyona yönelik tavrını ortaya koydu.

AKP ve medyası ise, terörün “hükümetin başarısı yüzünden yoğunlaştığını” pompalıyor.

Sonuçta AKP, hem terörü hem de teröre yönelik eleştiri ve iktidardan ayrı konumlanan görüşleri, kendisine dönük bir saldırı olarak görüyor.

29 Ekim 2007 Pazartesi

PARADOKSAL ATLAR…
ALİ BULUNMAZ

Türkiye’de bir oyun oynanıyor ki, ortaoyununa bile taş çıkartacak türden. Aldatmaca, laf cambazlığı, baskı ve suskunluk, oyunun başlıca öğeleri. Doğruyu söylemek, pek akla yatkın değil bugünlerde.

Örneğin “değiştiğini” iddia edenler “biz değişmedik, eski gömleklerimiz dolabımızda, zamanı geldiğinde giyeceğiz” diyebilir mi? “AB, demokrasi, özgürlük vitrin süsümüz; amacımız başka, tramvayın durağı belli” denebilir mi açık açık? Ya da ülkeyi Dolmabahçe Sarayı’ndan yönetme isteği dillendirilebilir mi? “Referandum kültürü”yle, başkanlık sistemi ve çoğunluk diktatörlüğüne yumuşak geçiş yapma amacı açıklanabilir mi?

İkinci cumhuriyetçiler, süslü ve dolgun kelamları geçip, “bize yer, yurt, köşe, maaş verenlerin sesiyiz; iktidarımızın ve istikrarımızın bozulmasını istemiyoruz” diyebilir mi? O kadar kolay mı?

Fethullah cemaati “demokrasi, çağdaşlık ve diyalog bizim için araçtır; amacımız din devletidir, örgütleniyoruz, hazırlanıyoruz; her gün 500 bin gazeteyi şu yollarla dağıtıyoruz, arkamızda bunlar var, paramız buradan geliyor, AB ve ABD’de hatırlı dostlarımız ve sıkı ilişkilerimiz var, bunları amacımız için kullanıyoruz” der mi? Geçmişte dediler, ya şimdi? Onlar da “değişti.”

Toplum mühendisleri, “biz halkı ‘ılımlı İslam’, ‘bir arada yaşama’ ve ‘buna da şükür demokrasisi’ne alıştırıyoruz” dese fena mı olur? Özcü ayrımcılar, Kürtçüler, etnik demokratlar lafı dolandırmasa “Türkiye’nin eyaletlere bölünmesini, etnik kimliğimizi kafa kâğıdına yazdırmak istiyoruz; bir, iki, daha fazla ‘Türkiye’ hedefliyoruz” diyebilir mi?

Aslında bunlar, satır aralarında hep söylenen şeyler. Ama laf kalabalığı, dolambaçlı yollar ve gönülleri fetheden söylemler, gerçekleri allayıp pulluyor. Bu arada iki paradoksal at da, koşusunu sürdürüyor.

Bir yanda çağdaşlık, laiklik, demokrasi, özgürlük; öte yanda cemaatçilik, dincilik, emek sömürüsü, yozlaşma, vurgun, takiyye…

Birbirinin tersi yöne hareket eden iki attan biri alıp başını gidecek. Zaman hızla akıyor.

Hangi atın tökezlemesi sağlanıyor? Hangisinin ayağının kırılması “konjonktüre” uyuyor?...

26 Ekim 2007 Cuma

“KAMU DÜZENİ” VE “MORAL DEĞERLER”
ALİ BULUNMAZ

Hükümet, şehit cenazelerinin yayımlanmasını “kamu düzenini ve halkın moral değerlerini olumsuz etkilediği” gerekçesiyle sansürledi. 25 Ekim günü, sansür uygulaması Danıştay tarafından bozulsa da, iktidarın bu edimi tartışmaları beraberinde getirdi doğal olarak.

AKP’nin uyguladığı sansürün altında hükümete dönük eleştirileri örtmenin yanı sıra, kendi denetimindeki medya aracılığıyla kamuoyunu kendi istediği gibi yönlendirme amacı da yatıyor. Çünkü bakıldığında, getirilen sansüre uymayan ve kamuoyunu iktidarın isteği doğrultusunda yönlendiren kuruluşlar, AKP’ye yakın isimlerden oluşuyor.

İktidar, kendisine yöneltilen en küçük ve haklı eleştiriyi dahi kabullenmiyor ve onları örtbas etmeyi bir “görev” biliyor. Bu eleştiriler, halktan gelse bile.

AKP’nin demokrasi anlayışı da demokratlığı da, dikensiz gül bahçesinden ibaret. Bir AKP milletvekili, 22 Temmuz arifesinde “demokrasi sandığın milletin önüne gelmesidir” demişti. Bir başka deyişle, millet AKP’yi destekleyip, yüzde 46 oranındaki oyla iktidar yapınca millet, ama haklı tepki ve eleştirisini dile getirince, o eylem gizlenecek nitelikte. Kısacası AKP, terör konusunda gösteremediği iradeyi, teröre karşı harekete geçen, bunu yaparken de iktidarı eleştiren halkın tepkisinin yayımlanışını sansürlemede ortaya koyuyor.

***

Yayın demişken, dinci kanalların birinin ana haber bülteninde liseli gençlerin şehit cenazeleri ve teröre karşı eylemlerde boy göstermesi sorgulanıp, lise çağını çoktan aştığı yüzünden okunan “gençlere”, “sizi buraya kim getirdi, size sloganları kim attırdı” şeklinde çanak sorular yöneltildi. Yanıtları ise, sorunun niteliğinden farklı değildi.

Bu haber bültenini hazırlayan, kanalın değirmenini döndüren muteber tarikatın üyeleri ve onların yandaşı ikinci cumhuriyetçiler, AKP açılışlarına üniformaları ile götürülen öğrencilerin kimler tarafından oraya getirildiklerini sorgulayabilir mi? Yayımların sansürlenmesini, PKK’nin yayın organlarının istediği gibi at oynatmasını eleştirebilirler mi?

Elbette hayır. Ama onlar, ABD ile “ortak” operasyon kandırmacasını savunur, insanımızı oyalayanlara alkış tutar, “demokratik” açılım gibi ayak oyunlarıyla etnik milliyetçiliğin yanında saf tutar. Halkın tepkisini ise, “kamu düzenini bozmaya teşebbüs” olarak adlandırırken; Kuzey Irak’a operasyonu, “militarizmin hortlatılması” biçiminde kamuoyuna pompalar.

Böylelikle asıl kendileri, “istikrar”ın bozulmaması ve “demokratik kazanımlar”ın kaybedilmemesi adına topluma korku salar. Bunu da “demokratlık” olarak etiketlendirirler. Ama baskı, sansür ve yıldırma uygulayanların yanında konumlanmak demokratlık mıdır; bu, “moral değerler”e uygun düşer mi, onu hiç sormazlar. Kendilerine bile…

24 Ekim 2007 Çarşamba

“SÖZCÜKLER EYLEMLERDİR…”
ALİ BULUNMAZ

Başlığı oluşturan cümle, Avusturyalı filozof Ludwig Wittgenstein’a ait. 1930’larda not düşülen bu cümle, şimdiyi anlatıyor sanki.

Sözcükler, eylemin dilde kuruluşunu imler: Kimi zaman eylemleri harekete geçirir kimi zaman da engeller. Engellemek de başlı başına bir eylemdir.

Türkiye günlerdir şehitleri için yasta. Öfke ve tepki kabına sığmıyor. 2003’te, 1 Mart tezkeresi bağlamında, ABD’nin dediğinin yapılması gerektiğini ateşli biçimde savunanlar ise, şimdi “aman sınır ötesi harekât olmasın, iş demokratik yollarla çözülsün” diyor.

Bir yanlışı düzeltmek gerek. Kimse, Kuzey Irak’a düzenlenecek bir operasyonun tek başına yeterli olacağını ve terörün biteceğini savunmuyor. Sadece operasyon yeterli değil, ama zorunlu. Terörü en ince ayrıntısına kadar bilen, bire bir karşı karşıya gelen, ölen, sakat kalan asker, aylardır sınır ötesi harekâtın gerekliliğini dillendiriyor. Ancak kâh “koordinasyonluk kurumu” kâh ABD ve AB’nin gönülsüzlüğü bahanesiyle, bu sumen altı ediliyor.

İktidar “siyasi” anlamda basını sansürlemek, muhalefeti ve şehit cenazelerindeki halkı suçlamaktan başka ne yapıyor peki? İkinci cumhuriyetçi, Kürtçü ve “etnik demokrat” güruh, bunu adamakıllı sorgulayabiliyor mu? Dolambaçlı sözcüklerden fazlasını kullanabiliyor mu?

Hükümet sözcüsü, “sözün bittiği yerdeyiz” demişti. Söz bittiyse eylem başlar, eylem sözcüklerle kurulur ve harekete geçilir. O günden bu yana kan durmadı, ama eylemden eser yok. Bunu istemek, “savaş tamtamı çalmak” değildir, aksine doğal bir hakkın kullanılmasının yanında olmaktır.

***

Sözcükler önemlidir. "PKK’ye terör örgütü diyemeyiz” yaklaşımı içinde olanlar bellidir. “PKK özgürlük savaşçısıdır” diyenler de. Şimdi bu sözler, şehit yakınlarının gözlerinin içine bakarak söylenebilir mi?

“Bize süre verin” diyenler, Atlantik ötesinden gelip, bir hafta dağlarda iz süren askerlerle yaşayabilir mi? Hayır, onların “sözleri”, “eylemlerini” tutmaz. Bunun adı da “müttefiklik” olur. Çünkü onlar için petrol ile pragmatik ve kirli siyaset, insanlardan önemlidir.

Bazı sözcükler vardır ki arkasından eylemin gelmesi; onların, eylemin kendisi olması gerekir. Ama bazı sözcükler de eylemi engeller, onun önündeki en büyük duvardır. Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül, ABD Savunma Bakanı Robert Gates’e ne dedi?: “ABD bir şeyler yapmalı, elle tutulur bir şeyler istiyoruz, sınırı geçmeyi düşünüyoruz ama hemen değil, bu işi ABD ile yapmak istiyoruz.”

Beklemek de bir eylemdir bağımlılık da, ama bedeli ağırdır. Şimdi olduğu gibi…

22 Ekim 2007 Pazartesi

SORULAR…
ALİ BULUNMAZ

Hakkari Dağlıca’da kurulan pusu kaçıncı? Orada şehit edilen askerler, Türkiye’deki şehitlerin toplamını kaça dayandırdı? Türkçede güzel bir deyiş var; “ya sayı saymayı bilmiyorsun ya da hiç dayak yemedin.”

Şehitlerin adını “kelle” koyanlar, denetlemekte zorlandıkları basına “olayların kışkırtıcı biçimde verilmemesi gerektiğini” öğütledi! Kontrol altındaki medyada ise garip bir telaş var.

Birkaç hafta önce, bazı köşeleri “süsleyen” yorumların kesişme noktası “tezkere TSK’nin elini güçlendirir, demokrasi askıya alınır” idi. Sivillerin öldürülüşü ve 15 askerin şehit edilişinin ardından aynı “yorumlara”, “bu saldırılar acaba PKK’nin işi mi, yoksa sınırötesi operasyonu meşrulaştırmak isteyen güçlerce mi düzenlendi” imaları da eklendi. Tezkere geçince aynı ekip “aman bunu hemen kullanmayın, demokratik yolları ötelemeyin” diye iktidara çağrı yaptı.

Tezkerenin onaylanışının ardından başbakan ne dedi?: “Tezkere operasyon anlamına gelmez.” Bu söz, AB ve ABD’nin “Türkiye Kuzey Irak’a girerse zararlı çıkar” düşüncesiyle birlikte, tezkereyi sakatlamıyor mu?

***

Kabul edelim ki artık güney komşularımızdan biri ABD’dir ve “Kürdistan” adıyla devlet kurmaya çalışanların da “stratejik ortağıdır.” Hakkari Dağlıca saldırısı sonrası toplantı yapan Barzani ve Talabani, Türkiye’nin olası operasyonu halinde “ülkemizi savunuruz” demedi mi? Bu cesaretin kaynağı, “stratejik ortakları” ve Türkiye’nin “stratejik ortağı” ABD değil mi?

Sorular bunlarla da bitmiyor. Habur sınır kapısı neden kapatılmamaktadır? Dubai’de imzalanan antlaşma, tezkerenin kullanılmasına engel midir?

Kuzey Irak’a ucuz elektrik verilerek kime ileti gönderilmektedir? Türkiye’de PKK ile ortaklık kuran tarikat, cemaat ve aşiretler hangileridir?

ABD bugün, Kuzey Irak’ta PKK’yi koruyup kollarken, Türkiye ile “stratejik ortaklık” nasıl bir çelişkidir? Türkiye’nin ABD’ye yardım için Afganistan ve Lübnan’da bulundurduğu askerler nasıl oluyor da hala oradadır?

Hakkari Dağlıca’daki saldırının ertesi günü, geçtiğimiz yıllarda Dubai’de Türkiye’nin Kuzey Irak’a girmemesine yönelik anlaşma imzalamış olan şimdinin Dışişleri Bakanı Ali Babacan’ın “diplomatik yolları zorlayacağız” açıklamasını takiben, Talabani’nin “PKK eylemlerine ara verecek” sözü ciddiye alınabilir mi?

***

İktidarın “soğukkanlı olmalıyız” ya da “kan yerde kalmayacak” türünden açıklamaları, gösterilemeyen siyasi kararlılık ile çarpık “stratejik ortaklığın” kaybettirdiklerini geri getirebilir mi?

Kararlılığın gösterilmesi için 5 Kasım’da Bush ile yapılacak görüşme mi bekleniyor? Anlaşılan tezkerenin kullanılmasına ilişkin bir “tezkere” de Bush’tan almak gerekiyor. Peki, o güne kadar yeni bir saldırının olmayacağının güvencesini kim verebilir, "PKK terör örgütü değildir" diyen Barzani mi ? Yoksa "PKK liderlerini Türkiye'ye teslim etmeyiz" diyen Talabani mi?

Öyle bir komedi ki bu, kimse gülemiyor bile…

19 Ekim 2007 Cuma

DİKTATÖRLÜĞE HAYIR!
ALİ BULUNMAZ

21 Ekim'de, bir garip halkoylaması yapılacak. Neyi oylayacağız? Neyin, ne kadar değiştirildiğini biliyor muyuz? Bu işin nereye varacağını?

1982 Anayasası, yüzde 90’ı aşan oranda oy almamış mıydı? “Bizim çocuklar”ın baskısı, insanları 82 Anayasası’na, gönüllü gönülsüz, büyük bir destek vermeye sürüklemedi mi? O da bir halkoylamasıydı.

Aradan 25 yıl geçti. Şimdi görünürdeki soru şu: “Cumhurbaşkanını halk seçsin mi?” “Evet” mi “hayır” mı?

22 Temmuz seçimlerine, “bize cumhurbaşkanı seçtirmediler” türünden bir “mazlumluk” ve “cumhurbaşkanını cumhura seçtireceğiz” gönül okşamasıyla giren, ardından yüzde 46.6 oy alan ve mecliste kendi adayını seçen AKP, şimdi kafası karışık ve ne olacağından bir o kadar habersiz halka, “evet” desin diye baskı yapıyor. Neden?

Aldığı oyu, seçtiği cumhurbaşkanını, elde ettiği meclis başkanlığını ve yerel yönetimlerdeki gücünü pekiştirmek için. Parti diktatörlüğünü ve mahalle baskısını / mahalleye baskıyı daha da meşru kılmak, hatta yıllarca sürdürmek için.

Bir anlamda, “referandum kültürüyle” kimsenin karşı çıkamayacağı, medya ve elindeki tüm güçlerle istediği gibi yönlendirdiği halkı, “ulvi amaçlar”ı onaylatacak bir noter olarak gördüğü için.

Parlamenter demokrasiyi, ABD’nin çok daha rahat denetim altında tutabileceği başkanlık sistemine, oradan da diktatörlüğe dönüştürmek için.

“Cumhurbaşkanını ben seçeceğim” diye sevinenler olabilir. Fakat şu da düşünülsün: Bugün oy verdikleri parti başkanlarını, milletvekillerini, bakanları ve yöneticileri halk kendi mi seçti? Yarın cumhurbaşkanını da kendisi mi seçecek?

Büyük kandırmaca sürüyor. Bu yüzden diktatörlüğe “hayır” demenin sorumluluğu, önümüzde olanca ağırlığıyla duruyor.

17 Ekim 2007 Çarşamba

“ZORUNLU-SEÇMELİ” DİN DERSİ
ALİ BULUNMAZ

AİHM’in “Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi” dersi konusunda, Hasan Zengin’in yaptığı başvuruyu haklı bularak, isteyenin “ders”ten muaf tutulmasına ilişkin kararının ardından Milli Eğitim Bakanlığı (MEB) gerek içerik gerekse söz konusu “ders”in seçmeli hale getirilmesi noktasındaki çıkışlarıyla dikkat çekti.

MEB, öncelikle dersin içeriğini kültürel, bir başka deyişle tüm dinleri ve inançları kapsayacak biçimde değiştirmeye yanaşmayacağını ortaya koydu. Buna gerekçe olarak da, “dünyanın hiçbir yerinde böyle bir uygulama bulunmayışını” gösterdi.

Diyanetten Sorumlu Devlet Bakanı Said Yazıcıoğlu, “isteyen din dersinden muaf olabilir, isteyen dışarıda kalırsa kimse dava açmaz” diyerek, konunun bam teline bastı. MEB’in çelişkisi işte tam da burada ortaya çıkıyor. Zira uygulamasına yeni başlanacak olan Seviye Belirleme Sınavı’nda (SBS), “din kültürü sorularının” yer alması tasarlanıyor. AİHM’in kararı ise, din dersi”nin zorunlu olamayacağı yönünde. MEB’in bu yaklaşımı, AİHM’in kararının kendisini bağlamadığını / bağlamayacağını kanıtlıyor.

Bu durumda SBS’de puanını arttırmak isteyen ancak “din dersinden” de muaf kalmayı tasarlayan öğrenci, bu “dersi” almaya zorlanacak. Ayrıca “din dersi” yerine açılacak veya ona alternatif olacak herhangi bir dersi, Türkiye’nin tüm noktalarında verecek öğretmen bulunmaması halinde öğrenciler yine “din dersini” almaya zorlanabilecek. Aynı zamanda, bu dersten muaf olmak isteyen öğrenci ve ailesi ile ilgili olarak, “mahalle baskısı / siyasi baskı” devreye girebilecek.

Sonuçta hem MEB’in hem de toplumun baskısıyla “din dersi”, AİHM’in kararına rağmen, kağıt üstünde seçmeli ama uygulamada zorunlu olacak.

Türkiye’ye 12 Eylül’ün “hediyesi” zorunlu din dersi, bu tartışmaların ışığında “zorunlu-seçmeli” türünden mantık dışı fakat bir ülke gerçeği biçiminde yoluna devam edecek gibi görünüyor.

15 Ekim 2007 Pazartesi

“BİRKAÇ KIZGIN SÖZ”
ALİ BULUNMAZ

Ermeni soykırımı iddialarıyla ilgili tasarı, ABD Temsilciler Meclisi Dış İlişkiler Komitesi’den geçti. Hayatını bu konuya adayan Nancy Pelosi, istediğinin bir bölümünü aldı. Şimdi sıra, tasarıyı Genel Kurul’a getirmeye geldi. Pelosi, kasım ayı sonuna doğru tasarıyı Genel Kurul’a sunmanın hesabını yapıyor.

Tasarıya “hayır” oyu vermesi beklenen Komite Başkanı Tom Lantos’un oyu, o gün “evet”e döndü. Ancak Lantos, Türkiye’nin olası “tepkisi”ne yönelik, “Irak’taki ABD kuvvetlerinin lojistik desteğinin Türkiye üzerinden sağlandığını ve Türkiye’nin bu desteği kesmemesi gerektiğini” belirtti.

Ilena Ros-Lehtinen ise “kızı Irak’ta olduğundan tasarıya ‘hayır’ oyu verdiğini” ifade etti. Gan Burton, tasarıya karşı çıkışını “Ortadoğu’da artması muhtemel istikrarsızlık” olarak açıkladı. “Irak, Afganistan ve Filistin’de çatışmalar sürerken, ‘İran tehdidi’ gündemdeyken, bu tasarıya ‘evet’ denmemesi gerektiğini” söyledi.

Buradan baktığımızda tasarıya “evet” diyenlerin de hayır” diyenlerin de, pragmatik bir yaklaşım sergilediğini görüyoruz. “Evet”ler, ABD’deki Ermeni lobisine verilen sözlerden, “hayır”lar ise, ABD’nin Ortadoğu’da daha da tökezlemesinden korkulduğu için kullanıldı. Pelosi ve ekibinin, bu kadar ağır ve karmaşık bir konuyu iç politikaya alet ettiğini söylemek de yanlış olmaz.

Ya Türkiye’de bu konuya ilişkin tepkiler ne durumda? İncirlik üssünün kapatılması, ABD askerlerinin Irak’tan çekilmek için Türkiye üzerinden geçmesine engel olunması ve ABD silah firmalarının ihalelerden dışlanması… Tayyip Erdoğan esip gürlüyor, ABD’de oylamayı izleyen Egemen Bağış da. Ama bu tepkiler, günlük siyaseti kurtarma ve iç politika mezesi olmaktan öteye gitmiyor. Çünkü AKP’nin, ABD tarafından yaratılıp büyütüldüğü; korunup kollandığı düşünüldüğünde, “stratejik ortaklığın” buna / bunlara engel olacağı açıkça ortaya çıkıyor.

Türkiye’de resmi ağızlardan hiç düşmeyen “kırmızı çizgiler”, “mor”a oradan da “yeşil”e dönerken, onaylanan tasarı sonrası Türkiye’nin “tepkisi” ile ilgili en ilginç yaklaşım, Demokrat Parti California Milletvekili Bred Shermen’dan geldi. Shermen, “Ankara’dan sadece birkaç kızgın söz gelir” diyerek, Türkiye’nin ortaya koyacağı tepkilerin ABD’de ne kadar ciddiye alındığını / alınacağını göstermiş oldu.

ABD, Süleymaniye’de Türk askerinin başına çuval geçirişinin ardından, neler “yaşandığını” daha doğrusu neler yaşanmadığını hatırlıyor. Şimdi Türkiye, tasarı Genel Kurul’a gelene kadar “yazılı tepkiler” verecekmiş; bekleyip görecekmiş. “Birkaç kızgın söz” ile vaziyet idare edilecek herhalde…

12 Ekim 2007 Cuma

TORNADAN ÇIKMIŞ DÜŞÜNCELER, YAZILAR, YAZARLAR…
ALİ BULUNMAZ

Abdullah Gül’ün “örgüt içi münferit bir olay” diye tanı koyduğu, PKK’nin 15 askeri şehit edişinin ardından gündeme gelen sınır ötesi operasyon, tezkere ve onların yan tartışmaları, hem ilginç açılımları belirginleştiriyor hem de turnusol kâğıdı işlevi görüyor.

Barzani’nin danışmanı Fuad Hüseyin, “Irak ‘Kürdistan’ına’ düzenlenecek askeri bir harekât her şeyi içinden çıkılmaz bir hale getirecektir” dedi. ABD de, Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Sean McCormack’ın “tek taraflı operasyonun soruna kalıcı çözüm olabileceğinden emin değilim” şeklindeki ifadesiyle, Hüseyin ve Barzani ile aynı görüşü paylaştıklarını gösterdi.

Irak İçişleri Bakanlığı da durumu, hemen hemen aynı saatlerde, “sınır ötesi harekât Irak’ın egemenliğine yapılmış bir tecavüzdür” biçiminde özetledi.

Bu, konunun dışarıdaki yansıması. Fakat daha önemli olan, Türkiye’deki “ilginç” tartışma ve açıklamalar.

Fehmi Koru 10 Ekim günkü yazısında, şunları dile getiriyordu:

Şimdilerdeki PKK terörü, örgütün bilinen amaçlarıyla örtüşmüyor (…) Sınırları dışına askeri müdahalede bulunmak zorunda kalmış bir ülkede, arkasında ne kadar halk desteği bulunursa bulunsun, sivillerin borusu ötmez olur ve askerler ön plana çıkar.”

Bu ne demek? Fethullahçılar, Kürt-İslam sentezcileri ve ikinci cumhuriyetçilerin soruya ortak yanıtı, “askere yetki verilirse demokrasi zamanla askıya alınabilir” ya da “her şeyi askere bırakmak yanlıştır” biçiminde.

AKP Diyarbakır Milletvekili İhsan Arslan’ın sınır ötesi harekât ile ilgili sözleri ise, akılları karıştıracak nitelikte. Arslan, Türkiye’nin Kuzey Irak’a girişinin “içeride tepkilere yol açacağını” belirtip; “İstanbul, İzmir, Antalya, Diyarbakır veya Şırnak’ta ne gibi tepkiler olacağının hesaplanması gerektiğini” ifade etti.

AB basınının ve yetkililerinin büyük bölümü, “harekâtın üyelik sürecini olumsuz etkileyeceğini” yinelerken, tezkerenin gündeme gelmesini “hükümetin askere boyun eğmesi olarak” yorumladı.

Saldırı ve sonrasında yaşanan tezkere konusuna ilişkin tartışmalarda, birbirinin kopyası bunca görüşün varlığı ne ifade ediyor?

Tezkereyi fırsat bilen ikinci cumhuriyetçiler ile dinci basın, askere yetki verilmesinden / verilecek olmasından yararlanarak korku ortamı yaratmaya çalışıyor, ağızlarından hiç eksik etmedikleri bir biçimde.

Fakat bundan daha vahim bir tablo, şu ortamda bile “terörle yaşamaya alışmalıyız” imalarıyla dolu yazılar döktürülmesi, bu “fikrin” pervasızca söylenegelmesi…

10 Ekim 2007 Çarşamba

“SÖZÜN BİTTİĞİ YER” Mİ?
ALİ BULUNMAZ

Yirmi dört saat içinde 15 askerin şehit edilmesi üzerine, Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçeksözün bittiği yerdeyiz” dedi. Gerçekten öyle mi?

Türkiye’de aylardan beri sınır ötesi harekât tartışılıyor. Öte yandan “Kürt sorunu”na ilişkin açılımlar yapılıp, “barışçıl ve diyalogla” çözüm üretilmesine dönük fikirler ortaya atılıyor. “Genel af”, “siyasi tanınma” gibi öneriler(!) getiriliyor. Ama gözden kaçan ya da bilinçli şekilde kaçırılan noktalar var.

Bir kere Kürtçü (Kürt kökenlileri siyasi amaçları için kullanan) kesim, hem PKK’yi hem de “Kürt sorunu” olarak adlandırdıkları Kürtçülülük sorununu, salt siyasi sorun biçiminde görme eğiliminde. Kuzey Irak’ta kurulmaya çalışılan “Kürt devleti” ve Güneydoğu’da kotarılmaya çabalanan “eyalet”e en büyük katkı da buradan geliyor. Sırrı Sakık’ın sözlerini hatırlayalım: Biz hepimiz tek millet değiliz.”

Kürtçülerin içinde yer aldığı ortaklıkta, AB ve ABD başı çekiyor. Örneğin AB’nin kasım ayında açıklayacağı İlerleme Raporu’nun ön metninde “DTP’nin grup kurması, azınlıklar konusundaki çözümün kolaylaşmasını sağlayacaktır” deniyor. Bu ne demek? AB, Türkiye’de yaşayan Kürt kökenli yurttaşlarımızı azınlık statüsünde değerlendiriyor. Bunun en büyük destekçisi de Türkiye’deki Kürtçü kesim.

Diyarbakır’da düzenlenen “Kürt Konferansı”ndaki kimi sözleri anımsamakta yarar var:

“Kürtler azınlıktır.”
“Sizin terör dediğinize biz terör diyemeyiz, dersek sizleşiriz.”

“DTP’yi anlamlı kılan PKK ile organik bağıdır.”

Şimdi böylesine bir destekle PKK’nin eylemleri arasında bir bağ var mı? Varsa nasıl bir bağdır bu? Baktığımızda, PKK ve Kuzey Irak’taki yönetimin yakından ilişkili olduğunu görüyoruz. Kuzey Irak’taki siyasi oluşuma doğrudan veya dolaylı biçimde destek verenler, Barzani, CIA ve AB’nin yardımıyla oluşan terörü gözden kaçırma ya da görmezden gelme eğilimindedir. Aynı kesimle birlikte, Kuzey Irak yönetimi de “PKK, Türkiye’nin iç meselesidir” görüşünde birleşmiyor mu?

Ancak PKK, Türkiye’deki saldırılarında lojistik desteğini Kuzey Irak’tan sağlıyor. Geçtiğimiz haftalarda ortaya çıkan ABD silahları ile Alman ve Rus yapımı silahların bölgeye gelişi, PKK terörünün arkasında kim / kimler bulunduğunu göstermeye yetiyor. ABD Ankara Büyükelçisi Ross Wilson, Amerikan silahları ile ilgili olarak “karaborsaya düşen silahları PKK satın almış” diyor. Bu açıklama inandırıcı mı?

* * *

On beş askerimizin şehit edilmesinin hemen arkasından toplanan Terörle Mücadele Yüksek Kurulu, “yetkili mercilere talimat verilmiştir” açıklamasıyla, sınır ötesi harekâta ilişkin bir girişimin yolunu açmış gözüküyor.

Fakat hem ABD hem de AB bu tür bir operasyonunun karşısında konumlanıyor. Gerek AB gerekse ABD, Kuzey Irak’a yapılacak operasyonunun, “Irak’ın toprak bütünlüğüne yönelik bir tehdit olduğu” görüşünde birleşiyor. Barzani ve Talabani de bunu mutlulukla paylaşıyor. Çünkü söz konusu petrol veya Kerkük referandumu olunca “Kürdistan”, Türkiye’nin operasyon ihtimali olduğunda ise “Irak” demeyi tercih ediyorlar. Kısacası durumu ve devleti, olaylara göre tanımlamayı uygun buluyorlar.

Üstelik AB, sınır ötesi harekât gerçekleştirdiği takdirde “Türkiye ile üyelik müzakerelerinin durdurulabileceği” tehdidini dillendiriyor.

Kürtçülük sorununu “Kürt sorunu” biçiminde adlandıranlar, PKK’li teröristlere “kardeşimiz” veya “gerilla” diyenler ve PKK’ye terör örgütü diyemeyenlerle; terör örgütünü “özgürlük savaşçısı” ve ona destek verenlerin öncülüğündeki, Kürt kökenli yurttaşlarımızın bütününü temsil etmeyen ama Kürtleri siyasi malzeme haline getirmeye çalışanların, kanlı eylemlerinde PKK’nin ekmeğine yağ sürdüğü bir gerçek değil mi?

Şimdi kimse çıkıp da gösteri yapmamalı. “Sözün bittiği yerdeyiz” denmemeli. Çünkü Türkiye dört bir yandan kuşatılmış durumda. Bir uzman ne diyor?: “Türkiye Kuzey Irak’a girerse, bu bir işgal olur.” O halde o uzmana soralım: Size maaş veren ülkenin topraklarında, değil on beş, beş asker öldürülse, acaba o ülke söz konusu eylemi gerçekleştirenlere ve onların konuşlandığı ülkeye ne yapar? Sadece bu “uzmanın” dedikleri üzerine bile pek çok şey söylenebilir.

Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral İlker Başbuğ’un “PKK’e katılımın engellenmesi noktasında siyasi irade yetersiz kaldı” belirlemesi doğru değil mi? Görenler ve bilenler konuşuyor. Yani “sözün bittiği yerde” değiliz. Asıl şimdi konuşmalıyız, çünkü herkes kartlarını açık oynuyor…