30 Ağustos 2007 Perşembe

MİLLİ GÖRÜŞ ÇANKAYA’DA
ALİ BULUNMAZ

Bu başlık, 28 Ağustos’un gerçek manşetidir ve Milli Görüş’ün Çankaya’ya çıktığı gündür. Tarih bunu böyle yazacaktır.

“Rektör ve askerler türbana selam duracak”, “bu düzen değişmeli”, “Anıtkabir’de sap gibi duruyorlar” ve “bu millet isterse laiklik elbette elden gidecek” türünden ifadelerin dillendirildiği bir geleneğin temsilcisi ABDullah Gül artık Çankaya’da ve Türkiye’nin 11. cumhurbaşkanı. ABDullah Gül kim?

Refah Partisi iktidarında “kayıp trilyon” davasıyla ilgili olarak yargılanan, dokunulmazlık yüzünden yargılamasına ara verilmiş bir zanlı. O dönemki genel başkanı Necmettin Erbakan siyasi yasaklı. ABDullah Gül ise şimdi cumhurbaşkanı.

Hem de eşi, sıkmabaş ile üniversite okuyamadığı gerekçesiyle Türkiye’yi AİHM’e şikayet etmiş, Abdullah Gül Dışişleri Bakanı olunca davayı geri çekmiş bir cumhurbaşkanı.

İktidar olabilmek için “değiştik” diyen “yenilikçi Milli Görüş”ün cumhurbaşkanı. Zaten kendisi de, “biz 28 Şubat’tan çok önemli dersler çıkardık” diyerek bunu doğrulamıştı. O halde nerede kaldı özü sözü bir tanımı ve nitelemesi?

Değişmek bu kadar kolay mı? Gömlek değiştirilir, gardırobunuz zenginse renk renk, desen desen gömleği giyip çıkarırısınız. Ama düşünceniz, kökten bağlı bulunduğunuz değerler ve zihniyetiniz, bunlar “değiştim” demekle değişir mi?

28 Ağustos, Türkiye için bir dönüm noktası. Yalnızca AKP oylarıyla seçilen Milli Görüş temsilcisi Abdullah Gül’ün doğrudan destekçileri kim? ABD, AB, Kürtçüler,Barzani, Talabani, Rum ve Ermeni diasporası, Sorosçu “aydınlar” ile medyanın hatırı sayılır kısmı.

Dolaylı destekçileri ise MHP ve DSP. Ve belki üzerinde en çok düşünülmesi gereken de bu.

Şimdi yeni bir döneme giriyoruz. Bu dönemin ana ekseni ve amacı ise, dinciliği “ılımlı” ya da “muhafazakar demokrat” etiketiyle pazarlamak ve Atatürkçülük ile Atatürkçüleri “ötekileştirmek.”

Bugünün özü de sözü de bu…

25 Ağustos 2007 Cumartesi

HESAPLAŞMANIN AYAK SESLERİ...
Ali BULUNMAZ

Türkiye İslamlaştırılıyor mu? Dincilik gemi azıya aldı mı? Toplum, din pazarlamacıları ile onların destekçisi medya ve “aydınların” yörüngesine girmeye başladı mı?...

Soru listesini uzatabilirsiniz. Ancak bu soruları 18 Ağustos’ta, Elçin Poyrazlar’ın Brüksel’de Zerdüştlük Çalışmaları Avrupa Direktörü Khosro Khazai ile yaptığı söyleşinin, Cumhuriyet’te yayımlanan metnini okuyup bir kez daha sormalıyız. Khazai, İran Devrimi’nin yarattığı acıları derinden yaşamış bir isim. Söyleşide, 1979’da “zengin kadınların, öğrencilerin ve sözde aydınların, mollaları desteklediğini” belirtiyor. O dönemde İran’a “demokrasi” getirmeye söz veren mollaların, aynı zamanda insanlara daha çok “özgürlük” vaat ettiğini de ekliyor. Poyrazlar’ın Khazai ile söyleşisi, bu noktada Türkiye-İran karşılaştırmasına dönüşüyor. Yıllar önce, “İran-Türkiye” başlıklı bir kitap yazıp, mollaları eleştiren, şimdilerde Türkiye’nin en “muteber” tarikatının önemli yüzlerinden ve bir partinin genel başkanlığına aday olan kadın yazarımız, bu söyleşiyi okudu mu acaba? Okuduysa ne düşündü? Bilemeyiz.

Bir de “demokrasi” havarisi kesilen kimi “aydınlarımız”, Khazai’nin “mollalar şahı devirip, ‘demokrasi’ getireceklerini söyledi ve ilk başlarda çok ılımlıydılar” sözlerini, güncel deyişle “nasıl okudu” acaba? Peki, AB süreci; AKP ile AB bağıntısı? Khazai bunu, “Türkiye AB’ye girerse İslami bir devlet kurulamaz; belki onlar (AKP) da ne yaptıklarını bilmiyor ya da AB’ye giriş gibi bir popülizm oyunu oynuyorlar” şeklinde açıklıyor.

Soru şu: Yılmaz Esmer’in son araştırmasında vurguladığı gibi, AKP’ye oy verenlerden yüzde 83’ünün “kadının havuz kenarında mayo ile dolaşması günah” dediği bir ortamda, AKP’nin tabanı AB üyeliğine ve Avrupa’nın düşünce ile demokrasi geleneğine evet diyor mu? Yoksa AB projesi, pragmatik ve görünürdeki bir tasarı mı? Araştırmada, aynı kişilerin yüzde 59’unun din kitaplarını, bilime ve bilimsel buluşlara tercih ettiği de bulgulanıyor. Melih Gökçek, “Allah isterse Ankara’nın susuzluk sorunu biter”; hocası Fethullah Gülen, “kuraklık, insanın günahkârlığından kaynaklanıyor” demedi mi? Khosro Khazai’ye kulak verelim yeniden: “Türkiye’de İslami rejim, İran’daki gibi devrimle değil; oldukça yumuşak ve yavaş biçimde gelecektir.”


“Sophia Loren türbanı” aldatmacası / yönlendirmesi, “dindar cumhurbaşkanı” propagandası, şarapla yapılan yemeğin “haram olup olmadığı” saçmalıkları, “Gül benim cumhurbaşkanım olmayacak diyenler, vatandaşlıktan çıksın” yaklaşımı ve AKP’nin, Avrupa’daki Hıristiyan Demokratlara benzetilme çabası… Bu örnekler bile, Khazai’nin vurguladığı gibi “yavaş ve yumuşak bir şekilde” dinciliğin egemen oluşunu gösteriyor. Bu arada, muhalif sesler susturulup, zapturapt altına alınır; din baronları Türkiye’yi parsel parsel kuşatırken, Atatürkçüler “öteki” haline getirilmeye çalışılıyor. Her şey şimdilik “ılımlı”, ama 84 yılın hesaplaşması kıyasıya ve hızla sürüyor.

Bir kez daha soralım ve düşünelim: Türkiye İslamlaştırılıyor mu? Dincilik gemi azıya aldı mı? Toplum, din pazarlamacıları ile onların destekçisi medya ve “aydınların” yörüngesine girmeye başladı mı?...

21 Ağustos 2007 Salı

OYUN…
ALİ BULUNMAZ

Türkiye’de sosyal demokrasinin talihsizliği mi yoksa doğası mı, tam teşhis koymak zor ama sosyal demokrasiyi temsil eden partilerin birleşmesi ya da işbirliğine yönelmesi sonuç getirmiyor ve bu partiler birbirinden oy alma hesabı yapıyor.

22 Temmuz öncesi, CHP-DSP işbirliği ufukta görünmemişken, DSP lideri Zeki Sezer akıllara zarar bir açıklama yapmış ve “bu seçimde CHP’den oy alacağımıza inanıyoruz” demişti. DSP’nin oy alması / oylarını kendisine çekmesi gereken kesim CHP mi yoksa AKP’nin oy deposu olan yoksul kitle mi(ydi)?

Seçime bir arada giren iki partinin oyu, istenen düzeye ulaşamayınca hemen sesler yükselmeye, sığ eleştiriler yapılmaya başladı. CHP, yine iç sorunlara gömüldü. DSP ise kazandığı 13 milletvekili ile parlamentoda, parti kimliği ile temsil edilmeye başladı.

Ancak her iki parti de, 22 Temmuz’daki oy oranının düşüklüğü veya beklentileri karşılamamsı ile ilgili akılcı açılımlar yapamadı. Üstelik CHP ve DSP’den işbirliğine taş koyanlar da oldu. CHP’de Baykal muhalifleri, DSP’de de CHP karşıtları ile Gülen cemaatine yakın isimler, işbirliğinin artabilecek oyunu aşağı çekti.

Şimdilerde CHP, sert muhalefeti yüzünden "marjinal" ve "köhnemiş" olarak gösterilirken; DSP, basının (sosyal demokrasiyi daha da parçalama ve çekişmelere mahkum etme harekatının bir parçasını oluşturan) görece yoğun ilgisinden memnun. Öyle ki 2009 yerel seçimlerine tek başına gireceğini duyurması, henüz gereken derslerin alınmadığını gösteriyor. İşbirliği, genişletileceği yerde; elde avuçta kalan ve bin bir zahmetle kazanılan belediyeler de, 1994’teki akıl dışı hesaplaşmalara benzer şekilde, AKP’ye teslim edilmeye hazırlanıyor.

DSP kendini kandırmaya ve kendisine biçilen “ılımlı muhalefet / sosyal demokrat” rolünü benimsemeye, CHP sorunları ile çözüm yollarını görmezden gelmeye ve SHP de dışlanmaya devam ediyor. Buna da en çok, sosyal demokratları birbirine kırdırmayı düşünen AKP ve yandaşları memnun oluyor.

17 Ağustos 2007 Cuma

TEYEMMÜM, TEVEKKÜL VE TEREDDÜT!
ALİ BULUNMAZ

Ankara’da günlerdir su sıkıntısı yaşanıyor. Üstelik bu sıkıntı, yıllar öncesinden görülmesine, “ilgili” ve yetkililere duyurulmasına rağmen, zamanında önlem alınmamasının bugün yaşanan sorunların katlanmasına yol açtığı da bilinen bir gerçek.

Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek ise sorunu “taşıma su” ile çözmeye çabalıyor. Yıllar önce, projesi ve kredi anlaşması hazırlanan Gerede suyu yerine (ki şimdi RTE’nin araya girmesiyle Gökçek ikna oldu), sağlığa zararı ve maliyeti yüksek Kızılırmak suyunu Ankara’ya getirmeye çalışıyor.

Peki, ya kuraklığı nasıl açıklıyor?: “Allah isterse yağmur yağdırır, su sorununu çözer.”

“Çözüm” önerisi ne?: “İnançlı Ankaralılar yağmur için dua etsin!”

Bunun adı sorumluluktan kaçmaktır, aymazlıktır, inkârdır. Bu, iş bilmezliktir veya “adam sen de” anlayışının yanımasıdır.

Eski Diyanet İşleri Başkanı Tayyar Altıkulaç, “inançlı Ankaralılar”ın ibadetini aksatmasına gerek olmadığını belirtip, bunun için “teyemmüm”ü öneriyor. Teyemmüm, 12 Eylül’le birlikte zorunlu hale getirilen din derslerinde öğretilen (kafalara nakşedilen) bir abdest alma biçimi. Suyun olmadığı yerde toprakla veya kaya parçalarıyla abdest almanın adı.

Altıkulaç ibadet için “teyemmüm”ü, Gökçek ise kuraklığı önlemek için “inançlı Ankaralılara dua etmelerini” öneriyor.

Kuraklık gibi herkesi etkileyen bir sorunda bile, inançlı olan-olmayan ayrımı yapılması ise tereddüt doğuruyor. Demek ki Melih Gökçek tüm Ankaralılar’ın belediye başkanı değil. Demek ki o, susuzluğun çözümünü “Allah’a havale eden”lerin belediye başkanı!

Melih Gökçek ve yandaşları, kime / kimlere hizmet ettiklerini böylece açığa vurmuş oluyor. Bu da doğal olarak tereddütleri beraberinde getiriyor.

Sonuçta geliyorum diyen ve bugün Ankara’yı kavuran kuraklık da çözümü de tevekkül yöntemiyle tereyağından kıl çeker gibi Allah’a havale ediliyor. Bunları kaç kişinin kabul ettiğini anlamak için de, 2009’daki yerel seçimleri beklemek gerekiyor...

12 Ağustos 2007 Pazar

İKİ AKP
ALİ BULUNMAZ

Fas, Eylül ayında seçime gidiyor. 1999’dan bu yana tahtta olan Kral Muhammed’in, yükselişe geçen ve tanıdık bir rakibi var: AKP.

Fas’ta İslamcı olarak bilinen Adalet ve Kalkınma Partisi, bu nitelemeyi reddederek kampanya yürütüyor. AKP lideri Selahaddin Osmani, “İslamcı değiliz, Avrupa’daki Hıristiyan Demokratlar gibi muhafazakar demokratız”diyor. Evet, “muhafazakar demokrat !”

1998’de Birleşik Reform Hareketi olan adını, Adalet ve Kalkınma Partisi şeklinde değiştiren İslamcı hareketin baş hedefleri “özgürlükleri genişletmek ve ekonomiyi iyileştirmek.”

Fas’taki AKP’nin lideri, kendine Türkiye’deki AKP lideri Erdoğan’ı örnek aldığını ifade edip, “ne Suudi rejimi ne de Mısır’ın Müslüman Kardeşleri; ben kendime Türkiye’deki AKP’yi model seçtim” diyor.

Uzun vadeli hedeflerini Fas’ın AB üyeliği olarak açıklayan AKP’nin yükselişinden ise, Afrika’nın en geniş haklarına sahip olan kadınlar endişe duyuyor.

Kuzey Afrika’daki “ılımlı İslam” temsilcisi AKP, hedefleri, yükselişi, örnek aldıkları ve iktidar yürüyüşüyle bize kimleri hatırlatıyor?

“Ilımlı İslam” projesi, bir virüs gibi zayıf veya uygun bulduğu her Müslüman ülkeye yayılmayı sürdürüyor. BOP, yoluna emin adımlarla devam ediyor…

6 Ağustos 2007 Pazartesi

NASIL ANLATMALI?
ALİ BULUNMAZ

Her şey bozulup yozlaşıyor. Aynı gemideyiz; ama birbirimizden uzak ve yan yana. Özenle tüm değerlerin ve değerli olan ne varsa, hepsinin içini boşaltıp kirletiyoruz.

Arabamıza bağladığımız iki at, ters yöne doğru koşuyor aynı anda. Gelişiyoruz, kalkınıyoruz ve hayat şartlarımız iyileşiyor deniyor bir yandan, ama beri yandan gözlerimizi maziye, yüz yıllar öncesinin koşullarına dikiyoruz. Kaybediyoruz, kaybetmeye başladık ama gülümsüyoruz. Kimimiz acı acı kimimiz de kıvançla.

Bir ses çalınıyor kulağımıza, “aman sözümüzden çıkmayın” diyor; “her şey daha güzel olacak.” Kabulleniyoruz, ama “kendiniz olmayın, biz sizin için en iyisini biliriz” buyuruyor aynı ses. Ya onur ya erdem diyecek oluyoruz; “küreselleşin”, “zamanın ruhuna bırakın benliğinizi” diye kestirip atıyor.

“Biz her şeyi düşündük, sakın vazgeçmeyin” telkinleri havada uçuşuyor. Ya emek ya hak diyoruz; “ılımlı” olun ve “ezberinizi bozun” öğüdünü alıyoruz.

Bozuluyor. İyi de neydi “ezberimiz”? Onur, emek, bağımsızlık… Hayır, artık “ben” var, “onlar” var, bağımsızlık yerine koşulsuz bağlılık var diye kazınıp belleğimize; yılların getirdiği, bin bir emekle kurulan güzel ve doğru olan ne varsa, hurdaya çıkarılıyor. H.W. Shaw’un dediği gibi “fare deliğinden bile geçen yanlışlık, kapılardan sığmayan doğruluğa” üstün geliyor. Anlayacağınız izler ve renkler birbirine karışıyor, “renksizlik” dayatılıyor.

Her geçen gün bozuluyor ne varsa, yozlaşıyor. Yalan ve dolan, yaşamımızı sarıp sarmalıyor. Kendisiyle sınırlar çektiğimiz kavramlar, gün geçtikçe bulanıyor; anlaşılmaz ve tüm içeriğinden yoksun hale getiriliyor.

Sınırsızlık ve ölçüsüzlük, en büyük hapislik değil mi? Ama bizi bunlar korkutmuyor ne yazık ki! Çekincemiz doğrular, sınırlar ve gerçek. Tam da bu yüzden bize altın tepsi ile sunulan yalanlara kanıyoruz, kanmak istiyoruz. Asıl buradan, bu karmaşadan; kör topal gidişten sığınacak bir ezber yaratıyor ve ona sığınıyoruz.

Şimdilik bu böyle sürüp gidiyor, ta ki kendimizle yüzleşinceye ve tehlikenin farkına varıncaya ya da yüzey ile derinlik ayrımını yapıncaya kadar…

2 Ağustos 2007 Perşembe

YANDAŞ DEMOKRASİSİ
ALİ BULUNMAZ

Türkiye’de demokrasi bugüne dek çeşitli sıfatlarla nitelendi. Bazen “alaturka” dendi, bazen “takunyalı.” Şimdilerde yabancı basın, yeni bir nitelemeyi gündeme getiriyor: “Türk-İslam demokrasisi.” BOP’un “eşbaşkanlığını” yürüten ve bu yolla Türkiye’yi Ortadoğu’daki köktendinci yönetimlerin “yumuşatılması” adına model hale getirmeye çalışanların yardımlarına kulluk edenler yüzünden oluşuyor bu niteleme.

Demokrasi, aslen bireylerin toplumda ortak söz ve eylem hakkına sahip olması demek. Ama bugün Türkiye’de AKP iktidarı eliyle demokrasinin ve bireyin ne hale getirildiği / getirilmeye çalışıldığı ortada. Herkesin kendine göre ve işine geldiği gibi bir demokrasi tanımı yaptığı Türkiye’de, dışarıdan dayatılan ve yozlaştırılan (Türk-İslam demokrasisi gibi) tarifler de bulunuyor.

22 Temmuz gecesinden başlayarak, AKP’ye tam destek veren dış basında “laik azınlık”, “orduya tokat”, “laik elitlerin ve ordu eliyle dayatılan Kemalizm’in yenilgisi” türünden yorumlar yapılmaya başlandı. Anlayacağınız AB sevinçli, ABD mutlu; kimi “sivil toplum kuruluşları” ile onların kara para sihirbazlarının üs üniversitelerindeki “teorisyen” ve AKP’nin "fahri danışmanları" ile okyanus ötesinde yaşayan tarikat şeyhleri kutlu.

Zaten hemen seçim sonrası başlatılan “sivil anayasa” ve bu anayasada “Atatürkçülük ile Atatürk ilke ve inkılâpları kavramlarının yer almaması gerektiğine” ilişkin tartışma da, bu kutlu ve mutlu olma halinin göstergesi.

Türkiye’de 2002’den beri, AKP ve ABD ortaklığıyla yürütülen toplumsal dönüşüm projesi halka dayatılıyor: Toplum hızla muhafazakârlaştırılırken, demokrasinin olmazsa olmazı laiklik; “ılımlı İslam” misyonerleri tarafından yozlaştırılmaya çalışılıyor. Çağdaşlık, çoğulluk ve aydınlanma düşüncesi karşısında dincilik, ayrımcılık ve etnikçilik pişirilip önümüze konuyor. Bir başka deyişle demokrasi, ortak söz ve eylem zemininden uzaklaştırılıp; AKP’nin, yandaşlarına sunduğu olanakları ve ayrıcalıkları kapsar hale getiriliyor ki, bu da fütursuz bir “ben ve diğerleri” ayrımından başka bir anlama gelmiyor. Bunun en “güzel” örneklerini medya, iş dünyası ve günlük yaşamda görebiliyoruz.

AKP’nin kendi zihniyetini dayattığı ve toplumun yapısını ağır ağır değiştirdiğinin resmi olan toplumsal dönüşüm projesinin, en önemli sonucu yandaş demokrasisi ve onun en açık seçilebildiği olay da yolsuzluk. AKP’nin en çok oy aldığı birkaç yer (örneğin Bingöl, Gümüşhane, Hatay, Ağrı, Nevşehir, Samsun…), AKP’li üye ve yöneticiler ile ilgili, yolsuzluk iddia ve bilgilerinin ayyuka çıktığı yerler aynı zamanda. Bu iddia ve bilgiler, AKP’nin işine yaramış gözüküyor; nitekim bu seçim bölgelerinde halkın iktidar partisine verdiği desteğin belirgin bir biçimde arttığı görülüyor. Bunun sosyolojik ve psikolojik açıklaması için de derin araştırmalar yapılması gerektiği sonucu doğuyor.

Fakat görünen o ki, AKP iktidarı döneminde haksız kazanç elde etme bir “erdem”e dönüşmüş ve oy kazandıran bir edim haline gelmiş. Yandaş demokrasisi, kendini burada da hissettirmiş kısacası. Rakamlar öyle diyor.

ABD tarafından yaratılan AKP’nin ortaya koyduğu toplumsal dönüşüm projesi, siyasetten ekonomiye, günlük yaşamdan kültüre kadar her alana nüfuz etmiş durumda. “Demokrasi tramvayı” da tam yol ilerliyor. AKP’nin ağır topları, zamanında “araç” dedikleri ve şimdilerde bunu doğrular biçimde yandaş demokrasisi haline getirdikleri sistemle, toplumu “ılımlı İslam”a ve kendi zihniyetlerine alıştırmaya çalışmıyor mu? İşin özeti de bu: “Benden olmayanları” çeperde bırakma (: marjinalleştirme veya uçta kabul ettirme), etkisizleştirme ve “onlardan” intikam alma harekâtı düzenleme. İşte size yandaş demokrasisi, son derece “orijinal” ve bir o kadar da işlevsel!