29 Eylül 2008 Pazartesi

HEP BANA…
ALİ BULUNMAZ

Yargı, bana…

Medya, bana…

Sivil toplum, siyaset, ekonomi…

Belediyeler, halk, bürokrasi…

Zihinler, üniversiteler, rektörler, hocalar…

Hepsi bana, hep bana bağlı olsun.

Biat etsin, ram olsun…

***

Avrupa’da, 1930’larda sosyal-ekonomik-toplumsal sorunları kullanan, iktidarını sağlamlaştırmak hatta mutlak kılmak için çabalayan faşist lider ve onlara hizmet eden örgütlenmeler, hep yukarıdaki gibi eyledi.

Duyguları sömürdü, kullandı ve yoğun baskıyla hâkimiyetini kurdu.

***

Faşizmin özü bu işte.

Ben merkezci, ayrıştırıcı, gerilim yaratan ve baskıcı…

Kendisini mutlak yetke gören, güç fetişizmiyle gözleri kamaşan yönetim biçimi.

Hep “ben” diyen, “ben”i en doğru ve iyi olarak niteleyen, kendinden ve kendi görüşünden ayrılanları; eleştiri yöneltenleri “diğer” ya da “öteki” biçiminde nitelendiren anlayış…

Faşizm bu.

Hemen her şeyin kendisine bağlı olmasını isteyip, kendi “değerlerini” yücelten; herkesi aynılaştırmaya çabalayan bir görüş…

“Hep bana” derken, iktidarının keyfini süren, ama beri yandan ülkesinin, insanının ve geleceğinin sonunu hazırlayan yıkıcı bir idare şekli…

Linç eden, tekmeleyen, itip kakan, önüne geleni ezip geçen…

24 Eylül 2008 Çarşamba

FENERİ SÖNDÜRMEK...
ALİ BULUNMAZ

Deniz Feneri davasının zanlısı RTÜK Başkanı Zahit Akman, sonunda söylemesi gerekeni söyledi.

Basın toplantısında istifa açıklaması gelmedi.

Ya ne oldu?

Akman, “başbakan ve diğer bakanlar arkamda, istifa etmeme gerek olmadığını düşünüyorlar; öyle uzaktan kağıt göstermekle istifa edecek değilim” dedi.

Böylece “yolsuzluklarla mücadele eden” AKP'nin bürokrat tipi de belirginleşmiş oldu.

***

Deniz Feneri Derneği aracılığıyla tokatlanan paraları ve Alman mahkemelerinin kararlarını, ortaya koyduğu bilgi ve belgeleri günlerdir kamuoyuna sunan gazetelere boykot çağrısı yapan Tayyip Erdoğan'ın koruyup kolladığı Zahit Akman'ın, gücünü nereden aldığı da tescillenmiş oldu.

Hem de ilk ağızdan...

Yüzyılın soygun hareketi Deniz Feneri ve art arda gelen suçlamalar; buna ilişkin belgeler gün ışığına çıktıkça AKP köşeye sıkışıyor.

Bunu da saldırganlıkla bastırmaya çalışıyor.

İddiaların, bilgi ve belgelerin doğru olup olmadığının kanıtlanması için mahkemelere başvurmak ve sorumluların yargılanmasını sağlamak yerine, boykot çağrıları ile şeref tartışmaları gündemi meşgul ediyor.

“Ortaya konanlar yalandır, iftiradır, şerefsizliktir; bunların Türkiye ile ilgisi yoktur” demek ne kadar gerçekçi?

Bunu anlamanın bir tek yolu var: Deniz Feneri davasında, Türkiye'de bulunup da adı geçenlerin yargılanmasını sağlamak.

Ama buna gerek olmadığı vurgulanıyor.

Acaba neden?..

Fener'i söndürmek ve unutturmak için mi?

Artık konu öyle bir noktaya ulaştı ki, Fener'i ne bu hasıraltı etme çabaları ne de “Ergenekon”un dokuz ve arkasından gelecek dalgaları söndürebilir...

22 Eylül 2008 Pazartesi

DİNCİ FAŞİZMİN AYAK SESLERİ...
ALİ BULUNMAZ

Bir başbakanın, bir medya patronuna kızıp, “bu yayın grubunun gazetelerini satın almayın” demesi neyin göstergesidir?

Her şey ortada...

Bu, faşizme doğru sürüklenişin ayak sesleri...

Öyle böyle değil, hem de dinci faşizm.

İktidar, kendi medyasını yaratalı beri, özgür basına ve kendisini eleştiren medyaya karşı kılıçları çekti.

Şimdi ikinci aşamaya geçti ve boykot çağrısı yapıyor.

Gidiş, tehlikeli bir gidiş.

***

Yolsuzluklar, çalınıp çırpılan paralar ve AKP'lilerin tüm bunlarda başrolü oynadığının gün yüzüne çıkarılması, başbakanı haliyle rahatsız ediyor.

Sorumlu olarak da, AKP'nin üstüne giden medyayı gösteriyor.

Ve istiyor ki, herkes iktidara biat etsin. Kimse konuşmasın, her şey sumen altı edilsin.

İşte bu gidiş, faşizme gidişten başka bir şey değil.

Üstelik dinci iktidarın yaratmaya çabaladığı dinci faşizm...

19 Eylül 2008 Cuma

HANGİ YÜZLE?..
ALİ BULUNMAZ

Deniz Feneri davası dallanıp budaklanıyor.

Bu arada, söz konusu davayı unutturmak; biraz olsun gündem dışına itebilmek için “Ergenekon” soruşturmasında yeni dalga başlatıldı.

Nurseli İdiz ve Seyhan Soylu gibi isimler gözaltına alındı...

***

TBMM Başkanı Köksal Toptan ise, Deniz Feneri davasındaki kurye zanlı Zahit Akman ile ilgili “ilginç” bir çıkış yaptı:

“Akman'ın istifa etmesi şık olur...”

Zahit Akman'ın yargılanması, Tayyip Erdoğan'ın iki dudağı arasından çıkacak bir çift söze bağlı...
Ancak bunun gerçekleşme olasılığı düşük görünüyor.

Geriye istifa kalıyor.

***

Zahit Akman, Alman mahkemelerinin ortaya koyduğu bilgi ve belgelere göre zanlı durumunda.

Yurt dışına çıktığı, özellikle de Almanya'ya ayak bastığı anda gözaltına alınacak.

Daha da ötesi tutuklanacak...

Bunun yanında Akman, RTÜK Başkanı ve halen görevde.

Hakkında bunca suçlama, aleyhinde bir dolu iddia ve belge bulunduğu halde Akman neden istifa etmiyor?

Belli ki kendini suçlu görmüyor. Yapılanların yasalara ve kurallara uygun olduğunu düşünüyor. Zaten bunu Deniz Feneri yöneticileri ve onu savunan kimi “gazetecilerin” sözlerinden anlamak da mümkün.

***

Geçtiğimiz gün Deniz Feneri yandaşı ve yoldaşı bir “gazeteci” şöyle diyordu:

“Ağızları alkol kokanların iddia ve suçlamaları bize vız gelir...”

Bu, pişkinliğin ve olanları örtbas etmenin daniskası; kuralsızlığın “kural” haline geldiğinin ve hukuk tanımazlığın göstergesi değil mi?

Elbette şu da görülmeli: Deniz Feneri meydanlarda, metro istasyonları ve bulduğu her noktada yardım toplamayı, tezgâh açmayı sürdürüyor.

İyi de hangi yüzle?

Ya da hangi yüzsüzlükle?..

12 Eylül 2008 Cuma

DÜNDEN BUGÜNE...
ALİ BULUNMAZ

Gelenekçi-Yenilikçi gibi bir ayrım ürettiler.

Sonra “hocalarından” kopup, ABD'ye biat ettiler. Partiyi kurdular.

Mazlum siyasetini, mağduriyet temasını ve ülkedeki ekonomik krizi, gidişe katık yaptılar.

Baktık ki adı “AK” olan bir parti siyasi yaşamımıza girmiş...

Yolsuzluk dediler, kriz dediler; değiştik, dönüştük dediler ve bir kasım günü iktidar koltuğuna oturdular...

***

Kim ne derse desin, “AK” iddialı bir isimdi. Altında kalma olasılığı yüksekti. Zaten öyle oldu.

Bu işin gidişi belliydi.

Perşembe, çarşambadan gözükmüştü...

“AK”ların, kara olduğu kısa zamanda anlaşıldı, değişip dönüşmedikleri de...

***

Şimdi “AK”lar nasıl aklanacak? Aklanabilecek mi? Bu çok zor gözüküyor.

Bilgiler belgeler ortada.

Fotoğraflar, iddialar göz önünde...

Dokunulmazlara yine dokunulmayacak.

Peki, ya dokunulabilecekler? Onlar da dokunulmazların koruması altında...

***

O halde sonuç ne?

“AK”lara dokunulmuyor, yolsuzlukları yolsuzluktan sayılmıyor!..

Ya ne?

Yolsuzluk, yol oluyor; uzuyor da uzuyor. “AK”lar yola devam ediyor.

Biraz daha hırçınlaşıp saldırganlaşarak...

10 Eylül 2008 Çarşamba

“3 Y...”
ALİ BULUNMAZ

Yolsuzluk, rüşvet ve avanta gırla...

Hemen hepsinde iktidar partisi AKP başrolde.

1 milyon dolarlık rüşvet, arsa, parsel, Deniz Feneri Derneği yoluyla cebe indirilen 41 milyon avro...

Bugün iktidarda olanlar, uzak ve yakın geçmişin yolsuzluk, usulsüzlük ve rüşvet dosyalarını sırtında taşıyor.

Ortaklıklar, kirli ve karanlık ilişkiler gün geçtikçe ortaya çıkıyor.

***

İktidarın kafası karışık. Karışık olmasa, sürekli “3 Y” ile mücadele ettiğini söyleyemez.

Nedir “3 Y”?

“Yolsuzluk, yoksulluk, yasaklar...”

***

AKP döneminde yasaklar aldı yürüdü, keskin bir biat kültürü yerleştirilmeye çalışıldı. Bu hızla sürüyor...

Yoksulluk da farklı değil. Yoksul daha yoksul, açlık sınırı yükseldi. İnsanlar bu sınırın altında yaşamaya mahkum edildi.

Yolsuzluk dosyaları da bir bir çıkıyor meydana. Ortalık Deniz Feneri aracılığıyla çarpılan paralar yüzünden çalkalanıyor.

Bunlar aydınlandıkça, başbakanın keyfi kaçıyor. Çünkü eleştirilmek hoşuna gitmiyor.

***

“3 Y ile mücadele” gibi bir söylemin anlamı yok artık...

Çünkü iktidar, bunların tam ortasında.

Yolsuzluk, yoksulluk ve yasaklar...

Hepsi, özellikle AKP döneminde büyüyüp palazlanan çocuklar...

8 Eylül 2008 Pazartesi

SUSKUNLUK KARDEŞLİĞİ...
ALİ BULUNMAZ

Türkiye'de her anlamda bir dönüşüm yaşanıyor.

Toplumda, yaşam biçimlerinde, siyasette, insan ilişkilerinde...

Ve elbette basında...

Basının hızla medyaya dönüşmesi, özgür basının medya karşısında güçsüzleştirilmeye çalışılması ve nihayet dinci medyanın günden güne büyümesi, gerçeklerin üstünün örtülmesinde beliryeci rol oynuyor.

Deniz Feneri olayı bunun göstergesi...

Cebe indirilen 41 milyon 600 bin avro, Deniz Feneri Derneği'nin vergiden muaf tutulması, yolsuzluk ve rüşvet, başbakan ve önemli bürokratların dernek ile ilişkileri...

Hemen hepsi dinci medya tarafından hasır altı ediliyor.

Deniz Feneri'nin çarptığı paraların, dinci televizyonlara, gazete ve diğer yayın organlarına aktarılması karşısındaki sessizliğe ne ad verilmeli?

Belki şu olabilir: Suskunluk kardeşliği...

***
Dinci medya kendi açıklarını örtüyor. İktidarının devamı için, merkezinde yer aldığı yolsuzluk ve vurgunun üzerine gitmek istemiyor.

Türkiye'nin dört bir yanında “iyilik noktları” oluşturan Deniz Feneri, paraları çarpıp kendi kurucu ve siyaseten yandaşlarını zengin edince din, iman ve ahlak bir köşeye itiliveriyor kolayca...

AKP muhaliflerine yönelik iddianameler hazırlanır ve dinci medya bunu alabildiğine kullanırken, Deniz Feneri'yle ilgili olarak Alman savcının hazırladığı iddianame aynı medyada hiç bulmuyor.

Çünkü suskunluk kardeşliği devreye giriyor.

Tarikat-cemaat kardeşliği de...

5 Eylül 2008 Cuma

AK FENER...
ALİ BULUNMAZ

Aylardır tartışılıyor:

Temiz toplum, temiz siyaset için neler yapılabilir?

Ama tartışma boşunaymış...

AKP Genel Başkan Yardımcısı Şaban Dişli'nin aldığı 1 milyon dolarlık rüşvet bunun kanıtı.

***
Ya Deniz Feneri adlı “yardım” kuruluşunun altını eşeledikçe gün ışığıyla buluşanlara ne demeli?

Bir eşitsizlik hatta haksızlık söz konusu.

Kaçak göçek, usulsüz, ahlaksız olan ne varsa, bugün el üstünde tutuluyor.

İşte 41 küsur milyon avro...

Deniz Feneri aracılığıyla tokatlanan para...

“Fakirlere yardım” diye masalar açan ve yardım kampanyaları başlatan dernek...

AKP bu derneğe neden dokunmuyor?

Çağdaş ve Atatürkçü dernekler ile faaliyetler an be an soruşturulur ve izlenirken, dinci ve hortumcunun daniskası Deniz Feneri neden araştırılmayıp sumen altı ediliyor?

Her şey açık değil mi?

Yine aynı noktaya geliyoruz.

Yani “biz-onlar” ayrımına...

Deniz Feneri “biz”; bir başka deyişle iktidarın sularında...

Hâl böyle olunca, araştırıp soruşturmaya ne gerek var...

Mazallah bu işin ucu istenmeyen yerlere uzanır...

Sonra büyü bozulur, masal bitiverir...

Değil mi ama?..

3 Eylül 2008 Çarşamba

CEMAAT, SOSYAL DEVLET DEMEK MİDİR?
ALİ BULUNMAZ

Türkiye'nin bugün tarikat-cemaat egemenliğinin etkisi altında olduğu bir gerçek. Laik, demokratik ve sosyal bir hukuk devleti biçiminde tanımlanan Türkiye Cumhuriyeti'nde cemaatler hemen her alanda gücünü hissettiriyor.

İyi de cemaat, sosyal devletin taşıyıcısı olabilir mi?

Cemaat, özü gereği ayrımcılık temeline dayanır. Belli bir amaca yönelik olarak “biz-onlar” ayrımını keskin şekilde gündeme getirir.

Oysa sosyal devlet, tüm vatandaşlara eşit uzaklıktadır, öyle olması gerekir. Sosyal devlet olgusunu, cemaate teslim ederseniz orada ayırımcılığın ve dolayısıyla gerilimin de kapısını aralamış olursunuz.

Türkiye'de yaşanan da tam anlamıyla budur. Belediyelerden iktidara, pek çok “sivil toplum kuruluşu”ndan sokağa kadar cemaat egemenliği güne yön veriyor.

Siyaset ve ticaret, gemisini cemaat kuralların göre yürütüyor. Baskı ve yıldırı temelli cemaat yapılanması, artık devlet yönetiminde söz sahibi.

Kimileri buna “yeni Türkiye”, kimileri de “yeni demokrasi” diyor. “Liberal muhafazakar demokrat aydınlar” ile kendini “sol”da gören kimi yüzler, ısrarla ve övünçle cemaatleşmeyi savunuyor.

Hatta sosyal devleti cemaatle eşleştiriyor...

***
Şimdi tekrar soralım: Ayırımcılık “ilkesine” dayanan cemaat yapılanması, sosyal devlet demek midir? Şöyle diyebiliriz: Sosyal devlet, cemaat yapılanmasını içerebilir mi? İçermeli mi?

Türkiye'ye baktığımızda, içerdiği takdirde nelerle karşı karşıya kalınabileceği ortaya çıkıyor.

Ama esas acı olan, bunu savunan “aydınların” düştüğü yanılgı, bunun yarattığı tehlikeyi görmeyen zihin tembelliği...

Onun için de bir soru sorulabilir elbet: Cemaatin, sosyal devletten öte, demokrasiyle bir ilgisi var mıdır?..

1 Eylül 2008 Pazartesi

BARIŞ...
ALİ BULUNMAZ

Bugün 1 Eylül. Dünya Barış Günü...

Barıştan söz etmenin git gide zorlaştığı bir dönemden geçiyor insanoğlu. Bölgesel çatışmalar, küresel gerilimler, etnik ve kültürel ayrımcılık politikaları...

Karadeniz'de Montrö'yü delen ABD savaş gemileri, sözde insani yardım için Gürcistan'a yollanıyor...

Rusya ile Gürcistan arasındaki savaş, savaş sonrası gerginlik...

Irak'ta, Afganistan'da, Pakistan'da akan kan.

Ortadoğu'da yaralar zaten bir türlü kabuk bağlamıyor.

2008'de insanoğlu Barış Günü'nü yine buruk kutluyor.

***
Einstein, “barış için savaşmaktan” söz etmişti. Ama bugün enerji, küresel çıkar güdüsü, su, etnik ve kültürel ayrımcılık üzerinden gerilimler üretiliyor.

Kısacası “savaş için savaş” gibi bir durumla yüzleşiyoruz.

Küresel paranoya, küreselleşmenin öncüleri tarafından yaratılan terör ve buna dair korku...
Hepsi, 1 Eylül Dünya Barış Günü'nde karşımıza dikiliyor.

Tüm bunlar varoldukça barış, Godot gibi sürekli bir bekleyiş halini alacak.

Peki, ne yapmalı?

Aslında bunun yalın bir yanıtı var: Kendisiyle yüzleşecek insanoğlu. Kolaya kaçmadan, yani savaşmak yerine barış içinde yaşamayı öğrenecek ya da bunu keşfedecek.

Kolay mı bu?

Elbette değil. Ama imkansız mı?

Hayır...

İşe barışın ne kadar değerli olduğu anlaşılmaya çalışılarak başlanabilir.

Ya da Irak'ta, Afganistan'da, Filistin'de, Gürcistan'da yaşayanlara sorularak, barışın ne denli önemli bir kazanım olduğu pekâla kavranabilir...