31 Mart 2008 Pazartesi

DEMOKRASİYE DARBE…
ALİ BULUNMAZ

AKP’nin kapatılması adına yapılan girişim için çok şey yazıldı söylendi. Anayasa Mahkemesi iddianameyi kabul eder veya etmez.

Ancak Mahkemeye sunulduğundan beri, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı ve hazırladığı iddianameye yönelik saldırıların, eleştiri dozunu geçtiği aşikâr.

En son olarak “yargı darbesi” tanımlaması yaratıldı; bu tanımlama, hem yurt içinde hem de yurt dışında pazarlandıkça pazarlanıyor. Alıcısı da çok.

Deniyor ki “demokratik yollardan yenilgiye uğratılmayan AKP, ‘yargı darbesi’yle alaşağı edilmek isteniyor.”

Bunu AKP, dinci-tarikatçı medya, yandaş demokratlar, muh(a)bir vatandaş ve gazetecilik adı altında fişleme yapanlar hemen sahipleniyor.

Başka?

Elbette AB’nin “etkili” ve “yetkili” isimleri…

***

Avrupa Parlamentosu, Türkiye raporu taslağını geçtiğimiz günlerde açıkladı. Raporu hazırlayan Hıristiyan Demokrat Ria Oomen-Ruijten ne diyor?

- “Türkiye’de güvenilir bir yargı yok”
- “Ordu ve yargı, elit tabakayı oluşturuyor”
- “Yargıda reform şart”

Türkiye-AB Karma Parlamento Komisyonu Eşbaşkanı Joost Lagendijk’ın sözleri bundan farksız mı?

- “Türkiye’de siyasi sürece yargı darbesi yapılıyor”

Olli Rehn’in ifadelerini nasıl değerlendirmeli?

- “Türkiye’nin anayasal çerçevesinde bir sistem hatası var”
- “Türk adaleti davanın kabul edilip edilmemesi konusunda, Türkiye’nin uzun vadeli çıkarlarını göz önüne alarak karar vermeli”
- “Bu davanın açılması, Türkiye’nin AB müzakerelerinin gözden geçirilmesine neden olabilir”

Bu açıklamalarda yargıya baskı, gözdağı, hatta tehdit var. Ama bunlar demokrasinin işleyişine bir müdahale veya darbe sayılmaz mı?

***

AB’nin taslak rapor ve hazırlanan iddianameyi “eleştiri” bahanesiyle yaptığına ne demeli? Bu, Türkiye’nin iç işlerine karışmak demek değil mi?

AB’nin hukuka saygısı yok mu? Kullanılan tanımlamalar ve telkinler, aynı AKP’nin yaptığı gibi, “bana uygun kararlar aldığını düşündüğüm sürece hukuk, hukuktur” anlayışını su yüzüne çıkarmıyor mu?

***

Demek ki AB’nin bu yetkilileri, her fırsatta dersini verdikleri demokrasiyi özümsememiş.

Yasama, yargı, yürütme; kuvvetler ayrılığı ilkesi, Ruijten, Lagendijk ve Rehn için pek bir anlam ifade etmiyor.

“Darbe yapan yargıyı düzeltin” uyarısı da, AB’nin AKP’ye hukuk tanımaz desteğini gözler önüne seriyor.

AB, AKP’nin davayı düşürmek veya yargılanmaktan kurtulmak için Anayasa değişiklikleri yapma gibi hukuk tanımaz girişimine ortak oluyor; bununla da kalmayarak, söz konusu girişimin meşrulaştırıcı aktörü rolüne soyunuyor.

Demokrasiye darbe bu değil mi?...

28 Mart 2008 Cuma

SAĞDUYU ÇAĞRILARI VE GERİLİM…
ALİ BULUNMAZ

Son günlerde sağduyu çağrıları muhtelif.

TÜSİAD…

TOBB…

Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç… Hepsi sağduyu çağrısında bulundu.

İlhan Selçuk, serbest bırakıldıktan sonra “tansiyonu düşürmek başbakanın görevi” demedi mi? Saraybosna’da “laik devletin gelişimini hedeflediğini açık olarak dile getirdiği için” fahri doktora alan Tayyip Erdoğan, bu çağrıya “suçlu medyadır, bana ve partime yapılan hakaretleri ne yapacağız; bunları nereye koyacağız” yanıtını verdi.

Peki, TÜSİAD ve Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç’ın çağrısı kime?

Ya TOBB’nin önderliğinde, AKP yakın sendika ve kuruluşların çağrısına ne demeli? Orada bir hedef var mı?

26 Mart günü eş zamanlı olarak tüm Türkiye’de sağduyu çağrısı yapan TOBB önderliğindeki kuruluşlar, son derece sığ ortak metinde ne dedi?

Hiçbir şey…

Üzeri tamamen örtülü, aman kimse kırılmasın tadındaki çağrı metni kime yönelikti?

Herkese. Yani hiç kimseye…

Çünkü gerilimin düşürülmesi için çağrı yapılacak en önemli kurum AKP’den başkası değil. Ama TOBB Başkanı Rifat Hisarcıklıoğlu “herkes bir adım geri atsın” diyerek, bir anlamda hiç kimse bir şey yapmasın demiş olmuyor mu?

Hisarcıklıoğlu “herkes bir adım geri atsın” sözüyle kime çağrı yapıyor? AKP’ye mi CHP’ye mi? Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı’na mı yoksa Anayasa Mahkemesi’ne mi?

***

Hazırlanan iddianameye karşılık Anayasa değişikliği ile ofsayttan gol atmaya çabalayan, Türkiye’yi kamplara ayırmaya başlayan ve eleştiriye tahammülsüzlüğü had safhaya ulaşan AKP değil mi?

Sağduyu çağrısını görsel bir şölene dönüştürüp, adeta bir siyasi parti lideri havasında görünen TOBB Başkanı Rifat Hisarcıklıoğlu, hiçbir şey söylemeyen çağrı metniyle siyasete ısınma turlarına mı çıktı?

***

Bugün Türkiye’deki gerilimin baş nedeni kurumsal yapıyı bozan, sınırsız kadrolaşmaya girişen ve toplumu biz-onlar diye ikiye bölen AKP değil mi?

Yargıyı toplumun gözünde “güvenilmeyecek bir kuvvet” haline getirmeye gayret eden, yandaş demokrasisini gerçek demokrasiye yeğ tutan, eleştirel tutum takınan herkesi tehdit edip; bu kişiler ve kurumlar üzerinde baskı kuran iktidar partisi değil mi?

O zaman sağduyu çağrılarının hedefinin AKP olması gerekmez mi?

Anayasal düzen, hukuk devleti ve laikliğin örselenmesinin sorumlusu da AKP değil mi?

AKP bu gerilim noktaları karşısında ne yapıyor? Hiçbir suçlama ve eleştiriyi üstüne alınmayıp, eleştirileri dinlemeden püskürtmüyor mu?

Bu durumda gerilimin odağı ve yaratıcısı kim?...

26 Mart 2008 Çarşamba

“MUHAFAZAKÂR DEMOKRAT TOPLUM…”
ALİ BULUNMAZ

AKP, muhafazakâr bir toplum yaratma çabasında mı? Evet…

Buna ne diyor iktidar? “Muhafazakar demokrat toplum” yapısı…Tarikat ve cemaatlerin bu hedefteki yerinin en güncel örneği, Bolu’da tarikat başmüritleri önünde saygı ile eğilen MEB müdürleri değil mi?

Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı AKP’ye yönelik iddianamesinde ne diyor: AKP, laikliğe aykırı eylemlerin odağıdır…

İktidar devlet içinde, her kurum ve kuruluşta cemaatçi-tarikatçı kadrolaşmaya yöneldi. Kendi sermayesini ve medyasını yaratmaya girişti. Cemaat-tarikat medyası da, yargı ve özgür basını çevreleme harekâtına hız verdi.

***

AKP ve medyası, hangi kavram ve söylemleri kullanıyor: “Demokrasi”, “istikrar”,hukuk” ve “özgürlük…”

“Demokrasi”, AKP için “hedef”e giden yolda yegâne araç…

“İstikrar”, yandaş demokrasisinin devamı…

“Özgürlük”, AKP yandaşları ve cemaat-tarikat müritlerinin tam bir serbestlik içinde; kendisinden olmayanı kısıtlayacak ölçüde kazanımlar elde etmesi…

“Hukuk”, AKP tarafından, hareket alanını genişletmesini istediği ve iktidarın uygulamalarına yasal kılıf hazırlayacak bir kavram olarak görülüyor.

***

AKP iddianamesi Anayasa Mahkemesi’nde. İktidar ise bu iddianamenin işleme konmaması, konursa dava açılmaması ve dava açılırsa, bunun düşürülmesi için çabalıyor.

AKP, partilerin kapatılmasını güçleştirecek hazırlıklar peşinde. Bu, neyi kapsıyor?

Kapatılma nedenlerinden odak olmanın tanımı belirsizleştiriliyor. Laikliğe aykırı eylem ve söylemler, üstü örtülü biçimde, odak olmaktan çıkarılmaya çalışılıyor.

AKP Anayasa değişikliğiyle, siyasi partilerin kapatılmasını şiddet ve teröre bağlantılandıracak. “Değişikliğin yürürlüğe girdiği tarihte Anayasa Mahkemesi’nde görülen, siyasi parti kapatma davaları düşer” biçimindeki ek maddeyle de, kapatma davası açılmasını engelleme, açılırsa da düşürme tasarısı gündeme gelecek…

AKP yargılanmaktan çekiniyor, parti kapatmayla ilgili Anayasa değişiklikleri yapmaya yöneliyor. Oyun oynanırken, kuralları değiştirme anlayışı değil mi bu?

İktidarın bu Anayasa değişikliği ile ilgili asıl hedefi ne? Değişikliği referanduma götürmek. Recep Tayyip Erdoğan “referandum kültürüne alışın” demişti.

AKP’nin söz konusu referandum girişimi laiklik oylamasına dönüşür mü? Bu yönde bir kaygı var mı?

Elbette var. “Muhafazakâr demokrat toplum” yaratılmasının hızlandırılması aşamasında, bu Anayasa değişikliği ile referandumun katkısı ne olacak?

Kaygının temelinde bu sorular var…

24 Mart 2008 Pazartesi

MUZAFFER ROMALI KOMUTANLAR…
ALİ BULUNMAZ

Son birkaç aydır Türkiye’nin gündemi sürekli değişiyor. Değiştiriliyor. Neler gördük geçirdik?

-Kuzey Irak’a harekat…
-Sonra onu örten türban düzenlemesi…
-Sosyal “Güvenlik” Yasa tasarısı…
-AKP’nin kapatılması istemiyle hazırlanan iddianame…
-Ve “Ergenekon” soruşturması kapsamında başta İlhan Selçuk olmak üzere, kimi önemli ve simge isimlerin gözaltına alınışı…

En sonuncusu, AKP’nin başlattığı hesaplaşma harekatının üst noktası.

Kendisine yönelik iddianamenin, Anayasa değişiklikleriyle mahkemeye oradan da kapatılmaya vardırılmasını istemiyor AKP.

Hem kamuoyunun ilgisini dağıtıyor hem de kendisine dokunan yargıyı aşağılıyor. Hukuk ve yargının, AKP’ye ters gelen bir karar aldığı düşünülürse iktidar için hukuk, “hukuk değil.”

Zaten AKP’li “gazeteciler” ve medya hokkabazları da bunu benimsetmek için var güçleriyle çalışıyor. Bu yüzden, kimi zaman savcılığa kimi zaman yargıçlığa kimi zaman da muhbirliğe soyunuyorlar.

İlhan Selçuk gece baskınıyla gözaltına alınınca hokkabazlar, yaşına hürmet eder gibi yapıp usulün yanlışlığından dem vurdu.

Ama hükümetin “biz çetelerin üzerine gittik, bize bu yüzden kapatma istemiyle iddianame hazırlandı" şeklindeki “tezine” de biatı sürdürüyorlar. Hatta bu tezi ilk kez ortaya atan Ertuğrul Günay, İlhan Selçuk’un gözaltına alınması üzerine “ben bilmem hukuk bilir” buyuruyor. Bir anlamda “hukuka saygısını” gözler önüne seriyor.

***

Türkiye 1930’ların Avrupa’sını andırıyor. Almanya, İtalya, İspanya…

Akıl ve mantık yerine, bol acılı duygu hakim. İktidarın mağduriyet söylemi de cabası. AKP, sivil darbesini güç gösterileri, havaalanı mitingleri ve ayetli toplantılarla sürdürüyor.

Hukuk, yargı, demokrasi ve laiklik AKP’nin hışmına uğruyor.

Müritler memnun. Hokkabazlar da…

Muhbirler ise kıvançlı…

Hepsi muzaffer birer Romalı komutan edasıyla ortalıkta dolaşıyor…

21 Mart 2008 Cuma

AVRUPA’NIN ORTA YERİ VE AKP
ALİ BULUNMAZ

İsviçre. Avrupa’nın orta yerinde bir ülke.

Bu ülkenin Dışişleri Bakanı Micheline Calmy-Rey, 28 milyar dolarlık doğalgaz anlaşması yapmak üzere İran’a gidiyor.

Ancak Ahmedinecad ile görüşmesi sırasında flaşlar patlıyor ve Calm-Rey başındaki örtüyle karelerdeki yerini allıyor. Kareler de, İsviçre ve Avrupa basınında…

Ülkenin gazeteleri zehir zemberek yorumlara başlıyor:

-“İtaatkar bir kadın gibi”
-“Sinsi Calmy-Rey anlaşmazlığın örtüsüyle.”

İsviçre’deki feminist hareket temsilcileri, bu hareket içinde yer alan Calmy-Rey’i kıyasıya eleştirip, “kadınların örtüye karşı gösterdiği dayanışma nerede?” biçiminde öfkesini dile getiriyor.

Calmy-Rey ise “örtüyü İran’a saygı amacıyla taktığını” ifade ediyor…

***

Calmy-Rey’in başındaki örtü, türban veya sıkmabaş değil. Beyaz ve gevşek bir örtü. Ama İsviçre basını ile kimi Avrupalı yazar ve gazeteciler, bunu kadına bir hakaret sayıp, Calmy-Rey’e ağır eleştiriler yöneltiyor.

İsviçre, Avrupa’nın merkezinde. Avrupalı bir bakan, “nezaket” amacıyla bile olsa başını örttüğünde tepkiler kabarıyor…

Peki Avrupa’nın, eşleri türban ve sıkmabaşlı Başbakan, Bakan, Milletvekili ve bürokratlar aracılığıyla Türkiye’de kadını ikinci sınıf vatandaş haline getirmeye çalışan ve türbanın “özgürlük” olduğunu savunan AKP’ye bakışı ne?

-“AKP, Türkiye’yi modernleştiriyor”
-“Demokratikleştiriyor”
-“AKP Türkiye’de siyasi ve ekonomik istikrarı sağladı, bu AB için olumlu”

***

AKP bugün Avrupa’da, kendisinden istenenleri yerine getiren ve AB’nin beklediği yasaları çıkarması için biçilmiş kaftan görünümündeki bir partidir. Avrupa’nın değerlerini ne kadar “benimsediği” ya da “oraya ulaşmak istediği” ortadadır…

Ancak AB, istediklerini almak ve onu desteklemek adına AKP’nin türban açılımını “özgürlük”, AKP’ye karşı hazırlanan iddianameyi de “demokrasi ayıbı” olarak yorumlamaktadır.

Burada bir ikilem göze çarpıyor. Aslında bu, bilinçli şekilde uygulamaya konmuştur. İsviçre Dışişleri Bakanı İran’da başını örttü diye ayaklanan Avrupa basını ile yetkilileri, Türkiye’de dinciliği politikasının merkezine koyan AKP’yi “özgürlükten”, “modernleşmeden” ve “demokrasiden yana” diye takdim ediyor.

Acı acı gülünecek bir oyun bu…

19 Mart 2008 Çarşamba

YARGISIZ DEMOKRASİ Mİ?
ALİ BULUNMAZ

AKP hakkında hazırlanan iddianame, kimin ne kadar gerçek kimin sahte demokrat olduğunu ortaya çıkardı.

Demokrat olmanın baş koşulu, demokrasiye inanmak; daha da önemlisi demokrasiyi özümsemektir.

Demokrasinin sağlıklı işlemesini sağlayan ise yasama, yürütme ve bağımsız yargıdır. Bağımsız yargının üstlendiği görev ve sorumluluk, demokrasinin korunmasıdır.

Bunu bütünleyen hatta sağlayan ise laiklik zeminidir. Laikliğin ayağının kaydırılması yasama, yürütme ve yargının da işleyişini zayıflatacak bir girişimidir.

***

AKP’nin eylem ve söylemlerini konu edinen iddianame gündeme oturduğundan beri, parti yöneticileri, AKP’ci yazarlar ve AB ile ABD yetkililerinin açıklamaları birbirinin neredeyse kopyası. Bunlara Türkiye’deki kimi kurum, kuruluş ve kişilerin açıklamaları da eklenebilir.

Neler söyleniyor?

-“Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı yetkilerini aştı”
-“Bu iddianame ve açılabilecek dava, ekonomik, siyasi ve sosyal ‘istikrarı’ bozar”
-“Yargı demokrasiye müdahale etti”
-“Türkiye’nin ileri gitmesini istemeyen bazı çevreler, yargı ve devletin en üst noktalarına sızmıştır”
-“Bu girişim, AB’nin demokrasi ölçütleriyle uyuşmuyor”
-“Yargı millet iradesini yok saymaya yöneldi”

***

Yargı, yürütme ve yasama ile beraber demokrasinin vazgeçilmezi.

Yorumlar dikkatle incelendiğinde yargının “demokrasi” adına edilginleştirilmesi gerektiğine ilişkin imalar da var.

Yargısız veya görevini yapan yargı olmadan sağlıklı bir demokratik yönetim ne kadar mümkün?

Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısını görevini yaptığı için suçlamak, ona hakaret etmek ve hatta gözdağı vermek demokrasiyle bağdaşır mı?

AKP bugünlere nasıl geldi? Yüzde 46.5’lik oy, “çoğunluğuz” demek yeterli mi? Öncelikle demokrasiyi; kuvvetler ayrılığını içselleştirmek gerekmiyor mu?

Yargı kurumları ve söz konusu kurumların başındakiler, yetkilerini millet iradesi için kullanmıyor mu? Yargıyı ve yargı kurumlarını suçlama yarışına girişenler, konuya biraz da buradan bakmalı.

Yargısız ya da yargının bağımlı olduğu "demokrasi" istemeye ve hazırlanan iddianame üzerine yargının işleyişine ve yargı kurumlarının üyelerinin atanmasına dönük yöntem değişiklikleri düşünmeye başlamadan evvel, bu noktalar üzerinde düşünülmeli…

17 Mart 2008 Pazartesi

MAĞDURİYET VE DEMOKRASİ
ALİ BULUNMAZ

Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı, AKP’nin kapatılması istemiyle Anayasa Mahkemesi’ne başvurdu.

Gerekçe ne?

“AKP, laiklik karşıtı eylemlerin odağı haline gelmiştir.”

AKP Genel Başkan Yardımcısı Dengir Mir Mehmet Fırat, davanın açıldığı günün akşamında kısa ama “mağduriyet” dolu bir basın açıklaması yaptı:

“Demokrasimiz tartışmalı hale gelmiştir.”

“Demokrasi mücadelemizi sürdüreceğiz.”

“Türkiye’nin böyle bir tartışma içine sürüklenmesi büyük bir ayıptır, bu ülke bunu hak etmemiştir.”

Ardından ertesi gün (15.03.2008) Tayyip Erdoğan, Güneydoğu gezisinde ayetler okudu, “yargı millet iradesine saygı duymalı” dedi.

Adalet Bakanı Mehmet Ali Şahin “yerel seçimlerde AKP’nin yüzde 50’nin üzerinde oy alacağını” söyledikten sonra hazırlanan iddianame ile açılma olasılığı bulunan davayı “hiç umursamıyoruz” diye ekledi.

***

AKP, 22 Temmuz seçimlerinde yüzde 47 oy aldı. Tayyip Erdoğan, aynı gece parti binasının balkonundan halka seslendi: “Biz tüm Türkiye’nin partisi olacağız.”

AKP tüm Türkiye’nin partisi mi oldu, yoksa “yüzde 47 oya sahibim” diyerek sayısal çoğunluk diktası kurmaya mı yöneldi?

Her fırsatta yargıyı eleştiren AKP, kimi zaman yargı kurumlarını hedef de göstermedi mi?

“Kişi laik olmaz, devlet laiktir” görüşünde hiçbir değişiklik olmayan Tayyip Erdoğan değil mi?

“Demokrasi” sözcüğünü dilinden düşürmeyen AKP’liler ile yandaşları, “bizim dediğimiz olacak” anlayışıyla hareket etmedi mi?

Hukukun ve Anayasa’nın arkasından dolanıp; Anayasa’yı ve mahkeme kararlarının dikkate alınmaması yönünde “fikir” beyan eden de AKP değil mi? Bu “fikirler”, yasalara ve hukuka aykırı fiili durumlar yaratılmasına ön ayak olmadı mı?

Türkiye’nin kurucu değerlerini bir kenara iten, Türkiye Cumhuriyeti’nin birleştirici unsurlarını; laikliği, sosyal hukuk devleti anlayışını ezip geçen AKP değil mi?

Millet diyerek milleti mağdur eden, bunu sadaka paketleriyle örtüp, ardından Sosyal “Güvenlik” Yasası’nı hayata geçirmeye çalışarak insanları köleliğe mahkûm etmeye niyetlenen de AKP değil mi?

Türkiye’yi türbana, hukuk tanımazlığa, yoksulluğa, yolsuzluk ve vurguna dolayanlar kendileri değil mi?

Ülkenin Avrupa’dan ABD’ye, Afrika’dan Asya ve Ortadoğu’ya kadar bir İslam devleti biçiminde görülmesi, AKP’nin marifeti değil mi?

***

O zaman mağdur edilen kim? AKP mi, yoksa halk mı? Türkiye mi?

Bu ülkenin kurucu unsurlarını, hukuku, Anayasa’yı, Anayasal kurumları, liyakate sahip kadrolarını yok sayan ve asıl mağduriyet yaratan kimdir?

AKP, “tramvay” olarak gördüğü demokrasiyi, mağduriyet söylemiyle yürütmeye çalışmaktan ve insanları kandırmaktan vazgeçmeli.

Türkiye için en sağlıklı yol bu…

14 Mart 2008 Cuma

BİLMEDİKLERİMİZ…
ALİ BULUNMAZ

Bilmediğimiz, haberimizin olmadığı o kadar çok şey var ki…

Örnek mi?

Mesela “sivil” Anayasa’nın; nam-ı diğer AKP Anayasası’nın ayrıntılarını Türk halkı, basın, medya, siyasetçiler ve hukukçular bilmiyor. Hatta AKP’nin çoğu milletvekili de “sivil” Anayasa’dan bihaber…

Kim biliyor peki? Fethullah Gülen cemaatinin desteğiyle düzenlenen tanıtım toplantısından sonra ABD’li yetkililer Anayasa’da ne olup olmadığını öğrendi. Türkiye’nin ise bunu ne zaman öğreneceği belirsiz.

***

AKP’nin “Kürt paketi”ni bilmiyormuşuz meğer. Recep Tayyip Erdoğan, New York Times gazetesinden Sabrina Tavernise’ye beyanat verince, söz konusu çalışmayı ABD üzerinden öğrendi Türkiye.

Neler söylemiş Erdoğan?

-Güneydoğu’ya 12 milyar dolarlık yatırım yapılacak…
-TRT’nin bir kanalı 24 saat Kürtçe yayına başlayacak…
-Bölgede, Dicle ve Fırat nehirleri üzerinde yeni barajlar kurulacak…
-Sulama yatırımlarına kredi verilecek…
-Güneydoğu Anadolu Bölgesi için bölgesel asgari ücret uygulaması getirilecek…
-Suriye sınırındaki mayınlar temizlenecek…

***
Bu paketi, Güneydoğu halkından önce ABD’liler öğrendi.

Uzun zamandır terörün bitirilmesi için “askeri değil siyasi çözüm gerekir” diyenleri heyecanlandıracak bu paket, Bölgesel Kürt Yönetimi ile “diyalog kurma” çabasının veya buna yönelik telkinin bir ürünü mü?

AKP, bunun neden “paket” ya da “açılım” olarak sunulmasını istemiyor?

Şunu da sormalı: Bu paket neden şimdi gündeme getiriliyor? Yerel seçime yatırım mı bu?

***

“Kürt paketi” neden ABD gazetesi aracılığıyla Türkiye’ye duyuruldu? Bu tür hayati konular, neden önce ABD’nin bilgisine sunuluyor?

Sorular uzayıp gidiyor, sırada nelerin olduğu ise henüz bilinmiyor…

12 Mart 2008 Çarşamba

TABALANİ’NİN ANKARA ZİYARETİNİN ANLAMI
ALİ BULUNMAZ

Türkiye’de asıl gündem maddeleri tam anlamıyla bir türlü tartışılamıyor.

7 Mart günü Irak Cumhurbaşkanı Celal Talabani Ankara’ya geldi. Basın toplantısında, daha önce söylediği “Türkiye’ye bir Kürt kedisi bile vermem" sözünü “düzeltti”, “Irak kedisi dediğini" ifade etti. Talabani “ben Irak’ın cumhurbaşkanıyım, Irak’ın toprak bütünlüğünü savunuyorum” dedi.

Ancak daha sonraki “Türkiye’yi Irak’ta yatırım yapmaya davet ediyoruz. Bağdat’a, ‘Kürdistan’a yatırımlar konusunda size yardımcı olmaya hazırız” açıklaması dikkate değerdi.

Irak’ın toprak bütünlüğünü savunan, “tarafsız” bir cumhurbaşkanı, neden “Kürdistan” tanımlamasını kullanır?

***

ABD, BOP’un Irak ayağında kukla devlet “Kürdistan”ı resmen kurma niyetinde.

Türkiye PKK ile mücadele ediyor. Sınır içinde ve ötesinde harekâtlar düzenliyor.

Talabani’nin ziyareti sonrası oluşan manzara, bu noktada yeni gelişmelere gebe. Talabani’nin Ankara ziyaretinde, Bölgesel Kürt Yönetimi’nin dikkate alınacağı bir mekanizma oluşturulmasına yönelik çalışma başlatıldı.

Bu ne demek?

Türkiye’nin, Mesut Barzani’yle ilişkiye geçmesi ve Bölgesel Kürt Yönetimi’nin meşrulaştırılması demek.

***

ABD, Irak’ta kurduğu kukla yönetime ek olarak, Irak’ın kuzeyinde de aynı hedefe kilitlendi. ABD’nin bunun dışında da hedefleri var:

-Türkiye ile PKK’yi masaya oturtma
-Türkiye ile Bölgesel Kürt Yönetimi’nden devşirilecek kukla devleti yakınlaştırma…
-Türkiye’nin kapsamlı af çıkarmasına yönelik çalışmalara başlamasını sağlama…

Tüm bunlar, medyadaki kimi isimlerin ve kimi politikacıların ifadesiyle, “askeri harekât yersizdir, siyasi çözüm gerekir” söylemiyle eşleştiriliyor.

***

Peki, PKK’nin hedefleri ne?

-“Kürt kimliğinin T.C. Anayasası’nda yer alması…”
-“Kürtçenin resmi dil olması…”
-“Abdullah Öcalan’a af çıkarılması…”
(Mehmet Faraç, PKK’nin Şifreleri, Cumhuriyet Kitapları)

***

ABD’nin Irak’ta, Türkiye’nin Doğu ve Güneydoğusuna kadar uzanacak federatif bir yapı kurma amacı da, bunlarla beraber yürüyor.

Talabani, Barzani ve PKK de, bu amacın ABD tarafından sahneye sürülen ve sahnede tutulan oyuncuları.

Talabani’nin Ankara ziyaretini, bu açılardan bakarak değerlendirmek zorunlu…

10 Mart 2008 Pazartesi

ÜÇ…
ALİ BULUNMAZ

Cumhuriyet Bilim ve Teknoloji’nin 7 Mart tarihli sayısında Aykut Kence, Türkiye’de Evrim Kuramı’na bakış ile ilgili yapılmış bir araştırmadan bazı rakamları yazısına taşımıştı.

Hizmet süresine göre sınıflandırılan öğretmenlerden, daha uzun süreli görev yapan yüzde 4’lük kesim “evrim bilimsel olarak geçerli değil ya da dini inanca aykırıdır” diyor.

Yeni mezun öğretmenler arasında bu oran yüzde 17’ye yükseliyor.

Buradan hangi sonucu çıkarmalıyız?

Eğitimde varolan dinci kadrolaşma, hurafelerin bilimsel gerçeklerin yerine geçmesi ve Türkiye’yi yöneten zihniyet…Tüm bunlar günden güne ülkeyi kuşatıyor.

***

Aykut Kence’nin makalesinin yayımlandığı gün, Recep Tayyip Erdoğan, ilk kadın amele pazarının açıldığı Uşak’ta, 8 Mart Dünya Kadınlar Günü bağlamında düzenlenen toplantıda kadınlara “en az üç çocuk doğurun” öğüdü verdi.

Türkiye’nin nüfusu 70 milyon civarında…

Eğitimde fırsat eşitliği, gelir-gider dengesi, ulusal gelirden pay alma oranı ne durumda?

Bugün Türkiye’nin en önemli sanayicileri, ekonomistleri ve uzmanları, uyarılarda bulunuyor, ekonomide işlerin iyi gitmediğini belirtiyor.

Nüfusun yüksekliği bunda olumsuz bir etken mi?

Üreten değil, üreyen bir nüfusa sahipseniz ve ekonominiz bütünüyle dışa bağımlıysa, bu bir tehlikedir.

Erdoğan ne diyor: “En az üç çocuk doğurun.”

Bazı yorumcular, Erdoğan’ın daha önce “Allah ne verdiyse” dediğini hatırlatıp olayı “ak”lamaya çabalıyor.

***

“Üç çocuk” öğüdü, 8 Mart arifesinde verildi. 8 Mart’ta alanları dolduran kadınlar buna tepkiliydi.

Türkiye’de bugün kadın ne durumda? Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu (TİSK)’un rakamları ortada…

Toplam kadın nüfusu 34 milyon 569 bin…

Çalışma çağındaki kadın sayısı 24 milyon 861 bin…

Çalışan kadın 5 milyon 528 bin…

Ev işleriyle uğraşan kadın sayısı 12 milyon 300 bin…

Rakamlar her şeyi ortaya koyuyor. Açıklanan istihdam paketlerinde “ayrımcılık olmasın diye kadına teşviki kaldırdık” diyenler, "nüfusumuz kurutuluyor; en az üç çocuk doğurun” diyenler değil mi?

Bu “akıl yürütmeden” şu sonuç çıkıyor: “Kadının yeri evidir.”

***

Günümüzün tartışma konuları hep kadın üzerine.

Kadının zaten sınırlı olan etki ve yetkisi, planlı şekilde tırpanlanmaya çalışılıyor.

Peki, kendileriyle ilgili düzenleme ve tartışmalarda, kadına ne kadar söz veriliyor?

7 Mart 2008 Cuma

NEREYE SÜRÜKLENİYORUZ?
ALİ BULUNMAZ

Türkiye’de neler oluyor?

Dün orduya edilmedik; darbecilikten faşistliğe kadar yapıştırılmadık etiket bırakmayan dinci ve ikinci cumhuriyetçi medya, Genelkurmay’ın CHP ve MHP’ye yönelttiği sert eleştiriler karşısında hiç sesini çıkarmıyor. ABD’nin alicengiz oyunu, her şeyi yerinden oynatmışa benziyor.

Kuzey Irak’a düzenlenen operasyon sonrası tartışmalar sürerken, türbana ilişkin hayli ilginç açılım ve olaylar da devam ediyor.

AKP’nin “çok boyutlu” ve “sanatçı” milletvekili Osman Yağmurdereli “kadınların başının açık olup olmamasına kocaları karar verir” biçiminde bir açıklama yaptı. Bir anlamda işi, “erkeğin dediği olur”a vardırdı.

Öte yandan DTP’nin grup toplantısında, terör örgütünün renklerini taşıyan türbanlarıyla üç kadın, milletvekili sıralarında boy gösterdi.

ABD’ye yerli papanın desteğiyle, “sivil” Anayasa’yı anlatmaya giden AKP Genel Başkan Yardımcısı Dengir Mir Mehmet Fırat, “türban yüzünden tedirgin olanlar psikiyatra gitsin” diyerek, olayı “patolojik” boyutta değerlendirdi.

Yine, AKP kurucusu Cüneyd Zapsubir türbanlı kadına türbanı çıkart demek, sokaktaki kadına donunu çıkart demekten farksızdır” yaklaşımıyla, türban ve don eşleştirmesi yaparak, türban tartışmasına yeni bir açılım getirdi.

***

AKP lisede, devlet hastanelerinde, mecliste ve belediyelerde türban konusunda fiili bir durum yaratılmasına ön ayak oldu.

Türkiye’de dincilik, yaşamın her alanına sıçramaya başladı. Türban, “İslami bir modaya” dönüştürülüyor.

Bunu, yabancı ajanslar Ankara’da düzenlenen “türban defilesi” sonrası, abonelerine geçtiği fotoğrafların altına yazdı.

Ankara’daki defile neyin göstergesi? Bu defilede ortaya konan, kırmızı çizgiyi geçen türbanlı mizanseni neyi temsil ediyor?

Türkiye’ye dışarıdan bakanlar ne düşünüyor?

Ülkeye yabancı turist getiren acentelerin dış temsilcilikleri, neden kaygı dolu ve İslami baskı yaşanıp yaşanmadığına ilişkin sorularla karşılaşıyor?

***

Türkiye’de toplum, kurumların işleyişi, zihinler ve eğitim-öğretim dinci politikaların baskı ve etkisi altına alınıyor.

Manzara iç açıcı değil. Şaşırtıcı bir hızla Türkiye’nin dokusu değiştiriliyor.

Sağlıklı bir zihinle, 2002’den bu yana olup bitenleri; nereye sürüklendiğimizi bir düşünelim…

5 Mart 2008 Çarşamba

YENİ OSMANLI VE EĞİTİM…
ALİ BULUNMAZ

3 Mart’ın arifesinde, AKP Ankara Gençlik Kolları toplantısına Erdoğan’ın geç katılması nedeniyle bir konser verilmiş. Konseri veren ise, Ankara Büyükşehir Belediyesi Mehter Takımı.

Mehter Takımı, “Biz Osmanlıyız” parçasını çalmaya başlayınca AKP’nin gençleri coşmuş, parçaya eşlik etmiş.

“Biz Osmanlıyız” adlı parça neden bu kadar ilgi görmüş olabilir? AKP’nin “muhafazakâr demokrat” Yeni Osmanlı kimliğinin bunda etkisi var mı?

***

AKP hem Amerikancı hem de dinci bir parti. Devletin bütün kurumlarında dinci kadrolaşma hızla sürüyor.

Bu kurumlardan en önemlisi Milli Eğitim Bakanlığı. MEB’in kalbi ise, Talim ve Terbiye Kurulu (TTK). Geçtiğimiz haftalarda bu kurulun başkanı Prof. Dr. İrfan Erdoğan istifa etti. Giderken Atatürkçülüğe, Bakanlıktaki kadrolaşmaya ve proje üretmenin olanaksızlığına işaret etti.

3 Mart günü, Milliyet’ten Devrim Sevimay, Erdoğan’la bir söyleşi yaptı. Sevimay’ın girişte kullandığı cümle aynen şöyle:

“Daha önceki söyleşimizde karşımızda oldukça liberal bir başkan olduğu izlenimi edinmiştik; katı bir Atatürkçükten uzak, ABD’de geçirdiği yedi yılın etkisini hissettiren bir başkan.”

“Katı Atatürkçülük” ne demek?

***

Görevdeyken “03.00-05.00 nöbeti tuttuğunu” söyleyen Erdoğan, TTK’yi “MEB’in yasaması” olarak niteliyor. Prof. Dr. Erdoğan “yalnızlaştığını” belirttikten sonra, eğitim ve öğretim kurumlarının dinci kadrolarla yozlaştırıldığını vurguluyor. Buna kanıt olarak, Danıştay’ın “mevcut içerikle zorunlu ders olması mümkün değil” kararı verdiği Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersiyle ilgili kendisine yapılan şu teklifi anlatıyor:

“Gruplara ayrılmış bir şekilde düzenlenen sınıfta zorunlu olarak Kuran bulunması; adalet, hoşgörü gibi kavramların kutsal kitap üzerinden münazara edilmesi…”

Erdoğan, MEB’de devletin temel niteliklerinin bilincine varmış kişiler bulunmasının yanında; “kendilerine benzemezler için bürokratik güçlükler çıkaran, aleyhte not tutan, hatta dedikodu mekanizmasını kullananların da bulunduğunu” ifade ediyor.

Dolayısıyla MEB ve TTK’deki kadrolaşmaya dikkat çekiyor.

***

Prof. Dr. Erdoğan, “2004’ten itibaren ilköğretim kitaplarından Atatürkçülüğün çıkarılmaya başlandığını” belirtiyor ve “TTK’de, 2004-2006 yılları arasında doğan boşluğu, bir başka anlayışın doldurduğunu gördüğünü” söylüyor.

Erdoğan, istifasının ardından “kendisinden sonra liyakatlerini yeterli görmediği bazı isimlerin çok aktif hale geldiğini duyduğunu” ekliyor. Erdoğan’ın son sözü de dikkat çekici:

“Bir eğitim sisteminin, ait olduğu ülkenin kuruluş felsefesine taraf olması ve o ülkeye insan yetiştirmesi gerekir (…); eğitimi taraf olmaktan uzaklaştırdığınız zaman neye hizmet edeceği belli olmaz.”

***

Bugün Türkiye’de eğitim ve öğretim ne durumda?

Bunu düzenleyen, eğitim ve öğretimi planlayan MEB ne durumda?

Bakanlığı tarikatlar, cemaatler, dinci kadrolar ve imamlar kuşatmadı mı? Ders kitaplarını, hurafeler ve çağ dışı düşünce ile görüşler kaplamadı mı?

Söz konusu kadrolaşma, 3 Kasım 2002’de iktidara yerleşen AKP’yle alabildiğine hızlanmadı mı?

Prof. Dr. İrfan Erdoğan’ın yaşadıkları, istifası ve anlattıkları, “muhafazakâr demokrat” ve “ılımlı İslam” etiketli Yeni Osmanlı AKP’nin, eğitim ve öğretimi dinselleştirme çabasının kanıtı değil mi?

Dinci oligarşi, eğitim ve öğretimi ulaşmaya çalıştığı “hedef” açısından önemsiyor. Türkiye’yi de karanlık günlere hazırlıyor…

3 Mart 2008 Pazartesi

TÜRKİYE VE İSRAİL…
ALİ BULUNMAZ

Türkiye, Kuzey Irak’a düzenlediği kara operasyonunu sonlandırdı. Bir hafta süren harekâtın ardından, tartışmalar da aldı yürüdü.

28 Şubat’ta Türkiye’ye ziyarete gelen ABD Savunma Bakanı Robert Gates, “harekat 1-2 hafta içerisinde sonuçlanmalı” dedi. Gerekli “etkiyi” yaratmamış olacak ki, ABD Başkanı Bush aynı gün, aynı açıklamayı tekrar edercesine “harekât kısa sürede tamamlanmalı” dedi ve Türkiye Kuzey Irak’tan çekilmeye başladı.

ABD, onca zaman bölgeye kara harekâtı yapılması gerektiğini ifade eden TSK’nin, bu görüşünü ilettiği AKP hükümetine neden Şubat’ta izin verdi?

ABD Savunma Bakanı Gates’in, “Türkiye Afganistan’da daha etkin rol almalı” telkinine, Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül, Şubat ayı başında bir mektupla şu yanıtı vermişti:

Terörle mücadele bağlamında Güneydoğu meşguliyetimiz olmasa, Afganistan’a daha fazla yardımcı olmak isterdik.”

ABD’nin Türk askerini Afganistan’daki keşmekeşe sokmak istediği bilinen bir gerçek.

Kuzey Irak’a kara harekâtı düzenlenmesine yeşil ışık yakması, bu anlamda bir istekte bulunmak adına ABD’nin elini güçlendirme arayışına yorulabilir mi?

Kuzey Irak’tan, ABD’nin isteği doğrultusunda bir hafta sonra çıkılmasının altında neler yatıyor?

Gerçi AKP, çıkışın “tamamen askeri gerekçelere dayandığını” açıkladı. Bu, “harekâttan yalnız TSK sorumlu” demek değil mi? Oysa sınırötesi operasyon yetkisi, TBMM tarafından AKP hükümetine verilmedi mi? O halde konunun siyasi boyutu ne olacak?

Bu siyasi boyutu, ABD’nin “harekât bitirilsin” isteği şekillendirmedi mi?

***

Türkiye’de bunlar olur ve tartışılırken İsrail, 2005’te çıktığı Gazze Şeridi’ne yeniden girdi. Gerekçe ne?

İsrail'e fırlatılan füzeler. Yani “terör.” Bir başka deyişle “terörle mücadele.”

İsrail Savunma Bakan Yardımcısı Matan Vilnai’nin, bu süreçte iki açıklaması dikkat çekti:

- “Filistinliler soykırıma davetiye çıkarıyor.”
- “ İsrail’in düzenlediği Gazze operayonu genişletilmiş bir operasyondur.”

İsrail’in hedefinde Gazze’yi denetim altında tutan Hamas var. Vilnai’nin ilk açıklamasından hemen sonra İsrail harekâtı başlattı.

Filistin yönetimi Başbakanı Mahmut Abbas, “operasyon soykırımdan büyük” diyor. Gazeli çocukların cesetleri, parçalanmış bedenleri, dünyanın en önemli yazılı ve görsel basına organlarına yansıyor.

***

ABD, haklı gerekçelerle (: terör) Kuzey Irak’a girmek isteyen Türkiye’ye önce operasyon izni verdi, sonra en üst düzeyde uyarı gönderip “bölgeden çıkın” dedi.

Aynı ABD, 1960’lardan bu yana bölgede terör estiren İsrail’e, aynı kararlılıkla “Gazze’den çıkın” diyebilir mi? Velev ki dedi, İsrail bölgeyi hemen terk eder mi?

Nitekim ABD, İsrail’e “operasyonun sonuçlarını iyi düşünün” biçiminde kerhen bir “uyarı” gönderdi.

Hatırlayalım, Temmuz 2006’daki 33 günlük Lübnan işgalinde, her şey olup bittikten sonra İsrail’i uyarır gibi yapan da ABD değil miydi?

ABD İsrail’e farklı Türkiye’ye farklı yaklaşıyor. Üstelik Türkiye’nin sınırötesi harekât için haklı gerekçeleri varken; İsrail, hem bir güvenlik devleti hem de işgalci bir güç olarak Ortadoğu’da varlığını sürdürüyor.

ABD’nin bu iki farklı yaklaşımı, bize ne düşündürüyor?...