31 Ekim 2007 Çarşamba

KOMEDYA…
ALİ BULUNMAZ

AKP, olayları kendi lehine çevirme konusunda olağanüstü çaba harcıyor. Örneğin son dönemde, artan PKK saldırılarının ardından, gerek AKP yöneticileri gerekse yazarları “söz konusu saldırıların iktidarın başarıları yüzünden gerçekleştiği” ifade etti.

Bu da yetmedi, AKP kendisine dönük eleştirel yayınları durdurmaya, tepkileri susturmaya çalıştı. AKP yanlısı medya ise, “hükümetin bağımsız ve özgün bir dış politika izlemesinden dolayı PKK terörünün palazlandığını” vurguladı.

AKP, terör ve dış politikada başarılı mı?

Bunu yanıtlarken, AKP’nin ABD bağımlılığı göz önüne alınmalı. ABD Kongre Üyesi Robert Wexler, “ABD, Türkiye’nin Irak’a müdahalesini istemiyor” görüşünü dillendirdi. Bush, Rice ve önde gelen diğer ABD yetkilileri de, kelimesi kelimesine aynı açıklamaları uzun süredir gündeme getiriyor.

Robert Wexler, Kuzey Irak’taki oluşumu açıkça “müttefik” biçiminde adlandırıyor. Dolayısıyla Türkiye’nin Kuzey Irak harekâtına karşı çıkıyor. Mesud Barzani de ABD ile aynı görüşte. Milliyet’te yayımlanan söyleşisinde, operasyonun neden yapılmaması gerektiğini Barzani şöyle ifade ediyor:

“Sorun askeri yollarla çözülmüyor, kaç defa askeri operasyon yapıldı; bir ikisine biz de katıldık, ne oldu? Nedenleri çözmeden, bir sonuç olan PKK’yi çözemeyiz. ‘Kürt sorununu’ barışçı, demokratik yollardan çözmek için işbirliği yapalım.”

İkinci cumhuriyetçilerin ilk on biri ve Kürtçüler de, aynı sözleri kullanmıyor mu?

Egemen Bağış tarafından hazırlanan ve AKP’li yerel yönetimlere dağıtılan “Dış Politika Kitapçığı”nda yer alan, “Türkiye Kuzey Irak’a girecek mi?” sorusuna “nasıl yanıt verilmesi gerektiği”ne ilişkin belirleme de dikkat çekici:

“Daha önce pek çok kez operasyon yapıldı, ama terör bitmedi. Dolayısıyla Kuzey Irak’a operasyon önceliğimiz değil.”

5 Kasım’da Bush ile Erdoğan görüşecek. PKK’ye yönelik “harekât” tartışılacak (?). ABD buna karşı. AKP de, “Dış Politika Kitapçığı”ndaki ifadelerle sınır ötesi operasyona yönelik tavrını ortaya koydu.

AKP ve medyası ise, terörün “hükümetin başarısı yüzünden yoğunlaştığını” pompalıyor.

Sonuçta AKP, hem terörü hem de teröre yönelik eleştiri ve iktidardan ayrı konumlanan görüşleri, kendisine dönük bir saldırı olarak görüyor.

29 Ekim 2007 Pazartesi

PARADOKSAL ATLAR…
ALİ BULUNMAZ

Türkiye’de bir oyun oynanıyor ki, ortaoyununa bile taş çıkartacak türden. Aldatmaca, laf cambazlığı, baskı ve suskunluk, oyunun başlıca öğeleri. Doğruyu söylemek, pek akla yatkın değil bugünlerde.

Örneğin “değiştiğini” iddia edenler “biz değişmedik, eski gömleklerimiz dolabımızda, zamanı geldiğinde giyeceğiz” diyebilir mi? “AB, demokrasi, özgürlük vitrin süsümüz; amacımız başka, tramvayın durağı belli” denebilir mi açık açık? Ya da ülkeyi Dolmabahçe Sarayı’ndan yönetme isteği dillendirilebilir mi? “Referandum kültürü”yle, başkanlık sistemi ve çoğunluk diktatörlüğüne yumuşak geçiş yapma amacı açıklanabilir mi?

İkinci cumhuriyetçiler, süslü ve dolgun kelamları geçip, “bize yer, yurt, köşe, maaş verenlerin sesiyiz; iktidarımızın ve istikrarımızın bozulmasını istemiyoruz” diyebilir mi? O kadar kolay mı?

Fethullah cemaati “demokrasi, çağdaşlık ve diyalog bizim için araçtır; amacımız din devletidir, örgütleniyoruz, hazırlanıyoruz; her gün 500 bin gazeteyi şu yollarla dağıtıyoruz, arkamızda bunlar var, paramız buradan geliyor, AB ve ABD’de hatırlı dostlarımız ve sıkı ilişkilerimiz var, bunları amacımız için kullanıyoruz” der mi? Geçmişte dediler, ya şimdi? Onlar da “değişti.”

Toplum mühendisleri, “biz halkı ‘ılımlı İslam’, ‘bir arada yaşama’ ve ‘buna da şükür demokrasisi’ne alıştırıyoruz” dese fena mı olur? Özcü ayrımcılar, Kürtçüler, etnik demokratlar lafı dolandırmasa “Türkiye’nin eyaletlere bölünmesini, etnik kimliğimizi kafa kâğıdına yazdırmak istiyoruz; bir, iki, daha fazla ‘Türkiye’ hedefliyoruz” diyebilir mi?

Aslında bunlar, satır aralarında hep söylenen şeyler. Ama laf kalabalığı, dolambaçlı yollar ve gönülleri fetheden söylemler, gerçekleri allayıp pulluyor. Bu arada iki paradoksal at da, koşusunu sürdürüyor.

Bir yanda çağdaşlık, laiklik, demokrasi, özgürlük; öte yanda cemaatçilik, dincilik, emek sömürüsü, yozlaşma, vurgun, takiyye…

Birbirinin tersi yöne hareket eden iki attan biri alıp başını gidecek. Zaman hızla akıyor.

Hangi atın tökezlemesi sağlanıyor? Hangisinin ayağının kırılması “konjonktüre” uyuyor?...

26 Ekim 2007 Cuma

“KAMU DÜZENİ” VE “MORAL DEĞERLER”
ALİ BULUNMAZ

Hükümet, şehit cenazelerinin yayımlanmasını “kamu düzenini ve halkın moral değerlerini olumsuz etkilediği” gerekçesiyle sansürledi. 25 Ekim günü, sansür uygulaması Danıştay tarafından bozulsa da, iktidarın bu edimi tartışmaları beraberinde getirdi doğal olarak.

AKP’nin uyguladığı sansürün altında hükümete dönük eleştirileri örtmenin yanı sıra, kendi denetimindeki medya aracılığıyla kamuoyunu kendi istediği gibi yönlendirme amacı da yatıyor. Çünkü bakıldığında, getirilen sansüre uymayan ve kamuoyunu iktidarın isteği doğrultusunda yönlendiren kuruluşlar, AKP’ye yakın isimlerden oluşuyor.

İktidar, kendisine yöneltilen en küçük ve haklı eleştiriyi dahi kabullenmiyor ve onları örtbas etmeyi bir “görev” biliyor. Bu eleştiriler, halktan gelse bile.

AKP’nin demokrasi anlayışı da demokratlığı da, dikensiz gül bahçesinden ibaret. Bir AKP milletvekili, 22 Temmuz arifesinde “demokrasi sandığın milletin önüne gelmesidir” demişti. Bir başka deyişle, millet AKP’yi destekleyip, yüzde 46 oranındaki oyla iktidar yapınca millet, ama haklı tepki ve eleştirisini dile getirince, o eylem gizlenecek nitelikte. Kısacası AKP, terör konusunda gösteremediği iradeyi, teröre karşı harekete geçen, bunu yaparken de iktidarı eleştiren halkın tepkisinin yayımlanışını sansürlemede ortaya koyuyor.

***

Yayın demişken, dinci kanalların birinin ana haber bülteninde liseli gençlerin şehit cenazeleri ve teröre karşı eylemlerde boy göstermesi sorgulanıp, lise çağını çoktan aştığı yüzünden okunan “gençlere”, “sizi buraya kim getirdi, size sloganları kim attırdı” şeklinde çanak sorular yöneltildi. Yanıtları ise, sorunun niteliğinden farklı değildi.

Bu haber bültenini hazırlayan, kanalın değirmenini döndüren muteber tarikatın üyeleri ve onların yandaşı ikinci cumhuriyetçiler, AKP açılışlarına üniformaları ile götürülen öğrencilerin kimler tarafından oraya getirildiklerini sorgulayabilir mi? Yayımların sansürlenmesini, PKK’nin yayın organlarının istediği gibi at oynatmasını eleştirebilirler mi?

Elbette hayır. Ama onlar, ABD ile “ortak” operasyon kandırmacasını savunur, insanımızı oyalayanlara alkış tutar, “demokratik” açılım gibi ayak oyunlarıyla etnik milliyetçiliğin yanında saf tutar. Halkın tepkisini ise, “kamu düzenini bozmaya teşebbüs” olarak adlandırırken; Kuzey Irak’a operasyonu, “militarizmin hortlatılması” biçiminde kamuoyuna pompalar.

Böylelikle asıl kendileri, “istikrar”ın bozulmaması ve “demokratik kazanımlar”ın kaybedilmemesi adına topluma korku salar. Bunu da “demokratlık” olarak etiketlendirirler. Ama baskı, sansür ve yıldırma uygulayanların yanında konumlanmak demokratlık mıdır; bu, “moral değerler”e uygun düşer mi, onu hiç sormazlar. Kendilerine bile…

24 Ekim 2007 Çarşamba

“SÖZCÜKLER EYLEMLERDİR…”
ALİ BULUNMAZ

Başlığı oluşturan cümle, Avusturyalı filozof Ludwig Wittgenstein’a ait. 1930’larda not düşülen bu cümle, şimdiyi anlatıyor sanki.

Sözcükler, eylemin dilde kuruluşunu imler: Kimi zaman eylemleri harekete geçirir kimi zaman da engeller. Engellemek de başlı başına bir eylemdir.

Türkiye günlerdir şehitleri için yasta. Öfke ve tepki kabına sığmıyor. 2003’te, 1 Mart tezkeresi bağlamında, ABD’nin dediğinin yapılması gerektiğini ateşli biçimde savunanlar ise, şimdi “aman sınır ötesi harekât olmasın, iş demokratik yollarla çözülsün” diyor.

Bir yanlışı düzeltmek gerek. Kimse, Kuzey Irak’a düzenlenecek bir operasyonun tek başına yeterli olacağını ve terörün biteceğini savunmuyor. Sadece operasyon yeterli değil, ama zorunlu. Terörü en ince ayrıntısına kadar bilen, bire bir karşı karşıya gelen, ölen, sakat kalan asker, aylardır sınır ötesi harekâtın gerekliliğini dillendiriyor. Ancak kâh “koordinasyonluk kurumu” kâh ABD ve AB’nin gönülsüzlüğü bahanesiyle, bu sumen altı ediliyor.

İktidar “siyasi” anlamda basını sansürlemek, muhalefeti ve şehit cenazelerindeki halkı suçlamaktan başka ne yapıyor peki? İkinci cumhuriyetçi, Kürtçü ve “etnik demokrat” güruh, bunu adamakıllı sorgulayabiliyor mu? Dolambaçlı sözcüklerden fazlasını kullanabiliyor mu?

Hükümet sözcüsü, “sözün bittiği yerdeyiz” demişti. Söz bittiyse eylem başlar, eylem sözcüklerle kurulur ve harekete geçilir. O günden bu yana kan durmadı, ama eylemden eser yok. Bunu istemek, “savaş tamtamı çalmak” değildir, aksine doğal bir hakkın kullanılmasının yanında olmaktır.

***

Sözcükler önemlidir. "PKK’ye terör örgütü diyemeyiz” yaklaşımı içinde olanlar bellidir. “PKK özgürlük savaşçısıdır” diyenler de. Şimdi bu sözler, şehit yakınlarının gözlerinin içine bakarak söylenebilir mi?

“Bize süre verin” diyenler, Atlantik ötesinden gelip, bir hafta dağlarda iz süren askerlerle yaşayabilir mi? Hayır, onların “sözleri”, “eylemlerini” tutmaz. Bunun adı da “müttefiklik” olur. Çünkü onlar için petrol ile pragmatik ve kirli siyaset, insanlardan önemlidir.

Bazı sözcükler vardır ki arkasından eylemin gelmesi; onların, eylemin kendisi olması gerekir. Ama bazı sözcükler de eylemi engeller, onun önündeki en büyük duvardır. Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül, ABD Savunma Bakanı Robert Gates’e ne dedi?: “ABD bir şeyler yapmalı, elle tutulur bir şeyler istiyoruz, sınırı geçmeyi düşünüyoruz ama hemen değil, bu işi ABD ile yapmak istiyoruz.”

Beklemek de bir eylemdir bağımlılık da, ama bedeli ağırdır. Şimdi olduğu gibi…

22 Ekim 2007 Pazartesi

SORULAR…
ALİ BULUNMAZ

Hakkari Dağlıca’da kurulan pusu kaçıncı? Orada şehit edilen askerler, Türkiye’deki şehitlerin toplamını kaça dayandırdı? Türkçede güzel bir deyiş var; “ya sayı saymayı bilmiyorsun ya da hiç dayak yemedin.”

Şehitlerin adını “kelle” koyanlar, denetlemekte zorlandıkları basına “olayların kışkırtıcı biçimde verilmemesi gerektiğini” öğütledi! Kontrol altındaki medyada ise garip bir telaş var.

Birkaç hafta önce, bazı köşeleri “süsleyen” yorumların kesişme noktası “tezkere TSK’nin elini güçlendirir, demokrasi askıya alınır” idi. Sivillerin öldürülüşü ve 15 askerin şehit edilişinin ardından aynı “yorumlara”, “bu saldırılar acaba PKK’nin işi mi, yoksa sınırötesi operasyonu meşrulaştırmak isteyen güçlerce mi düzenlendi” imaları da eklendi. Tezkere geçince aynı ekip “aman bunu hemen kullanmayın, demokratik yolları ötelemeyin” diye iktidara çağrı yaptı.

Tezkerenin onaylanışının ardından başbakan ne dedi?: “Tezkere operasyon anlamına gelmez.” Bu söz, AB ve ABD’nin “Türkiye Kuzey Irak’a girerse zararlı çıkar” düşüncesiyle birlikte, tezkereyi sakatlamıyor mu?

***

Kabul edelim ki artık güney komşularımızdan biri ABD’dir ve “Kürdistan” adıyla devlet kurmaya çalışanların da “stratejik ortağıdır.” Hakkari Dağlıca saldırısı sonrası toplantı yapan Barzani ve Talabani, Türkiye’nin olası operasyonu halinde “ülkemizi savunuruz” demedi mi? Bu cesaretin kaynağı, “stratejik ortakları” ve Türkiye’nin “stratejik ortağı” ABD değil mi?

Sorular bunlarla da bitmiyor. Habur sınır kapısı neden kapatılmamaktadır? Dubai’de imzalanan antlaşma, tezkerenin kullanılmasına engel midir?

Kuzey Irak’a ucuz elektrik verilerek kime ileti gönderilmektedir? Türkiye’de PKK ile ortaklık kuran tarikat, cemaat ve aşiretler hangileridir?

ABD bugün, Kuzey Irak’ta PKK’yi koruyup kollarken, Türkiye ile “stratejik ortaklık” nasıl bir çelişkidir? Türkiye’nin ABD’ye yardım için Afganistan ve Lübnan’da bulundurduğu askerler nasıl oluyor da hala oradadır?

Hakkari Dağlıca’daki saldırının ertesi günü, geçtiğimiz yıllarda Dubai’de Türkiye’nin Kuzey Irak’a girmemesine yönelik anlaşma imzalamış olan şimdinin Dışişleri Bakanı Ali Babacan’ın “diplomatik yolları zorlayacağız” açıklamasını takiben, Talabani’nin “PKK eylemlerine ara verecek” sözü ciddiye alınabilir mi?

***

İktidarın “soğukkanlı olmalıyız” ya da “kan yerde kalmayacak” türünden açıklamaları, gösterilemeyen siyasi kararlılık ile çarpık “stratejik ortaklığın” kaybettirdiklerini geri getirebilir mi?

Kararlılığın gösterilmesi için 5 Kasım’da Bush ile yapılacak görüşme mi bekleniyor? Anlaşılan tezkerenin kullanılmasına ilişkin bir “tezkere” de Bush’tan almak gerekiyor. Peki, o güne kadar yeni bir saldırının olmayacağının güvencesini kim verebilir, "PKK terör örgütü değildir" diyen Barzani mi ? Yoksa "PKK liderlerini Türkiye'ye teslim etmeyiz" diyen Talabani mi?

Öyle bir komedi ki bu, kimse gülemiyor bile…

19 Ekim 2007 Cuma

DİKTATÖRLÜĞE HAYIR!
ALİ BULUNMAZ

21 Ekim'de, bir garip halkoylaması yapılacak. Neyi oylayacağız? Neyin, ne kadar değiştirildiğini biliyor muyuz? Bu işin nereye varacağını?

1982 Anayasası, yüzde 90’ı aşan oranda oy almamış mıydı? “Bizim çocuklar”ın baskısı, insanları 82 Anayasası’na, gönüllü gönülsüz, büyük bir destek vermeye sürüklemedi mi? O da bir halkoylamasıydı.

Aradan 25 yıl geçti. Şimdi görünürdeki soru şu: “Cumhurbaşkanını halk seçsin mi?” “Evet” mi “hayır” mı?

22 Temmuz seçimlerine, “bize cumhurbaşkanı seçtirmediler” türünden bir “mazlumluk” ve “cumhurbaşkanını cumhura seçtireceğiz” gönül okşamasıyla giren, ardından yüzde 46.6 oy alan ve mecliste kendi adayını seçen AKP, şimdi kafası karışık ve ne olacağından bir o kadar habersiz halka, “evet” desin diye baskı yapıyor. Neden?

Aldığı oyu, seçtiği cumhurbaşkanını, elde ettiği meclis başkanlığını ve yerel yönetimlerdeki gücünü pekiştirmek için. Parti diktatörlüğünü ve mahalle baskısını / mahalleye baskıyı daha da meşru kılmak, hatta yıllarca sürdürmek için.

Bir anlamda, “referandum kültürüyle” kimsenin karşı çıkamayacağı, medya ve elindeki tüm güçlerle istediği gibi yönlendirdiği halkı, “ulvi amaçlar”ı onaylatacak bir noter olarak gördüğü için.

Parlamenter demokrasiyi, ABD’nin çok daha rahat denetim altında tutabileceği başkanlık sistemine, oradan da diktatörlüğe dönüştürmek için.

“Cumhurbaşkanını ben seçeceğim” diye sevinenler olabilir. Fakat şu da düşünülsün: Bugün oy verdikleri parti başkanlarını, milletvekillerini, bakanları ve yöneticileri halk kendi mi seçti? Yarın cumhurbaşkanını da kendisi mi seçecek?

Büyük kandırmaca sürüyor. Bu yüzden diktatörlüğe “hayır” demenin sorumluluğu, önümüzde olanca ağırlığıyla duruyor.

17 Ekim 2007 Çarşamba

“ZORUNLU-SEÇMELİ” DİN DERSİ
ALİ BULUNMAZ

AİHM’in “Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi” dersi konusunda, Hasan Zengin’in yaptığı başvuruyu haklı bularak, isteyenin “ders”ten muaf tutulmasına ilişkin kararının ardından Milli Eğitim Bakanlığı (MEB) gerek içerik gerekse söz konusu “ders”in seçmeli hale getirilmesi noktasındaki çıkışlarıyla dikkat çekti.

MEB, öncelikle dersin içeriğini kültürel, bir başka deyişle tüm dinleri ve inançları kapsayacak biçimde değiştirmeye yanaşmayacağını ortaya koydu. Buna gerekçe olarak da, “dünyanın hiçbir yerinde böyle bir uygulama bulunmayışını” gösterdi.

Diyanetten Sorumlu Devlet Bakanı Said Yazıcıoğlu, “isteyen din dersinden muaf olabilir, isteyen dışarıda kalırsa kimse dava açmaz” diyerek, konunun bam teline bastı. MEB’in çelişkisi işte tam da burada ortaya çıkıyor. Zira uygulamasına yeni başlanacak olan Seviye Belirleme Sınavı’nda (SBS), “din kültürü sorularının” yer alması tasarlanıyor. AİHM’in kararı ise, din dersi”nin zorunlu olamayacağı yönünde. MEB’in bu yaklaşımı, AİHM’in kararının kendisini bağlamadığını / bağlamayacağını kanıtlıyor.

Bu durumda SBS’de puanını arttırmak isteyen ancak “din dersinden” de muaf kalmayı tasarlayan öğrenci, bu “dersi” almaya zorlanacak. Ayrıca “din dersi” yerine açılacak veya ona alternatif olacak herhangi bir dersi, Türkiye’nin tüm noktalarında verecek öğretmen bulunmaması halinde öğrenciler yine “din dersini” almaya zorlanabilecek. Aynı zamanda, bu dersten muaf olmak isteyen öğrenci ve ailesi ile ilgili olarak, “mahalle baskısı / siyasi baskı” devreye girebilecek.

Sonuçta hem MEB’in hem de toplumun baskısıyla “din dersi”, AİHM’in kararına rağmen, kağıt üstünde seçmeli ama uygulamada zorunlu olacak.

Türkiye’ye 12 Eylül’ün “hediyesi” zorunlu din dersi, bu tartışmaların ışığında “zorunlu-seçmeli” türünden mantık dışı fakat bir ülke gerçeği biçiminde yoluna devam edecek gibi görünüyor.

15 Ekim 2007 Pazartesi

“BİRKAÇ KIZGIN SÖZ”
ALİ BULUNMAZ

Ermeni soykırımı iddialarıyla ilgili tasarı, ABD Temsilciler Meclisi Dış İlişkiler Komitesi’den geçti. Hayatını bu konuya adayan Nancy Pelosi, istediğinin bir bölümünü aldı. Şimdi sıra, tasarıyı Genel Kurul’a getirmeye geldi. Pelosi, kasım ayı sonuna doğru tasarıyı Genel Kurul’a sunmanın hesabını yapıyor.

Tasarıya “hayır” oyu vermesi beklenen Komite Başkanı Tom Lantos’un oyu, o gün “evet”e döndü. Ancak Lantos, Türkiye’nin olası “tepkisi”ne yönelik, “Irak’taki ABD kuvvetlerinin lojistik desteğinin Türkiye üzerinden sağlandığını ve Türkiye’nin bu desteği kesmemesi gerektiğini” belirtti.

Ilena Ros-Lehtinen ise “kızı Irak’ta olduğundan tasarıya ‘hayır’ oyu verdiğini” ifade etti. Gan Burton, tasarıya karşı çıkışını “Ortadoğu’da artması muhtemel istikrarsızlık” olarak açıkladı. “Irak, Afganistan ve Filistin’de çatışmalar sürerken, ‘İran tehdidi’ gündemdeyken, bu tasarıya ‘evet’ denmemesi gerektiğini” söyledi.

Buradan baktığımızda tasarıya “evet” diyenlerin de hayır” diyenlerin de, pragmatik bir yaklaşım sergilediğini görüyoruz. “Evet”ler, ABD’deki Ermeni lobisine verilen sözlerden, “hayır”lar ise, ABD’nin Ortadoğu’da daha da tökezlemesinden korkulduğu için kullanıldı. Pelosi ve ekibinin, bu kadar ağır ve karmaşık bir konuyu iç politikaya alet ettiğini söylemek de yanlış olmaz.

Ya Türkiye’de bu konuya ilişkin tepkiler ne durumda? İncirlik üssünün kapatılması, ABD askerlerinin Irak’tan çekilmek için Türkiye üzerinden geçmesine engel olunması ve ABD silah firmalarının ihalelerden dışlanması… Tayyip Erdoğan esip gürlüyor, ABD’de oylamayı izleyen Egemen Bağış da. Ama bu tepkiler, günlük siyaseti kurtarma ve iç politika mezesi olmaktan öteye gitmiyor. Çünkü AKP’nin, ABD tarafından yaratılıp büyütüldüğü; korunup kollandığı düşünüldüğünde, “stratejik ortaklığın” buna / bunlara engel olacağı açıkça ortaya çıkıyor.

Türkiye’de resmi ağızlardan hiç düşmeyen “kırmızı çizgiler”, “mor”a oradan da “yeşil”e dönerken, onaylanan tasarı sonrası Türkiye’nin “tepkisi” ile ilgili en ilginç yaklaşım, Demokrat Parti California Milletvekili Bred Shermen’dan geldi. Shermen, “Ankara’dan sadece birkaç kızgın söz gelir” diyerek, Türkiye’nin ortaya koyacağı tepkilerin ABD’de ne kadar ciddiye alındığını / alınacağını göstermiş oldu.

ABD, Süleymaniye’de Türk askerinin başına çuval geçirişinin ardından, neler “yaşandığını” daha doğrusu neler yaşanmadığını hatırlıyor. Şimdi Türkiye, tasarı Genel Kurul’a gelene kadar “yazılı tepkiler” verecekmiş; bekleyip görecekmiş. “Birkaç kızgın söz” ile vaziyet idare edilecek herhalde…

12 Ekim 2007 Cuma

TORNADAN ÇIKMIŞ DÜŞÜNCELER, YAZILAR, YAZARLAR…
ALİ BULUNMAZ

Abdullah Gül’ün “örgüt içi münferit bir olay” diye tanı koyduğu, PKK’nin 15 askeri şehit edişinin ardından gündeme gelen sınır ötesi operasyon, tezkere ve onların yan tartışmaları, hem ilginç açılımları belirginleştiriyor hem de turnusol kâğıdı işlevi görüyor.

Barzani’nin danışmanı Fuad Hüseyin, “Irak ‘Kürdistan’ına’ düzenlenecek askeri bir harekât her şeyi içinden çıkılmaz bir hale getirecektir” dedi. ABD de, Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Sean McCormack’ın “tek taraflı operasyonun soruna kalıcı çözüm olabileceğinden emin değilim” şeklindeki ifadesiyle, Hüseyin ve Barzani ile aynı görüşü paylaştıklarını gösterdi.

Irak İçişleri Bakanlığı da durumu, hemen hemen aynı saatlerde, “sınır ötesi harekât Irak’ın egemenliğine yapılmış bir tecavüzdür” biçiminde özetledi.

Bu, konunun dışarıdaki yansıması. Fakat daha önemli olan, Türkiye’deki “ilginç” tartışma ve açıklamalar.

Fehmi Koru 10 Ekim günkü yazısında, şunları dile getiriyordu:

Şimdilerdeki PKK terörü, örgütün bilinen amaçlarıyla örtüşmüyor (…) Sınırları dışına askeri müdahalede bulunmak zorunda kalmış bir ülkede, arkasında ne kadar halk desteği bulunursa bulunsun, sivillerin borusu ötmez olur ve askerler ön plana çıkar.”

Bu ne demek? Fethullahçılar, Kürt-İslam sentezcileri ve ikinci cumhuriyetçilerin soruya ortak yanıtı, “askere yetki verilirse demokrasi zamanla askıya alınabilir” ya da “her şeyi askere bırakmak yanlıştır” biçiminde.

AKP Diyarbakır Milletvekili İhsan Arslan’ın sınır ötesi harekât ile ilgili sözleri ise, akılları karıştıracak nitelikte. Arslan, Türkiye’nin Kuzey Irak’a girişinin “içeride tepkilere yol açacağını” belirtip; “İstanbul, İzmir, Antalya, Diyarbakır veya Şırnak’ta ne gibi tepkiler olacağının hesaplanması gerektiğini” ifade etti.

AB basınının ve yetkililerinin büyük bölümü, “harekâtın üyelik sürecini olumsuz etkileyeceğini” yinelerken, tezkerenin gündeme gelmesini “hükümetin askere boyun eğmesi olarak” yorumladı.

Saldırı ve sonrasında yaşanan tezkere konusuna ilişkin tartışmalarda, birbirinin kopyası bunca görüşün varlığı ne ifade ediyor?

Tezkereyi fırsat bilen ikinci cumhuriyetçiler ile dinci basın, askere yetki verilmesinden / verilecek olmasından yararlanarak korku ortamı yaratmaya çalışıyor, ağızlarından hiç eksik etmedikleri bir biçimde.

Fakat bundan daha vahim bir tablo, şu ortamda bile “terörle yaşamaya alışmalıyız” imalarıyla dolu yazılar döktürülmesi, bu “fikrin” pervasızca söylenegelmesi…

10 Ekim 2007 Çarşamba

“SÖZÜN BİTTİĞİ YER” Mİ?
ALİ BULUNMAZ

Yirmi dört saat içinde 15 askerin şehit edilmesi üzerine, Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçeksözün bittiği yerdeyiz” dedi. Gerçekten öyle mi?

Türkiye’de aylardan beri sınır ötesi harekât tartışılıyor. Öte yandan “Kürt sorunu”na ilişkin açılımlar yapılıp, “barışçıl ve diyalogla” çözüm üretilmesine dönük fikirler ortaya atılıyor. “Genel af”, “siyasi tanınma” gibi öneriler(!) getiriliyor. Ama gözden kaçan ya da bilinçli şekilde kaçırılan noktalar var.

Bir kere Kürtçü (Kürt kökenlileri siyasi amaçları için kullanan) kesim, hem PKK’yi hem de “Kürt sorunu” olarak adlandırdıkları Kürtçülülük sorununu, salt siyasi sorun biçiminde görme eğiliminde. Kuzey Irak’ta kurulmaya çalışılan “Kürt devleti” ve Güneydoğu’da kotarılmaya çabalanan “eyalet”e en büyük katkı da buradan geliyor. Sırrı Sakık’ın sözlerini hatırlayalım: Biz hepimiz tek millet değiliz.”

Kürtçülerin içinde yer aldığı ortaklıkta, AB ve ABD başı çekiyor. Örneğin AB’nin kasım ayında açıklayacağı İlerleme Raporu’nun ön metninde “DTP’nin grup kurması, azınlıklar konusundaki çözümün kolaylaşmasını sağlayacaktır” deniyor. Bu ne demek? AB, Türkiye’de yaşayan Kürt kökenli yurttaşlarımızı azınlık statüsünde değerlendiriyor. Bunun en büyük destekçisi de Türkiye’deki Kürtçü kesim.

Diyarbakır’da düzenlenen “Kürt Konferansı”ndaki kimi sözleri anımsamakta yarar var:

“Kürtler azınlıktır.”
“Sizin terör dediğinize biz terör diyemeyiz, dersek sizleşiriz.”

“DTP’yi anlamlı kılan PKK ile organik bağıdır.”

Şimdi böylesine bir destekle PKK’nin eylemleri arasında bir bağ var mı? Varsa nasıl bir bağdır bu? Baktığımızda, PKK ve Kuzey Irak’taki yönetimin yakından ilişkili olduğunu görüyoruz. Kuzey Irak’taki siyasi oluşuma doğrudan veya dolaylı biçimde destek verenler, Barzani, CIA ve AB’nin yardımıyla oluşan terörü gözden kaçırma ya da görmezden gelme eğilimindedir. Aynı kesimle birlikte, Kuzey Irak yönetimi de “PKK, Türkiye’nin iç meselesidir” görüşünde birleşmiyor mu?

Ancak PKK, Türkiye’deki saldırılarında lojistik desteğini Kuzey Irak’tan sağlıyor. Geçtiğimiz haftalarda ortaya çıkan ABD silahları ile Alman ve Rus yapımı silahların bölgeye gelişi, PKK terörünün arkasında kim / kimler bulunduğunu göstermeye yetiyor. ABD Ankara Büyükelçisi Ross Wilson, Amerikan silahları ile ilgili olarak “karaborsaya düşen silahları PKK satın almış” diyor. Bu açıklama inandırıcı mı?

* * *

On beş askerimizin şehit edilmesinin hemen arkasından toplanan Terörle Mücadele Yüksek Kurulu, “yetkili mercilere talimat verilmiştir” açıklamasıyla, sınır ötesi harekâta ilişkin bir girişimin yolunu açmış gözüküyor.

Fakat hem ABD hem de AB bu tür bir operasyonunun karşısında konumlanıyor. Gerek AB gerekse ABD, Kuzey Irak’a yapılacak operasyonunun, “Irak’ın toprak bütünlüğüne yönelik bir tehdit olduğu” görüşünde birleşiyor. Barzani ve Talabani de bunu mutlulukla paylaşıyor. Çünkü söz konusu petrol veya Kerkük referandumu olunca “Kürdistan”, Türkiye’nin operasyon ihtimali olduğunda ise “Irak” demeyi tercih ediyorlar. Kısacası durumu ve devleti, olaylara göre tanımlamayı uygun buluyorlar.

Üstelik AB, sınır ötesi harekât gerçekleştirdiği takdirde “Türkiye ile üyelik müzakerelerinin durdurulabileceği” tehdidini dillendiriyor.

Kürtçülük sorununu “Kürt sorunu” biçiminde adlandıranlar, PKK’li teröristlere “kardeşimiz” veya “gerilla” diyenler ve PKK’ye terör örgütü diyemeyenlerle; terör örgütünü “özgürlük savaşçısı” ve ona destek verenlerin öncülüğündeki, Kürt kökenli yurttaşlarımızın bütününü temsil etmeyen ama Kürtleri siyasi malzeme haline getirmeye çalışanların, kanlı eylemlerinde PKK’nin ekmeğine yağ sürdüğü bir gerçek değil mi?

Şimdi kimse çıkıp da gösteri yapmamalı. “Sözün bittiği yerdeyiz” denmemeli. Çünkü Türkiye dört bir yandan kuşatılmış durumda. Bir uzman ne diyor?: “Türkiye Kuzey Irak’a girerse, bu bir işgal olur.” O halde o uzmana soralım: Size maaş veren ülkenin topraklarında, değil on beş, beş asker öldürülse, acaba o ülke söz konusu eylemi gerçekleştirenlere ve onların konuşlandığı ülkeye ne yapar? Sadece bu “uzmanın” dedikleri üzerine bile pek çok şey söylenebilir.

Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral İlker Başbuğ’un “PKK’e katılımın engellenmesi noktasında siyasi irade yetersiz kaldı” belirlemesi doğru değil mi? Görenler ve bilenler konuşuyor. Yani “sözün bittiği yerde” değiliz. Asıl şimdi konuşmalıyız, çünkü herkes kartlarını açık oynuyor…

8 Ekim 2007 Pazartesi

“MİLLETİN ADAMLARI” VE “REFERANDUM KÜLTÜRÜ”
ALİ BULUNMAZ

Yaz aylarında elden ele dolaşan bir kartpostalda, “milletin adamları” ibaresini üç fotoğraf süslüyordu: Menderes, Özal ve Tayyip Erdoğan.

1950’lerde aldığı yüksek oyun büyüsüne kapılıp, “siz isterseniz hilafeti bile geri getirirsiniz” sözleriyle millet dalkavukluğunun ve arkasından yaşanan gerilimlerin kapısını aralamıştı Menderes.

12 Eylül’ün yarattığı baskı ve karmaşa ortamı ve siyasi boşluğundan kazançlı çıkan tek isim ise, on yıl boyunca ülkeyi hanedanıyla yöneten Özal olmuştu. Onun döneminde “işini bilen bürokrat ve memurların” kotardığı, yozlaşmış ve yolsuzluklara mahkum olan bir Türkiye tablosu kotarılmıştı. “Anayasayı bir kere delmekle bir şey olmaz” sözüyle başlayan hukuk tanımazlık ve yumuşak diktatörlük, bugünlere gelmemizde önemli role sahipti. Halkın gözünün boyandığı, durumunun görece “düzeldiği” ancak yozlaşmanın sınırının kalmadığı ve demokrasinin, yöneticiler ile onların yandaşlarının çıkarına göre tanımlanıp uygulandığı bir dönemdi Özal’lı yıllar. O süreçte, “milletin değerleri” söyleminin arkasına gizlenen ve güçlendirilen tarikat-ticaret-siyaset şeklindeki sacayağı, günümüzün gerilim ve açmazlarını hazırladı.

2001 ekonomik krizinden beslenip, medya ve AB-ABD-tarikatlar ile iş çevrelerinin desteğini alarak, 2002’de tek başına iktidar olan AKP de millet dalkavukluğuna sarıldı. 1990’lı yılların ikinci yarısının Milli Görüşçü belediye başkanı, şimdinin başbakanı Tayyip Erdoğan “millet isterse laiklik elbette elden gidecek” dememiş miydi? O günden bugüne “değiştiğini” savundu, iktidar yapıldı.

Kendini “milletin adamı” biçiminde niteleyen Erdoğan, kimlerle kavgalı? YÖK, Anayasa Mahkemesi, Danıştay, TSK, laikliği ödünsüz savunan kişi ve kurumlar ile Atatürkçü aydınlar. Peki, değişen ne?

* * *
Türkiye referanduma giderken, gerilim ve kavgalar sürüyor. Sınır kapılarında oy verme işleminin başladığı ve oy kullananların niçin oy verdiklerini tam olarak anlamlandıramadığı referandumun “konusu” ne? “Cumhurbaşkanını halk seçsin mi seçmesin mi?” Erdoğan, buna “evet” oyu verilmesi çağrısı yaptı. Bununla da yetinmedi, “Türkiye bundan böyle referandum kültürüne de alışmalıdır, bu ülkede öyle konular gündeme gelecek ki, artık o konuları sahibine götüreceğiz” dedi.

Hangi konular onlar? Hükümetin terör politikası mı? Milletvekili dokunulmazlıkları veya maaşları mı? Yolsuzluklar mı? Bunlar referandum konusu olabilir mi? Zor.

Peki, ne gelecek milletin önüne? Üniversitede sıkmabaşı serbest bırakmak mı? Buradan bir gedik açılması mı tasarlanıyor?

Ne diyordu Erdoğan?: “Bunun için toplumsal mutabakat gerekli.” Mutabakatın girizgâhı halkoylaması mı olacak?

Sıkmabaşlı öğrencilerin ağırlıkta olduğu bir iftar yemeğinde, “ne zaman ‘başörtümüzle’ üniversiteye gireceğiz?” sorusuna Erdoğan, “başörtüsü konusu aşama aşama gerçekleşecek, bunu gündeme getirdiğimizde önümüze engeller çıkarılıyor” yanıtımı vermedi mi?

Engeller ne? YÖK, Anayasa Mahkemesi, Danıştay, TSK. “Referandum kültürüyle” bu engeller aşılmaya mı çalışılacak? “Milletin adamı” Erdoğan, sivil darbesini meşru kılmak için referandumları mı kullanacak?

Sözü geçen “referandum kültürünün”, 1979’da İran’daki oylamalara benzemeyeceği güvencesini kim verebilir?

Tepkiler hafifletilerek, halkın zihni bulandırılıp “her şeye” alıştırılarak; sivil darbeyi “demokrasi” ile soslayarak ve en sonunda “millet böyle istiyor” diyerek, “referandum kültürü” çıkışıyla varılmaya çalışılan nokta nedir? “Muhafazakar demokrasiden” başkanlık sistemi ile eyaletlere bölünme, oradan da İtalyan tarihçi Roberto de Mattei’nin ifade ettiği gibi bir İslam devletine doğru bir geçiş mi?

5 Ekim 2007 Cuma

KOSOVA’DA NELER OLUYOR?
ALİ BULUNMAZ

Kosova’nın geleceği ilgili belirsizlik olanca ağırlığıyla gündemdeki yerini koruyor. ABD’nin yanı sıra, İngiltere ve Fransa BM Güvenlik Konseyi’ne Kosova için bağımsızlık yasa tasarısı sunduğunda, Rusya ve Sırbistan’ın direnciyle karşılaşmıştı. Putin, yeni sınır değişikliklerinin yeni çatışmaları doğuracağını belirtip, Rusya’nın onayı olmaksızın Kosova ile ilgili herhangi bir kararın alınamayacağını ifade etti.

Kosova’da faaliyet gösteren “Geleceğini Kendin Belirle” hareketinin lideri Ablin Kurti, “kimse bağımsızlığımızı engelleyemez; Kosova BM idaresinde kalırsa huzursuzluklar artar” diyor. Buna karşılık Rusya’nın desteğini alan Sırbistan’ın Devlet Başkanı Boris Tadiç “Kosova’nın bağımsızlığını engellemek ve Kosovalı Arnavutların tek taraflı bağımsızlık ilan etmeleri ile ülke olarak tanınma ihtimalini ortadan kaldırmak için ellerinden geleni yapacaklarını” vurguluyor. BM Kosova Özel Temsilcisi Martti Ahtissari ise “Kosova, AB gözetiminde bağımsız olmalıdır, BM’nin idaresinden çıkan Kosova’da ABD’nin gücü de azalacaktır” görüşünü dile getiriyor.

Aralık ayında Kosovalı Arnavutlar ile Sırpların yeniden masaya oturacağı sürecin işlediği ve tüm bu gelişmelerin yaşandığı sırada, ABD devreye girdi. Bush, Kosova için “ne şekilde olursa olsun bağımsızlıktan yana” tavır koyduğunu / koyacağını her fırsatta dillendiriyor. Peki, ABD Kosova’nın “bağımsızlığına” neden bu denli “önem” veriyor? Balkanların bugünkünden daha parçalı bir yapıya bürünmesi; örneğin Karadağ ve Makedonya’daki Arnavutlar ile Romanya-Transilvanya’daki Macarların “hak talebinde” bulunması (ki böyle bir girişime dayanak oluşturması için küçük ölçekli bir kamuoyu yoklaması yaptılar), atomize Balkanlar bağlamında ABD’nin işine geliyor mu?

1999’da yaşanan karmaşa ve Kosova’nın bombalanması sonrası, ABD şirketleri bölgedeki kamu mülklerinin özelleştirilmesi aşamasında önemli kar sağlamıştı. Bir başka deyişle, Balkanlarda yaygınlaşmaya başlayan özelleştirme operasyonu, ABD ile ABD kökenli ve bağlantılı çokuluslu şirketler için önemli bir pazar oluşturuyor. Bunun yanında, Kosova’nın “bağımsızlığını” destekleyen ABD’nin, orta ve uzak vadeli hedefinin kendisine bağlı küçük vilayetler oluşturma ve Rusya ile işbirliği içindeki Sırbistan’ı –bir anlamda Rusya’yı- daha rahat kontrol altında tutma isteğinin bulunduğu da göz ardı edilmemeli.

Kosovalı Arnavutlar, bağımsızlık dışında herhangi bir ihtimali kabul etmeyeceklerini açıklamıştı. Bu anlamda ABD ile AB’nin çokkültürcü politikalarıyla Kosova’nın “bağımsızlığından” yana zar atması çok “doğal” karşılanmalı. Bir başka ifadeyle Kosova ABD, AB ile Sırbistan ve baş müttefiki Rusya arasındaki hesaplaşma ve stratejik mücadele alanı biçiminde konumlanıyor. Bu şekildeki mücadelenin doğurduğu gerilim ve gelecekte (bağımsızlık hareketlerine karşılık, Sırp yetkililerin “ellerine silah alabileceklerini” söyleyişinden hareketle) alevlenebilecek bir çatışmanın ise esasen, pragmatik politikalar ile kulağa hoş gelen ama altyapısı hazırlanmamış “bağımsızlık” girişimleriyle zihinleri kurcalanan Kosova halkını etkileyeceği kesin görünüyor.

Sonuçta Yugoslavya ve Balkanlardaki parçalanma ile bölgedeki sürekli istim hali, herkesin önünde dersler çıkarılması gereken bir tablo olarak duruyor. Özellikle de özcü (etnik kökene dayalı) ve dinci ayrımcılığı, “demokrasi” gibi görmeye / göstermeye çalışanlar için…

3 Ekim 2007 Çarşamba

EĞRİLER VE DOĞRULAR -II
ALİ BULUNMAZ

Türkiye’nin medyatik bir başka önemli tartışması “mahalle baskısı.” Herkes bu tartışmada bir şeyler söyledi / söylüyor ama “mahalle baskısı nedir?” diye soranların sayısı da oldukça az.

“Mahalle baskısı”, Şerif Mardin’in “sivil toplum kuruluşu” biçiminde tanımladığı ve din sömürgenleri içinde barındıran, ticaret-siyaset bileşimiyle palazlanan tarikatların kotardığı; dini, çıkar ilişkilerinde ve taraftar toplamada araç olarak kullanma, kendisine benzemezi cendereye alma veya “ötekileştirme” harekâtı değil mi? Din kurallarından ya da dinin, bu gruplara üye ve bunların başındaki “hocaların” yorumundan devşirilen oluşan yaşama biçiminin dayatılması şeklinde tanımlanamaz mı “mahalle baskısı”?

Bugün “uzlaşı”, “hoşgörü” ve "özgürlük” maskelemesiyle dincilik pazarlanmıyor mu?

Abdullah Gül’ün Basın ve Halkla İlişkiler Başdanışmanı, Milliyet’te yayımlanan söyleşisinde ne diyor?: “Amaç, herkesin aşırılıklarından arınıp birbirini anlamaya başlayacağı uzlaşı ortamı yaratmak.”

Dinci zihniyet ve ikinci cumhuriyetçiler için günümüzün “aşırıları”, Atatürkçüler ve gerçek (sorgulayıcı) aydınlar değil mi?

İmam-Cemaat İlişkisi
“Mahalle baskısı”
denen şey, şimdilerde iktidar baskısına dönüşmüş durumda. Bir başka deyişle, bu artık siyasi baskıya evrildi.

Dinci oligarşinin açtığı gayya kuyusuna sürüklenişimizin nedeni, kimyası değiştirilen / değiştirilmeye çalışılan toplumun, imamdan çok imamcı olmaya yönelmesidir. Yarın bir gün, AKP iktidarının yaptıklarından memnun olmayan / olmayacak ve illüzyona kapılan büyük bir kitle, yönlendirme ve baskıyla daha köktenci açılımlar isterse, günümüzün yöneticileri bunu engelleyebilecek mi?

Dinciliğe, etnik ayrımcılığa ve “ılımlılığa”, “demokrasi” diye destek veren “aydınlar”, gelecekte yaşanabilecek gerilim ve çatışma ortamında, “biz bunu istememiştik” şeklinde pişmanlık duyarsa, o zaman ne olacak?

Gerçek aydınları, üniversiteleri, Atatürkçüleri ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş ilkelerini savunanları “öteki” haline getirmeye çalışanlar; ABD’nin giydirmeye çabaladığı “ılımlı İslam” etiketli deli gömleğinin yol açacağı sonuçları öngörebiliyor mu?

Türkiye bir cemaat toplumu ve bir ümmet mi olacaktır? Yoksa çağdaş, laik ve demokratik bir yapıda yaşamaya devam mı edecektir? Gerilim ve çatışma ortamına mı sürüklenecek yoksa geçmişten bugüne olduğu gibi barış içinde mi varolacaktır? Tartışmanın nirengi noktası budur…

1 Ekim 2007 Pazartesi

EĞRİLER VE DOĞRULAR-I
ALİ BULUNMAZ

Her şey dilde başlar. Dil, dış dünyayı anlama, anlamlandırma; yaşanmışlıkları, kültürü ve olayları bildirmek için gerekli, hatta zorunlu bir araçtır.

Türkiye iki önemli ve popüler tartışmanın / sorunun peşinden gidiyor: Bunlardan birincisi “Malezya olur muyuz?”, ikincisi “mahalle baskısı var mı?”

Aslında iki soru da eğri sorulduğundan, yanıtının doğru olması beklenmemeli.

Malezyalaşmak (?!)
“Türkiye Malezya olur mu?” sorusu gündemi epey işgal etti, etmeyi de sürdürecek gibi görünüyor. Fakat sorunun biçimsel yanlışlığı, tartışmaları da yanlış yönlendirdi / yönlendiriyor.

Soru yanlış, çünkü “Malezya olur mu?” kökü, Türkiye’nin bir başka ülkeye dönüşme olasılığını sorguluyor. Oysa “Türkiye’de Malezya’dakine benzer biçimde bir toplum yapısı (‘ılımlı İslam’ toplumu) oluşturulabilir mi?” sorusu tartışmayı doğru mecraya çekebilir(di). Ama uzunluğundan ve manşet olma özelliğinin azlığından dolayı, kısa fakat yanlış soru seçildi. Bir başka deyişle işin kolayına kaçıldı.

Malezya benzeri bir toplum yapısı olanaklı mı? Bunu, Malezya’nın nasıl “ılımlı İslam” ülkesi haline getirildiğini anlayarak yanıtlayabiliriz. Pek çok gazetecinin, muhabir ve araştırmacının (yönlendirici olanlar hariç), Malezya’nın bugüne gelişi ile ilgili ortak izlenimi, halkın böylesine bir yapıyı ciddiye almadığı ve sonradan bunu, “istediğine inandırıldığı” yönünde. “Fark etmedik, anlamadık” gibi ifadeler, Malezyalılar arasında bolca kullanılıyor. Oysa ülkenin İslamlaştırılma sürecinin “sivil” örgütlenme, dinci oligarşinin temellerinin atılması, yaşayışın din kurallarına göre düzenlenmesi ve en önemlisi uluslararası yardım-yönlendirmelerle geliştiği görülüyor. Sonuna bir baskı ortamı yaratılıp, yazılı-yazısız kurallar ile giyim-kuşamın ve zihinlerin dinci yapıya alıştırıldığı gözlemleniyor.

Peki, Türkiye’de bu mümkün mü? Bir kere, özellikle 2002’den bu yana aşırı bir muhafazakârlaştırma çabasının bulunduğu ve toplum üzerinde kimi zaman açık ama çoğunlukla örtük bir baskı kurulduğu gerçek. İşin diğer bir boyutu, Türkiye’nin laik ve çağdaş yapısının korunması gerektiğini belirten AB’nin de bu harekâtın “öznelerine” sahip çıkması. AB ülkeleri, Türkiye’yi sadece (Müslüman dünya ile “diyalog” ve enerji yollarının güvenliği gibi) pragmatik hesaplarla ve koşullu biçimde “kabul edeceklerini” bildiriyor. AB, gerekli (Kıbrıs, azınlıklar, Patrikhane, ekonomik bağdaşıklık türünden) tavizleri alabilmek ve çeşitli yaptırımları harekete geçirebilmek adına, AKP hükümetine tam destek veriyor.

Bununla birlikte, Türkiye’yi Arap ülkeleri ve “ılımlı İslam” için “örnek” gösteren ABD de, yarattığı ve büyüttüğü AKP’ye arka çıkmayı sürdürüyor. Malezya tartışmalarının mimarı Richard Hollbrooke’un, bu tartışmayı “bilmeden, istemeden ve cehaletle” açtığını düşünmek olanaklı mı? Türkiye’nin demokrasi konulu bir toplantıda Irak, Tanzanya, Afganistan ve Endonezya gibi ülkelerle yan yana getirilmesi neye işaret ediyor?

Türkiye’de Atatürkçü kesim büyük bir hınçla “seçkinci, darbeci, faşist” diye suçlanırken; dinci ve takiyyeci zihniyet tüm kurum ve kuruluşları ele geçirmeye, “sivil” adı altında aslında sivil darbe anayasası hazırlamaya ve tarikat-siyaset-ticaret ilişkilerini güçlendirmeye devam ediyor.

Türkiye’de Malezya tarzı bir toplum yaratılabilir mi? Bunun, hatta daha fazlasının olması için gerekli ortam yaratılıyor. Toplumun kimyası hızla değişiyor / değiştiriliyor. Medya, iş dünyası ve “sivil toplum kuruluşlarının” çoğunluğu buna arka çıkıyor. Dinci oligarşi ve yandaş demokrasisi ekonomiden eğitime hemen her alanda iktidarını güçlendiriyor. “Alışırsınız, nelere alışmadınız ki” biçiminde bir dayatma etkisini hissettiriyor.

Ama bunun önlenmesi için, başta özgürlük ve demokrasi adına, baskılara direnç gösterilmesi gerekiyor. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş ilkelerine, sahip çıkılması ve onların içselleştirilmesi zorunlu hale geliyor. Bu, dayatılan dinciliğe bir başkaldırı niteliği taşıması bağlamında önemli.

Aksi takdirde Türkiye, gelecekte Malezya için, dinci yönetim anlamında örnek alınabilecek bir noktaya varabilir…