30 Ocak 2008 Çarşamba

AKP’NİN GERÇEK GÜNDEMİ VE AYRIŞMA
Ali BULUNMAZ

AKP ve MHP anlaştı, türban ve sıkmabaş üniversiteye giriyor. AKP kurmayları ile MHP’liler, “düzenlemenin üniversiteyle sınırlı kalacağını” ısrarla vurguluyor. Ancak karşı görüşler, ilköğretimden kamuya kadar her alanda türban ve sıkmabaşın önüne geçilemeyeceğini dile getiriyor.

AKP Konya milletvekili Hüsnü Tuna ile Isparta’nın AKP’li belediye başkanı Hasan Balaman, “türban her yerde serbest olmalı” dedi. Partileri ise “usulen”, doğabilecek tepkileri susturmak adına “inceleme” başlattı. Komedinin önde gideni!

AKP, türban ve sıkmabaşı bir bütün halinde serbest bırakmayı düşünüyor. MHP de, buna çanak tutuyor. “İnceleme” başlatılan AKP’liler gerçeği söylüyor. Türban ve sıkmabaş, resmi olmasa da fiilen belediyelerde, okullarda ve diğer kamu kuruluşlarında, hatta TBMM’de bile kullanılıyor.

***

Davos’taki Türk heyetinin eğlencelerle kendini tatmin ettiği süreçte, Türkiye’de türban ve sıkmabaş tartışması yaşandı. AKP ve MHP, “özgürlük” ve “eşitlik” söylemiyle hukukun etrafından dolanarak, Anayasa’da değişiklik yapma çalışmalarını sürdürdü.

AKP döneminde hukukun arkasından dolanma, yani hukuk tanımazlık “kural” haline geldi. Oy kaygısına düşenler de, AKP ile aynı yolun yolcusu oldu.

Şimdi AKP ve MHP’nin, Anayasa’da türban ve sıkmabaş değişikliğine yönelik çalışmaları, resmileşmeyi bekliyor. Bu arada yaşanan tartışmalara Abdullah Gül de katıldı. “Önemli konuları halkın oyuna sunmakta yarar var” diyen Gül, Tayyip Erdoğan’ın “referandum kültürü” ifadesine mi gönderme yaptı acaba?

Ekim 2007’de ne demişti Erdoğan?: “Türkiye bundan böyle referandum kültürüne de alışmalıdır. Bu ülkede öyle konular gündeme gelecektir ki, bu konuları artık sahibine göndereceğiz.”

“Öyle konular” denilen konulardan biri, şimdiki türban ve sıkmabaş düzenlemesi midir? Bunun ötesi var mıdır?

***

Türkiye, sıkmabaş ve türban düzenlemesi ve tartışmasıyla ikiye bölünmeye çalışılıyor. Burada “eşitlik” ve “özgürlük” söz konusu değil. Asıl yapılmaya çabalanan, toplumu laik cumhuriyetten yana olanlar ve olmayanlar biçiminde ayrıştırmaktır.

Gül’ün belirttiği “halka götürme” anlayışı, yarın bir gün bu ve daha ileri bir düzenlemenin oylanmasına vardırılabilir mi Türkiye’de?

AKP, yanına aldığı MHP ile bir yandan türban ve sıkmabaşı dayatmaya çalışıp, bunun adını “normalleşme” koyarken öte yandan parti içinden kimi isimlerin ağzından gerçek gündemini gün ışığına çıkararak tepki ölçüyor.

Ancak tüm bunların ülkeyi nereye sürüklediği, her iki partinin yetkilileri tarafından etraflıca düşünülüyor mu? Burası tartışmalıdır…

28 Ocak 2008 Pazartesi

KADIN SORUNU KİMİN SORUNU? (*)
Ali BULUNMAZ

2002’de AKP’nin iktidara gelişinin ardından, bir kadın akademisyenimiz “kimse zorla benim başımı örtemez” demişti. Şimdilerde yaşananlara baktığımızda, bu kısmen doğru. Çünkü öyle bir oyun oynanıyor ve dincilik ile sıkmabaş öyle pazarlanıyor ki, örtünme adeta özendiriliyor, hatta pek çok kapı açıyor. Üstelik türbanda ve haşemada “moda renkler” belirleniyor, kimi dinci kadın yazarlar “giyinmek rahatlık getirir” gibi fetvalar veriyor. Serdar Kızık’ın ifadesiyle “alışma / alıştırılma” dönemindeyiz; bakın yan yana yaşıyorsunuz denilen bir ortamdan, örtünseniz iyi olur ve örtüneceksiniz demeye kadar uzanan sürecin başındayız.

Sıkmabaşın el üstünde tutulması, sözü geçen dinci yazarlara göre, Türkiye’nin “normalleşmesi” demek. Bülent Ortaçgil’in şarkısında yaptığı gibi, biz de sormalıyız: “Nedir bu normal?” Sıkmabaşın “başörtüsü”ne ya da “aksesuar”a dönüştürülmesi mi, kadının onunla “özgürleşeceğinin” belleklere kazınmaya çalışılması mı? Yoksa “tesettürün altına şu giyilir mi giyilmez mi” tartışması mı? Ya da kadının bu yolla ikinci sınıf vatandaş olmaya özendirilmesi mi? Bu da eşitsizlik bağlamında, kadın sorununun bir parçası değil mi?

Geçenlerde milletvekillerine “hediye” diye silah dağıtıldığına tanık olduk. Acaba dağıtımı yapan bakan ve üyesi olduğu iktidar partisi, oy almak için gittikleri Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da, neredeyse her gün “töre” uğruna, benzer silahlarla kadınların ve genç kızların katledildiğini bilmiyor mu? Ya o bölgeden seçilen DTP’li milletvekilleri, neden “töre” cinayetleri ve kadını ezen çarpık aşiret düzenine dönük çözüm önerilerini gür bir sesle dile getir(e)miyor?

Peki, erkeğin ve kadının, kadına erkekçe bakışına ne demeli? Erkeğin ve sorunun merkezindeki kadının, kadına biçtiği başlıca roller ne? Çocuk doğur, evinin hanımı ol, kocanı memnun et, törelere ve geleneklere bağlı kal. Bu nedenle özellikle Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da, gencecik kızlar, bir an önce evlendirilip çoluk çocuğa karıştırılmıyor mu? Seçimden önce, bölge gezilerinden birkaçında ne demişti başbakan: “Çocuk doğurmaktan kaçınmayın.” “Normal” olan bu bakış açısı mı?

Kadın sorunu, insan olma sorunu aynı zamanda; kadının toplumsal yaşama katılması ve bireysel özne olması ile ilintili bir sorun. Ama öncelikle eşitlik adına; kadının insan sayılması, hakları olduğunun kavranması ve ikinci sınıf vatandaşlıktan kurtulması adına, kadına erkekçe bakışın yok edilmesi gerekiyor. Bu bir bilinçlenme ile ayrımcılığın giderilmesini zorunlu kılıyor bir yerde. Dolayısıyla kadın sorunu / kadının sorunu, insan olan herkesin sorunu değil mi aslında?

(*) Cumhuriyet, 25.08.2007

25 Ocak 2008 Cuma

YALNIZLAŞMAK… (*)
Ali BULUNMAZ

Uğur Mumcu 9 Aralık 1974’te, Yeni Ortam’daki “Sorumlu Olmak” başlıklı yazısında, sorumluluk bilinci zayıf toplumlarda “suskunluk kural, konuşmak ve eleştirmek de kural dışı olur” diyordu. Yazısının son cümlesi ise “önemli olan, insanın böyle bir toplumda bir ‘mezar taşı’ suskunluk simgesi olmamasıdır” idi.

Şimdilerde sorumluluk bilincinden uzak suskunlar karşısında yalnızlaşıyoruz sanki. Kendinden ıraktakiler, susmanın adını bazen “özgürlük” bazen de “mutluluk” koyuyor. Cemaatleşerek ve birey olmaktan uzaklaşıp ümmete evrilerek, “huzur” ve “istikrarı” yakalayanların yanında, seslerini duyurmaya çabalayanların önüne engeller dikiliyor.

Durmadan dönüp değişmek; ne oldum deliliğinin boyunduruğu altında günden güne kişiliksizleşip silikleşmek yaşamak mıdır? Olup bitene ses çıkar(a)maz hale gelenler, alışmaya başlamadı mı buna? Alışkanlıklar, sorup sorgulamaya karşı bir duvar örmüyor mu? “Boş ver gitsin” denmiyor mu sonra? Sıtkı sıyrılanlar unutmaya yeltenip, en sonunda bilinçli bir terk edişe yönelmiyor mu?

Gözlerin içine bakılarak söylenen yalanları, “gerçek” diye adlandırma kolaycılığı değil mi kimilerine “mutluluk” veren? Kılını kıpırdatmayan o kitlenin dilinden, “hamdolsun” ve “çok şükür” nidaları dökülmüyor mu? Ağızlardan bunlar çıkıyor, kalemler bunu yazıyor çoğunlukla. Ama varolan soruşturulup, tüm çıplaklığıyla ortada duran eleştirildiğinde, aforoz ediciler görevini kuşanıyor hemen. Suçlamalar ve “her şey yolunda doludizgin gidiyor” telkiniyle kovuşturmalar başlıyor.

Kervan yürüyor, yolsuzluk yol oluyor; vurgunun adı “istikrar”, cemaatleşmeninki ise “demokrasi.” Yalnızlaştığımızı hissettikçe, “renksiz” ve “ak” olanlara inat, onurlu kalemleri özlüyoruz. Hemen yanı başımızda bir dost ses, Behçet Aysan’ın sesi, yaşananların farkında olmayanları uyarıyor:

“Sevmeyi unutmuşsunuz kardeşler / yalan her şey gibi aşklarınız da / yaşamı ölüm diye anlatıyorlar size / yalanı gerçek diye.”

Yalnızlaştıkça, 15 yıl önce Uğur Mumcu’nun ardından çoğalan kalabalığa dönüyoruz yüzümüzü ve onun anlattıklarına; gerçeklere, bugünlere, yarınlara… Verilen sözler, edilen yeminler omuzlarımıza biniyor. Bugün yemin eden ve söz verenler karşımızda bitiyor: Yalanı “gerçek” diye anlatan, kalemini yalanla “gerçek” kılanlar.

Umutsuz muyuz? Yılgın mıyız? Olmamalıyız. Ama yalanların peşinden gidip, olanı biteni görmek istemeyenler karşısında yalnızlaşıyoruz. Şimdilik hepsi bu….

(*) Cumhuriyet, 24.01.2008

23 Ocak 2008 Çarşamba

TÜRBAN VE SIKMABAŞ TARTIŞMASININ NEDENİ NE?
ALİ BULUNMAZ

Başbakan Madrid’de türbanın siyasi simge olduğunu kabul etti.

Buna Yargıtay ve Danıştay’dan uyarı geldi. Uyarılar dikkate alınmadığı gibi Başbakan, AKP’nin İstanbul’daki kadın kolları toplantısında yargıya verdi veriştirdi.

Tayyip Erdoğan’a göre “yargı yerini bilmeli.” Bir başka deyişle “haddini.” Bu jargona Türkiye alıştı ne yazık ki. Ülkeyi buna AKP alıştırdı.

AKP’nin eylemlerine dönük övgü geldiğinde bunun adı “demokrasi” oluyor. Yok eğer olumsuz eleştiriler yöneltilirse, iş “herkes haddini yerini bilsin”e dönüyor.

***

Başbakan yargıya nerede sert çıktı? Salonun ezici çoğunluğunun sıkmabaşlı olduğu AKP kadın kolları toplantısında. Başbakanın arkasındaki masada da sıkmabaşlı kadınlar oturuyordu. Türban ve sıkmabaş, bu toplantıda yine “başörtüsü” olarak adlandırıldı, “vatandaşın bireysel tercihi; din ve vicdan özgürlüğü" biçiminde nitelendi. Bunlar önemli ayrıntılar.

AKP gerçek yüzünü gösteriyor. Kadın üzerinden, türban ve sıkmabaş destekli politikasını kuvvetlendiriyor.

AKP’nin kadını örtülere bezeyen zihniyeti şimdi sesini daha güçlü çıkarıyor. “Dinin gereği” tezi ile “normal” hale getirilmeye çalışılan türban ve sıkmabaş ile tabana “özgürlükler kısıtlanıyor, bakın bunun çözümü için çalışıyoruz” deniyor. Bu arada yargıya edilmedik laf bırakılmayarak, gerilim siyaseti doruklara çıkarılıyor.

AKP, kendisine yönelik her eleştiriye fazlasıyla içerliyor, bu da iktidarın “demokrasi”den neyi anladığını gösteriyor.

İktidar, siyasi simge türban ile sıkmabaş ve dolayısıyla kadınlar üzerinden siyaset geliştirmeye iyiden iyiye hız verdi. Neden?

Sakın yaklaşan bir krize bahaneler hazırlanmaya çalışılıyor, yerel seçimler için propaganda malzemesi toplanmaya çabalanıyor ya da yargının uyarılarından hareketle yeni bir “mazlum” ve “mağdur” siyaseti geliştiriliyor olmasın?

Bunun yanında hazırlanan turuncu-turkuvaz sivil darbe Anayasası’na “türban özgürlüğünün” yerleştirilmesi adına, kamuoyu yaratılmak isteniyor olabilir mi?

Alevlendirilen türban ve sıkmabaş tartışmasının altında yatan neden-nedenler acaba hangisi veya hangileri?

21 Ocak 2008 Pazartesi

HESAP, KİTAP VE ORTAKLIK…
ALİ BULUNMAZ

Önceleri ne deniyordu? “Türban –‘başörtüsü’- siyasi simge değil, dinin gereğidir.”

Tayyip Erdoğan, Madrid’de Medeniyetler İttifakı toplantısı arifesinde, İspanyol gazetecinin sorusuna verdiği “velev ki türban siyasi simgedir, bunu yasaklayabilir misiniz, bu yasak dünyanın neresinde var?” biçimindeki yanıtla, türbanın siyasi simge olduğunu kabul etti bir bakıma.

“Dini gerekçe” ile sıkmabaşa bürünenler, bir anda lafı nereye döndüreceğini bilemedi.

Tayyip Erdoğan’ın “yeni Anayasayı beklemeye gerek yok, ‘türban yasağını’ bir cümleyle çözeriz” ifadesini, hem tabana selam göndermek hem de AKP’den rol çalıp, “türban sorununu” çözmek için adım atan biziz deme adına MHP, o bir cümleyi çabucak gündeme getirdi.

MHP, Anayasanın 10. maddesini “devlet organları ve idare makamları bütün işlemlerinde ve her türlü kamu hizmetinin sunulmasında ve bu hizmetlerden yararlanılmasında kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorundadır” şeklinde değiştirilmesini önerdi.

Dolayısıyla bu değişiklik, hizmet alanın da verenin de siyasi simge türbanı kullanabilmesinin önünü açacak nitelikte.

22 Temmuz öncesi, AKP’nin Cumhurbaşkanlığı seçim sürecini eleştiren ve alanlarda iktidara çatan MHP, Ağustos ayında Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanlığını meşrulaştırdı. AKP, MHP sayesinde birinci tur seçimin yapılabilmesi için gerekli toplantı yeter sayısına, 367’ye rahatlıkla ulaştı. Şimdi AKP ile MHP türban konusunda da aynı kulvarda.

Yargıtay ve Danıştay’ın uyarılarını dikkate almama yolunu seçen AKP’yle türban ortaklığı kurmaya yönelen ve bu “soruna” çözüm üreten taraf olmanın hesabını yapan MHP, Türkiye’yi hangi yola sokacağının farkında mı?

Devlet adamlığı, uzak görüşlülüğü gerektirir. O uzak görüşlülük, Türkiye'de bugün siyasetçilerin kaçında var?

18 Ocak 2008 Cuma

TÜRBAN NEYİ SİMGELİYOR? (*)
Ali BULUNMAZ

Türban tartışması Avrupa’da alevlenmeye başladı. Almanya’da “uyum” için türban takılmaması gerektiği belirtiliyor, İngiltere ve Fransa’da kamu kuruluşlarında veya okullarda başta türban olmak üzere, dini sembollerin kullanılması yasaklanıyor. Bu tartışma Türkiye’de ise yıllardır yaşanıyor. Ancak bunun nedenlerini Avrupa’daki uyum gerekçesi ile karıştırmamak gerek.

Türkiye’de bir kesim, “türbanın kadını özgürleştirdiğini” savunuyor; üstelik bu savunu, genelde erkekler tarafından gerçekleştiriliyor ve sıkmabaş kadınlar da bu savunuya büyük destek veriyor. Bir diğer kesim, türbanın siyasal bir simge olduğunu ifade ediyor ve kamu kurum ve kuruluşlarında kullanılmaması yönünde görüş bildiriyor.

İlk görüş “doğru.” Çünkü kadını ikinci sınıf insan sayan bu yaklaşım, kadının sokağa çıkabilme şartı olarak “örtünmeyi” getiriyor. Bir diğer ifadeyle tesettüre bürünen kadın, “sosyalleşebilmesinin” koşulu olarak türbanı savunuyor. Örtünme aynı zamanda, bir kadının kendisi gibi türban takan diğer kadınlar arasında “dayanışmanın” oluşmasını sağlıyor. Ancak buradaki sorun, dini görüşler nedeniyle örtündüklerini belirten kadınlar, dinde tesettüre bürünme veya türban takma gibi bir şartın bulunmadığını; bunun din “yorumcularının” ve sömürücülerinin yarattıkları “geleneklerden” ve uygulayagelişlerden kaynaklandığını kabul etmek istemiyor. Çünkü kadınlar bu uygulanagelişlerin, kendilerini edilgin kılan yönüne değil; “özgürleştirme” yönüne vurgu yapmayı tercih ediyor veya etmeleri isteniyor.

“Türban yasağı kaldırılsın” ya da “zulüm devam ediyor” gibi sloganlarla sokaklara dökülenler veya üniversite yollarını aşındıranlar, sanki türban tüm yaşamda yasakmış / şimdilerde Tunus’takine benzer şekilde yasaklanıyor gibi bir hava estirmeye çalışıyor. Buna kimi “özgürlük” ve “demokrasi” savunucuları da katılıyor. Bu kişiler dincilerle birlikte “laiklik adına (ki başörtüsü demeyi tercih ediyorlar) türbanın yasaklanması, kişi hak ve özgürlüklerine aykırıdır” ifadesini dillendiriyor. Bu söylem komik olmakla beraber düşündürücü de. Komik çünkü, türban takan kadınlarımızın ve genç kızlarımızın sayısında hızlı bir artış bulunmakta; kimse türbanlılara, örtünenlerin örtünmeyenlere yaptığı gibi “neden” diye sormamaktadır. Düşündürücüdür çünkü sanki laiklik insanların inanç özgürlüklerini engelliyormuş gibi bir noktaya gelinmektedir. Oysa laiklik, inançlardan doğan hiçbir hak ve özgürlüğü yasaklamadığı gibi, tüm inananların ya da inançsızların hak ve özgürlüklerini kollamaktadır.

Ancak bunu başka yerlere götürüp, türbanı “özgürlükle” eşdeğer görmek ve laikliğin hak ve özgürlükleri engellediğini ileri sürmek, en sonunda da “1930’lardan kalma” olduğu ifade edilen laikliği savunmanın, “asıl irtica” biçiminde yorumlamak yalnızca konuyu saptırmak, demagoji yapmaktır.

Kimi müsteşarların “Cumhuriyetin modasının geçtiğini, İslam devleti kurulması gerektiğini” düşündükleri ve kimsenin inancına kimsenin karışmadığı, ama karışıyormuş izlenimi yaratılan bir ortamda türban; Cumhurbaşkanlığı, Anayasa Mahkemesi, YÖK, Danıştay ve Üniversitelerle beraber birçok çağdaş kurumu ve cemaatleştirilmeye çalışılan toplumun tamamını “fethetmeye” yönelen zihniyetin kullandığı siyasal simgeden başka bir şey değildir. Türbanı “moda” sayanlar veya “yerel giysi” gibi gösterip, başörtüsüne dönüştüren söylemi geliştirenler kavram kargaşasından yararlanmaya çabalıyor.

(*) 27.10.2006, Cumhuriyet

16 Ocak 2008 Çarşamba

GAZETECİLİK OYNAMAK
ALİ BULUNMAZ

Soru sormak, insanı insan yapan özniteliklerin başında geliyor. Soru olmadığında ortaya çıkan sonuç ise inanma.

Ardından inanma, bilme veya bilginin yerine geçiveriyor. Bir başka deyişle, bildiğini sanmak, “bilmekle” veya “bilgiyle” eşleştiriliyor. Tehlikeli bir yarı cahillikten öte bir şey değil bu.

Tehlikeli, çünkü yaratabileceği etki, ulaştırabileceği vargı yanıltıcı. “Evet, böyle”, “tamam anlaşıldı” gibi sözlerle, defter ve hesap kapatılabilir. Güncel deyişle, büyük fotoğraf görülmez olur.

Bunu engellemenin tek bir yolu var, o da sormak.

Örneğin gazeteci, sorumluluğunun gereğini yerine getirerek eldeki belge ve verileri değerlendirip, önce kendine, ardından ilgili kişi, kurum ve kuruluşlara; yetkililere sorusunu yöneltmeli, değil mi?

Anlık heyecanlar ve hezeyanların önü bu şekilde alınabilir, değil mi?

Sorunun yanıtını bulmak, bulmaya çabalamak ayrı bir zahmet olsa da, edinilen bilgiyi fikre dönüştürme aşaması, aynı derecede önemli.

Bilgisizlik suç değil, bilgisizlikten doğan cahillik de. Asıl tartışılması ve yok edilmesi gereken, bilgi sanılanın doğurduğu ve heyecanla, etten önce çömleğe düşmenin yarattığı yarı cahillik durumu. Her insan için acıklı bir görüntü verse de, gazeteci adına daha da katlanılmaz ve affedilmez bir sorumsuzluk bu.

Böylesine bir durumu, zaman ayırıp sorgulamak bile cesaret ister. Hele bugün.

Kendini iktidarın boyunduruğu altına, bilerek ve isteyerek sokan medyanın, sorumlu ve tarafsız (gerçek demokrasi ve aydınlanmadan taraf olan) basına saldırması; ondan hoşnut olmaması, bu düşünme tembelliğinin ya da bilip de bilmezlikten gelmenin doğal bir sonucu. Otosansür, dayatmalara boyun eğme, çarpık ve karmaşık ekonomik ilişkilerin nesnesi olma da bunun köpüğü.

Asıl işlevini (bir anlamda sorma ve sorgulama; araştırma yetisini) kaybeden “gazetecilerin” yaptığı ise yalnızca oyun oynamak.

Yani cambazlık…

14 Ocak 2008 Pazartesi

FRANSA’DA “POZİTİF”, TÜRKİYE’DE “ILIMLI” LAİKLİK
Ali BULUNMAZ

Fransa Cumhurbaşkanı Nicholas Sarkozy, Vatikan’da “pozitif laiklik” gibi bir kavramdan söz edince Fransa’da tartışma başladı. Bu tartışmanın merkezinde Sarkozy’nin Fransa’nın Hıristiyan köklerine vurgu yapması, medeniyeti dini esas alarak tanımlaması ve Fransa’da 1905’ten bu yana yürürlükte olan laiklik yasasını değiştirmek istemesine yönelik tepkiler var.

Sözü geçen tepkilerin en önemlileri ise, Fransa’daki sol ve sosyalist partilerden geliyor. Buna göre Sarkozy’nin laiklik yasasını değiştirmeye yeltenip, “pozitif laiklik” kavramını ortaya atarak, Aydınlanma değerlerini alaşağı etmek istediğine dikkat çekilirken Fransa’yı, yalnızca Hıristiyanlıkla betimlemesinin anlamsızlığına da değiniliyor.

Avrupa’da, anayasasında laiklik kavramının geçtiği tek ülke olan Fransa’da bunlar yaşanırken, Türkiye’de “muhafazakâr demokratlar” ne yapıyor? Sarkozy’nin belirlemesinin bir benzeri “ılımlı laiklik” de, Türkiye’de AKP’nin gündeminde. Hazırlanmakta olan “yeni” anayasa sayesinde “farklılıklara saygı” ve “tüm kesimleri kucaklama” ile dini simgelerin her ortamda (örneğin okullar ve kamu kuruluşlarında…) kullanılabilmesini esas alacak “ılımlı laiklik” (bir anlamda İslam devletine yumuşak geçiş) resmi hale getirilmeye çabalanıyor.

Bunun yanında toplum mühendisleri, “eleştirileriyle” bahsedilen çalışmalara destek oluyor. En başta, “katı laiklik savunusu” ya da “laikçi” yaklaşımın, “Kemalist-jakoben kesimin bayrağı olduğunu” vurguluyorlar. Ardından her fırsatta “laikliğin yeniden tanımlanması gerektiğini” zihinlere kazıyorlar.

Ancak laikliğin (ve laik devletin), farklı inançları ve inançsızlığı koruduğunu; egemen inanç sahiplerinin baskı kurmaması adına, düzenleyici bir yanının bulunduğunu nedense pek dile getirmiyorlar.

Fransa’da Sarkozy eliyle “pozitif”, Türkiye’de ise “muhafazakâr demokratların” çalışmalarıyla “ılımlı laiklik” benimsetilmek isteniyor. Fransa’da Aydınlanma, Türkiye’de de 1923 Aydınlanması ve kazanımları silikleştirilmeye çabalanıyor.

Fransa ve Türkiye: Laiklik ilkesine anayasada yer vermiş iki ülke. Şu anda ikisini de yönetenler, “katı laiklik” anlayışına karşı “ılımlılığı” savunan Neo-con (yeni muhafazakâr) ABD yönetimiyle sıkı ilişki içinde. Benzerlik şaşırtıcı, ortak mücadele laikliğin içini alabildiğine boşaltmak…

11 Ocak 2008 Cuma

GENİŞLETİLMİŞ SİGARA YASAĞI YASASI
ALİ BULUNMAZ

Açık ve kapalı alanlarda; barlar, eğlence merkezleri, lokantalar, kır kahveleri ve birahanelerde bile, sigara içilmesinin yasaklanması mecliste kabul edildi.

Sözü geçen yerlerde sigara kullananlara özel yerler dahi yapılmayacak.

Peki, bu yasa lokanta, kafe ve kahvehane gibi mekânlar için ne zaman yürürlüğe girecek? 4 ay sonra.

Ya içkili yerler için uygulama ne zaman başlayacak? Tam 18 ay sonra. Yani yerel seçimler ertesinde.

Belirtilen yasağı denetleyecek birimlerin başında belediye zabıtaları geliyor. Yasağa uymayanların belirlenmesi zabıtanın görevi olacak.

Şimdi düşünelim: Yasaya uyup uyulmadığını denetleyecek zabıta (ve dolayısıyla yerel iktidar), yasağın kapsamını kendince genişletip, içki içilen yerler üzerinde baskı kurarsa, bunun sonu nereye varır?

Sigara yasağına büyük destek veren aydınlar, bunu düşünüyor mu? Hikmet Bila’nın 6 Ocak günkü yazısından bir alıntı:

“Yarın bir gün zabıta ‘burada sigara içiliyor’ diye içkili yerlere seri baskınlar yaptığında, içkili yerler çatır çatır cezalandırılıp kapatıldığında, içkili yerleri de, içkili yerlere gidenleri de canından bezdirdiğinde, o aydın arkadaşlarımız acaba ne düşünür? ‘Halk sağlığı’ için o uygulamalara da gık demezler mi? Rejimin elden gittiğini mi düşünürler?”

Unutmadan, bu yasak kapsamı dışında kalan iki yer neresi? Hastane ve cami bahçesi. Kapalı alanlarda sigara içenlere özel bölümler ayrılmasına bile kanunla izin verilmez ve açık alanların büyük kısmında sigaraya yasak getirilirken, bu iki yerde “halk sağlığı” neden gözetilmemektedir acaba?

9 Ocak 2008 Çarşamba

“BEDAVA” ÜNİVERSİTEDEN PARALI ÜNİVERSİTEYE
ALİ BULUNMAZ

Hani bir şiir vardı, Orhan Veli’nin dizeleri: “Bedava yaşıyoruz, bedava / hava bedava, bulut bedava…”

Aklınıza ne gelirse bedava, değilse bile sudan ucuz. Memlekette “istikrar” var, “büyüme” var.
Eğitim ve öğretim de “bedava.” Yeni YÖK Başkanı Yusuf Ziya Özcan, gittiği Mısır’da istihareye de yatmış olmalı ki, dönüşünden kısa süre sonra, geçen gün, önemli açıklamalarına bir yenisini daha ekledi: “Üniversiteler paralı olsun.”

Bu ne demek? Üniversite eşittir ticarethane bağlantısını, Türkiye’deki yükseköğrenim sistemine uyarlamak.

Ancak Özcan’ın atladığı “küçük” bir ayrıntı var. O da, ülkemizdeki üniversitelerde harç adı altında toplanan ve bölümden bölüme, fakülteden fakülteye değişen miktarlardaki paralar.

Kısacası üniversiteler zaten paralı. Özcan’ın dediği gibi “bedava” hiç değil. Bir sosyolog olan Özcan’ın, “üniversiteler paralı olsun” derken, kişilerin gelir düzeyini, sosyal adaletsizlikleri, borç yükünü ve bireylerin aldıkları ücretleri göz önünde bulundurması gerekmez miydi?

Kaldı ki "paralı üniversite", yalnız Özcan’ın değil öte yandan AKP hükümetinin de görüşü. Şimdi özelleştirme sırası üniversitelere geliyor anlaşılan.

Fakat başbakana veya bir AKP’liye bunu söyleseniz, “ben demedim YÖK Başkanı dedi” biçiminde bir açıklama yapar.

Zaten işleyiş bu. Önce bir yetkili ortaya bir taş atıyor, buna yönelik tepkiler ölçülüyor; gerekirse konu biraz soğutuluyor. Daha sonra bir anda tekrar gündeme getirilen bir tasarı yasalaşıyor ve uygulamaya konuyor.

YÖK Başkanı, üniversitelerin paralı olması konusundaki “fikrini” ortaya söyledi. Demek ki böylesine bir tasarı var AKP iktidarının zihninde.

Üniversite paralı mı olsun, yoksa bugünkü gibi “bedava” mı kalsın?

“Her ile bir üniversite” sözüyle yeri göğü inleten AKP, bunların paralı olup olmamasına ilişkin kararı, duruma göre alıştıra alıştıra verecektir nasıl olsa.

7 Ocak 2008 Pazartesi

EMRET BAKANIM!
ALİ BULUNMAZ

Herbert Marcuse “sanatla uğraşanlar, dünyayı değiştiremez belki ama, onu değiştirecek güçte kişilerin düşüncelerini etkileyebilir” demişti.

Sanat, politika ve yaşam: Son derce iç içe geçmiş; birbirini bütünler nitelikte değil mi? Tüm dallarıyla sanatı sanat yapan, dünyayı yeniden kurmak / kurgulamak (bir ölçüde onu farklı bir biçimde görmek) ve dönüştürmeye yönelik adımlar atmaya çabalamak değil mi? En azından olması gereken bu.

***

Bugün Türkiye’de kendine ısrarla “sanatçı” diyen, “(s)atışlara” bakarak “kim daha çok seviliyor?” tartışması başlatanların, dünyayı daha yaşanır ve güzel kılmak, kültürlenmeyi çoğaltmak adına, ne başarabildiği ayrı bir konu.

Üstelik bu seviyesiz tartışmanın sahibiyle aynı saflarda yer alan bir bakan “sanatçılar, kendi işleriyle meşgul olmalı; siyasi çekişmelere araç olabilecek tavırlara ilgi göstermemeli” ifadesiyle, sanatın eleştirelliğine bakıştaki hazımsızlığı perçinledi.

Şimdi kimin ne demek istediği daha iyi anlaşılıyor. Çünkü bir süredir söyledikleri ve söylemedikleri yüzünden, medya ve iktidarın vitrin süslerince yargılanan Fazıl Say’a dönük tepkiler, turnusol kağıdı işlevi gördü.

İktidarı öven, yücelten ve yere göğe koyamayan yandaş “sanatçılar”, siyasetle ilgilenebilir, ama Say gibi iktidarı eleştiren ve olup biteni dile getirenler “kendi işlerine bakmalı”dır.

***

Söylemleri süsleyen “farklılıklara saygının”, “demokrasinin” ve “hoşgörünün”, iş uygulamaya gelince içselleştirilemediği görülüyor.

“(S)atış rakamlarını” öne süren ve “sanatçılar kendi işleriyle ilgilensin” diyenlere soralım: Bu tavır demokrat bir tavır mıdır? Demokrasi bu mudur? Böylesine bir zihinsel arkaplanın adı nedir?

Sanatı yaşamının merkezine yerleştirenler, çağına ve yaşadığı topluma karşı sorumludur. Bunu duygusallıkla açıklamak, yeterli değildir. Asıl, varolanı örtbas etmek ve dillendirmemek ya da çarpıtmak, büyük bir aymazlıktır.

Buradan bakınca, Fazıl Say haksız mı söylediklerinde?