29 Şubat 2008 Cuma

ABD BAĞIMLILIĞI…
ALİ BULUNMAZ

Bağımsızlığının ilanıyla sokaklara dökülen Kosovalıların ellerinde hangi bayrak vardı?

ABD bayrağı…

Amerikan bayrağı ve teşekkür pankartları taşıyan binlerce insan ne yaptığının farkında mı? ABD politikalarıyla kuyuya inenler bugün ne durumda?

2003’te işgal edilen Irak’ta, Bağdat’ın merkezinde yükselen Saddam Hüseyin heykellerini yıkan, yerlerde sürükleyen ve terliklerle döven Iraklılar bugün ne düşünüyor? ABD’ye o dönem sevgi gösterilerinde bulunan Iraklılar, şimdi etnik ve dini çatışmaların ortasındayken, 2003 öncesini mumla arıyor.

Ellerinde ABD bayraklarıyla bağımsızlıklarını kutlayan Kosovalılar gerçekten, tam anlamıyla bağımsız mı? Sırbistan’dan ayrılışını büyük oranda ABD’ye borçlu olan Kosova için bu bile baştan bir bağımlılık göstergesi değil mi?

***

ABD, yeryüzünde kendisine biat eden-edecek irili ufaklı devletler yaratmaya koyuldu. Bunun yanında, “stratejik ortaklarını” Amerikancı iktidarlar yoluyla kendine daha da bağımlı hale getirmeye çabalıyor.

Türkiye’de Amerikancı AKP işbaşında. ABD, artık Türkiye’nin güney komşusu sayılır. ABD’nin yetkili isimleri ne diyor? “Irak’ta ‘istikrarın’ devamı zorunlu.” Hangi istikrar?

ABD, kendi çıkarları için Irak’ı denetim altında tutmalı. Buna Kuzey Irak’taki terör örgütü de dahil. Terörün zaman zaman tırmanması bazen de durdurulması, ABD’nin gözetiminde gerçekleşiyor. ABD’nin istihbarat örgütleri ve yetkilileri, Kuzey Irak’ta istediği gibi at oynatıyor. Türkiye’nin bölgeye düzenlediği kara ve hava operasyonları da, ABD’nin çizdiği sınır içinde ve verdiği izinle yapılıyor.

ABD’ye yakın Türk kaynakları da, “PKK’nin gözden düştüğünü ve Kuzey Irak’taki Kürtlerin gözden çıkarıldığını” ifade ediyor. Bu, dönemsel bir politika olabilir. Klasik Anglo-Sakson siyaset taktiği, burada da kendini gösteriyor: Kafa karıştırma ve suyu bulandırma…

***

ABD, Kuzey Irak’a kara operasyonu yapılmasına neden izin vermiş olabilir?

Türkiye’deki ABD karşıtlığını azaltmak ve ABD-AKP işbirliğini pekiştirme amacı hemen akla gelen gerekçeler…

Afganistan'daki savaşa Türkiye'den asker gönderilmesine yönelik bir istek de güçlü bir olasılık...

ABD-AKP işbirliği doludizgin sürüyor. ABD güdümlü AKP iktidarı yoluna devam ediyor. Hazırlanan “sivil” Anayasa taslağı, önce ABD onayına sunuluyor. Sınırötesi harekatlar için, “stratejik ortak”tan izin koparılıyor…

***
Bugüne dek ABD’nin güdümüyle varolmaya çalışanlar ne hale düştü? Uzağa gitmeye gerek yok. Afganistan’a, Irak’a bakmak yeterli.

Şimdilerde kurulan yeni ülkeler, kendisini ABD’ye bağımlı kılmadan önce birkaç defa düşünmeli.

Türkiye’de gören, duyan ve bilen, aydın ve yurttaşlar da, bilmeyen ve bilmek istemeyenleri uyarmalı.

ABD bağımlılığı, kimseye mutluluk ve huzur getirmedi, getirmeyecek.

Tarih, bunun acı örnekleriyle dolu…

27 Şubat 2008 Çarşamba

HUKUK TANIMAZLIĞA DAVET…
ALİ BULUNMAZ

Üniversitede “türbana serbestlik” tanıyan Anayasa “değişikliği”, Meclis’te 411 oyla kabul edildi, Abdullah Gül de TSK’nin Kuzey Irak’a kara harekâtına başladığı gün düzenlemeyi onayladı.

AKP iktidarı, bunun kaos oluşturacağına ilişkin açıklamalara karşı sert açıklamalar yaptı.

Ama YÖK Başkanı Yusuf Ziya Özcan’ın sözleri, iktidarın hukuk tanımazlığının bir belgesi gibiydi.

Özcan, göreve gelişiyle “türban üniversitede serbest olmalı” dedi, ardından “rektörler isterse buna göz yumabilir” biçimindeki ifadesiyle, “çözüm” yolunu gösterdi.

Anayasa’nın 10 ve 42. maddesinde yapılan “değişikliklerin” onaylanmasından sonra Özcan, rektörlere “türbanlı öğrencileri okula ve derslere alın” talimatı gönderdi. Bunun büyük oranda dikkate alınmadığını gören Özcan, üslubunu daha da sertleştirdi:

“Cumhuriyetin nitelikleri, kişilerin özgürlüklerinin sınırlandırılmasının gerekçesi olamaz.”

Bu, varolan yasaları, yasal düzenlemeleri, Anayasa Mahkemesi içtihatlarını ve Anayasa’da yer alan laiklik ilkesini göz ardı etmek için, Anayasal bir kurumun başkanınca gönderilmiş ve hukuka aykırı bir talimat değil mi?

Özcan, açıklamalarının devamında türbanlı öğrencilerin okullara ve dersliklere alınmamasını, “cebir ve tehditle” bir tuttu.

***

Üniversitede türban serbestliğinin, laiklik ilkesine aykırı olduğunu onaylayan kurumlar hangileri?

Danıştay…

Anayasa Mahkemesi…

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi…

YÖK Başkanı Özcan, yazılı açıklamalarında kullandığı ifadelerle, rektörleri yasalara ve yüksek mahkemelerce verilmiş kararlara uymamaya davet ediyor. Kaldı ki Yüksek Öğrenim Kanunu’nun ilgili 17. maddesinde herhangi bir değişiklik yapılmış da değil.

YÖK Başkanı Özcan gönderdiği talimatla, AKP’nin hukuk tanımazlık “ilkesinin” sözcülüğünü yapıyor.

Bu kara komedinin üniversiteleri vardıracağı nokta ne olabilir?

Düşünmesi bile kötü…

25 Şubat 2008 Pazartesi

ÖRTÜNÜN ALTINDA NELER VAR?
ALİ BULUNMAZ

Kırda, kentte, köyde; vapurda, dolmuşta ve kahvehanelerde… Kısacası her yerde ağızların sakızıdır “Ne olacak bu Türkiye’nin hali?” sorusu.

Memleketimizde üçkâğıdın pratiğini bilen çoktur ama Türkiye, bunun teoriğini bilen “stratejik ortağınca” hiç rahat bırakılmamıştır. Günümüz Türkiyesi, o teorisyenlerin dayattıklarıyla baş başadır. Evanjelik neo-conlar’ın kopyaladığı “muhafazakâr demokrat” Yeni Osmanlı, saltanatını sürmektedir. “Ne olacak bu Türkiye’nin hali?” sorusu da günceldir.

***

Yaklaşık bir aydır ülkeyi örten türban ve onun “yalnızca” üniversitede serbest bırakılmasına yönelik Anayasa değişikliğinin, TSK’nin Kuzey Irak’a kara harekâtı başlattığı gün onaylanmasının altında neler var?

Lozan’ı delip geçen, cemaat ve azınlık vakıflarını denetimsizleştiren Vakıflar Yasası…

AKP’nin etkili ve yetkili isimlerinin yolsuzluk dosyalarını buharlaştırmaya dönük af…

Şekle gelince “millet nasılsa vekili de öyle olmalı” buyuranların, iş maaşa dayanınca milletvekilini dolgun zamla ihya eden, ama çalışan ve emekli vatandaşı silindir gibi ezen Sosyal “Güvenlik” Yasa Tasarısı’na hiç ses çıkarmaması…

Davutpaşa ve Tuzla’da işçi ve emekçileri ölüme sürükleyen çarpık düzen…

Dizilerde kadehleri buzlayan, içkili sahneleri fişleyen; dernek ve spor lokallerinde “halk sağlığı”nı gerekçe gösteren ve sonunun nereye varacağı belli olmayan içki yasakları…

Tarikat-cemaat üyesi olup, bu sayede her yeri işgal eden iş bilmez kadroların yarattığı gariplikler ve facialar…

***

Türkiye nereye doğru yol alıyor? Bunun yanıtını vermek kolay. Çünkü “sosyal devlet”i, vatandaşa kömür ve gıda çuvalı sunmakla eşdeğer tutan bir zihniyetin, Türkiye’yi nereye götürdüğü belli. Yapılan, halkı yoksullukta eşitlemeyi ve ardından görgüsüzce “yardım” etmeyi, “hizmet” olarak adlandırmaktır.

Bununla da bitmiyor. Türkiye, tarikat-cemaatlerin ablukası altında. Söz konusu oluşumlar, hem ülkede iktidarı ele geçirmiş hem de bu güçle toplumu şekillendirmeye girişmiştir.

Sakallı Celal’in deyişiyle, “vapur Doğu’ya giderken, içindeki bazı enayilerin Batı’ya doğru koştuğu” bir Türkiye fotoğrafı bugün gözümüzün önündeki.

Tek adam, tek parti ve tek düşünce de, tüm yaşananları tamamlayan; topluma benimsetilmeye çalışılan gerçekler. Örtünün altındakiler bunlar…

22 Şubat 2008 Cuma

SUSMAK YOK, KONUŞMAYA DEVAM (*)
Ali BULUNMAZ

Meşhur atasözümüzdür: “Söz gümüşse sukut altındır.” Bizim dinciler altını sevmez, en azından öyle görünür. Her tarafta onların sesi yankılanır haliyle.

Özgürlükçüdürler, ama kendi cemaatleri için özgürlük ister ve “cemaatimizde kişi ‘özgür bir bireydir” biçiminde kalem oynatırlar. Fakat iş karşılarında konumlananları dinlemeye gelince onlara “azınlık” derler; “azınlığın çoğunluğa tahakkümüne nasıl izin verirsiniz” diye serzenişte bulunurlar. Yıkıcı olarak, yapıcıları “azınlık” görmeyi, bunu böyle belletmeyi “demokratlık” sayar ve yandaş demokrasisinin kulpuna sıkı sıkı sarılırlar.

Özgür değil, ama özgürlükçüdürler. Çünkü onlar da bilir ki, cemaat biat demektir ve biat edilen yerde özgürlük yoktur. Yalnızca özgürlükçülüğe açık kapı bırakılır. Özgürlükleri kullanarak, daha sonra onları kaldırmaya yönelmek burada esastır. “Hedefe ulaşmak” için, “hazmettirerek” ya da “adım adım” gelirken, özgürlükçü söylem beyinlere nakşedilir. Cemaat gazete ve dergilerinde bunlar neşredilir veya neşrettirilir.

Bu kesim sebat içindedir. Önderleri bir kapı olmazsa diğerini zorlar, hatta gerekirse okyanus ötesine geçer ve orada yerli Papa olmaya soyunur. Fetvalar verir, gönüllere mesajlar yollar, dinciliği kullanarak, siyaset-ticaret ilişkilerini güçlendirmede aracılık eder.

Dün söyleneni bugün yalanlamak ve emperyalizmle kucaklaşmak, siyasetle harmanlanan dinciliğin kimlik kartıdır. Buna “mağduriyet” ve “mazlumluğu” eklediğinizde, “bedel ödemek” ya da oy avlamak için tüm koşullar hazır demektir. Etraftaki kimi çatlak sesler “hedefi” açık ettiğinde, “erken konuştun” soruşturmasına uğrar, aynı şeyleri söyleyen torpilliler ise duymazdan gelinir.

Dinciler uzlaşmaktan kaçınır, ümmet görülen ya da ümmete çevrilmek istenen ulus ile tüm kurumların kendilerine biat etmesini ister. Hukuk, “kendilerine uygun karar verdiğini düşündükleri sürece” hukuktur, hukuku uygulamak ve adaleti sağlamakla görevli kurumlar ise içi yandaşlarla doldurulduğu zaman saygı duyulacak kurumlardır.

Dinciliğin ve yandaş demokrasisinin yılmaz savunucuları, sorulardan hoşlanmadığı gibi, sorgulayanlardan da hiç hazzetmez. Dünün tecahül-i arifaneleri “ne oluyoruz?” dediğinde, dinci ve yandaş demokratların “öfkeyi hitabet sanatına” dönüştürme yeteneği hatipliğinden ileri gelir. “Sessiz yığınlar, bizi kendilerine tercüman olmamız için meclise gönderdi” demek, imamlık ile hatipliğin kesişme noktası ve gerçeğin ta kendisidir.

Dincilik kayığında yola devam edenler özgür değil özgürlükçü, demokrat değil yandaş demokrasisinin tarafı ve uygulayıcısıdır. O kayığın yüzdürüldüğü sularda hoşgörüden eser yoktur. Hesaplaşma, yakın geçmişte yarım kalanları tamamlama isteği, tüm kurum ve kuruluşları kendine göre düzenleme, kendi sermaye ve medyasını yaratma çabası da yolculuğun ana duraklarıdır.

O zaman sorulması gereken şudur: Sessiz kalıp, yandaş demokratları kızdırmayalım diyerek yolun sonu mu beklenecektir; yoksa susmak yok, konuşmaya devam mı denecektir?

(*) Cumhuriyet, 20.02.2008

20 Şubat 2008 Çarşamba

TEHLİKELİ OYUN…
ALİ BULUNMAZ

Erdoğan’ın medyaya yönelik “verdik ellerine çelik çomağı oynuyorlar” sözü cumhurbaşkanlığı seçim sürecinde çok tartışılmış ve yadırganmıştı.

AKP iktidara geldiği günden beri halk, kurumlar ve medyayla oyun oynamayı sevdiğini gösterdi. Erdoğan önderliğindeki AKP, kimi zaman yıldırıyla kimi zaman da öfkeyle pek çok oyun oynadı. Şimdiki oyunun adı türban. Üstelik burada yanında “muhalefet” partilerinden MHP de var.

Doğal olarak laikliğin zedelendiğinden kaygı duyan, türbanın kamu ve ilköğretime de gireceği endişesi taşıyan binlerce kişi, Anıtkabir’e ve meydanlara koştu; “biz buradayız” dedi.

Eski meclis başkanı Bülent Arınç, Anıtkabir’de toplananlara “teneke çalıyorlar” diye karşılık verdi. Erdoğan “daha sakin” bir şekilde, Anıtkabir ve Sıhhiye Meydanı’nda toplanan duyarlı yurttaşlara, bir televizyon kanalında şu uyarıyı yaptı:

“Ben görevim gereği bu gösterileri sabırla izliyorum. Gerilim taraftarı olsam, o meydanlara 10 katını toplarım. Örgütüm buna müsaittir. İnanıyorum ki sivil toplum örgütleri, bunun karşısında toplanacak çok daha büyük kalabalıklar bulur. Ama biz hep sabır telkin ediyoruz.”

***

14 Nisan’dan bu yana düzenlenen mitinglere hangi adlar verildi?

Cumhuriyet, laiklik…

Başbakan, “bunların karşısında 10 katını toplarım” demekle ne kastediyor? Bu sözler gerilimi, kaygıları ve kuşkuları gidermeye yönelik midir?

“Ülkeyi bölünmüş gösteriyor” diye medyaya çatan Erdoğan, “meydanlarda toplananlara karşı 10 katını bulurum; ama sabrediyoruz” diyerek toplumda bölünme, ayrışma ve kaygıya kapı aralamıyor mu?

Bu, tehlikeli bir oyun…

18 Şubat 2008 Pazartesi

KIRILMA NOKTASINDAN KIVIRMA NOKTASINA
ALİ BULUNMAZ

Türban ve sıkmabaşın üniversitelerde serbest bırakılmasına ilişkin Anayasa değişikliği ve beraberinde getirdiği tartışmalar, kimilerinin gözünü ve zihnini biraz olsun açmış mıdır? Bunu anlamak için henüz erken.

Ancak, iktidar sevicilerinden bazıları öyle şeyler söylüyor ki şaşırmamak olanaksız. AKP’nin türban ve sıkmabaş değişikliği “yöntemine” karşı çıktığı için hükümeti eleştirenler mi dersiniz… Yoksa ekonomideki “iyileşme” ve “istikrar” yüzünden daha bir ay öncesine kadar AKP’ye övgüler düzenlerin, şimdilerde küresel krizin soğuk nefesinin türban ve sıkmabaş gerginliğinin yarattığı sıcak havayla birleşmesinden doğabilecek fırtınadan ürkmesi mi…

22 Temmuz akşamı, AKP merkez binasının balkonunda yankılanan “ben tüm Türkiye’nin başbakanıyım” sözünün, “yıllar yılı bekleyen yığınlar, kendilerine tercüman olmamız için bizi meclise gönderdi” ifadesiyle nasıl sıfırlandığını kavramaya başlayan kimi AKP’ciler, şimdi hafiften endişeli görünüyor.

Adını ağızlarına almaktan korktukları yerli Papa’nın “türban dinin emridir, buna karşı çıkanlar iman ekseninde kalamaz” biçimindeki fetvasıyla irkilenler de, “biz nereye gidiyoruz?” sorusunu fısıldamaya başladı.

Bu durumda “öfkeyi hitabet sanatına dönüştürmek” de, söz konusu kaygılar karşısında gerilimi tırmandırmaktan başka bir şey değil. Öfke, “mağduriyet” ve “mazlumluk”, oya çevrilmesi kolay ve insanların yüreğini fetheden unsurlar ne de olsa.

Muhafazakârlaştırılan topluma sunulan ve söylenenlerle, iktidarı eleştirmeye başlayan gazetelere yönelik “çıplak kadın fotoğrafları basan sizsiniz” ifadeleri birleştirilince, seçim zamanı halkın kapısına konan; içinde bulgur, un, yağ ve şeker bulunan besin değeri yüksek çuvallarla oy toplamak da kolaylaşabilecektir elbette. Buna “beyaz çarşaf” gibi bir duygu sömürüsünü de eklerseniz, bir iki damla gözyaşı ile ıslanan fotoğrafı tamamlayabilirsiniz.

Ancak kimi iktidar sevicileri, duygu sömürüsü ve öfke ile taçlandırılmış bu gönül fethetme anlayışına karşı ufak tefek tepkiler geliştirmeye koyuldu. Türban düzenlemesini, gelecek için kaygı verici bir kırılma noktası biçiminde görmeye başladı. AKP’nin yandaş demokrasisini savunanların bazıları, son günlerde bu kırılma noktasından kendilerine bir kıvırma noktası yaratma peşine düştü.

Peki, 2002’den bu yana varolan tablonun neden farkına varamadınız?

Çoğu zaman yaptığınız gibi, bilip de bilmezlikten mi geldiniz?

15 Şubat 2008 Cuma

O GÜN, BUGÜN MÜ?
ALİ BULUNMAZ

Türban düzenlemesinin meclisten geçmesine sevinenlerin başında Arap diktatörlükleri ve İran geliyor.

Hatta İran Cumhurbaşkanlığı Başdanışmanı Heccetülislam Biriya’nın şu sözleri dikkatle incelenmeli: “Türbanla ilgili yasa, İslam’ın Türkiye’de galip geldiğinin göstergesidir; İran İslam Devrimi’nin 29. yılında, İmam Humeyni’nin İslam değerlerinin yayılmasıyla ilgili sözleri gerçek oluyor.”

Bu açıklama, Türkiye’nin nereye doğru yol aldığının ve nerede görüldüğünün bir kanıtı değil mi?

***

Türkiye’de siyaset 2002’den bu yana kimi zaman gizli, ama çoğu zaman açık biçimde dincilik üzerinden yürüyor. Bunun lokomotifi ise, Milli Görüş gömlekli AKP.

AKP, kendi sermayesi, sosyal tabanı, çıkar grupları ve medyasını yaratmaya hız verdi. Başından bu yana AKP’nin dincilik politikasına “özgürlük” ve “demokrasi” kenar süslerine sığınıp ses çıkarmayan AKP’ci yazar ve gazeteciler, türban tartışması ciddileşince az biraz “eleştirel” tutum takınıverdi.

Ama Tayyip Erdoğan, herkesin ve her kurumun kendisini koşulsuz desteklemesi gerektiğini düşündüğünden, iktidara karşı tavır değiştirir gibi yapan yazar ve gazetecilere esti gürledi.

Erdoğan’ın, özgür ve sorumlu basına karşı tutumu öteden beri biliniyor. Ama şimdi, kendisini iktidar yapan medyaya yönelik sert açıklamaları ne anlama geliyor? “Benim gibi düşünmezseniz kendiniz bilirsiniz” demek değil mi bu?

***

Erdoğan medyayı halka şikâyet ediyor, “siz çırılçıplak kadın fotoğrafları basıyorsunuz, müdahale ettik mi, etmedik; ‘şimdi bizi kara çarşafa sokacaksınız’ diyorsunuz, ne haliniz varsa görün, zaten halk sizi nereye getirecekse getirir” ifadesini kullanıyor.

Buradan, “muhafazakârlaştırdığımız ve kimyasını değiştirmeye koyulduğumuz toplum, bizim istediğimiz şekle gelince, sizin işiniz kendiliğinden bitecek” sonucunu mu çıkarmalıyız?

Konunun bir de ekonomik boyutu var. 2002 seçimlerinden sonra, 3 Kasım’a kadar kendisini keskin biçimde eleştiren bazı medya gruplarının başına gelenleri hatırlatıyor bir yerde Erdoğan. “Kendinize gelin, haddinizi bilin” demeye getiriyor. “Yüzde 47 oy aldım, icabınıza bakarım” anlayışıyla hareket ediyor.

***

Bugün AKP eliyle Türkiye’nin sürüklendiği noktanın ayırdına varabiliyor muyuz? Türbana yönelik Anayasa değişikliği ile örtülen gerçekleri görebiliyor muyuz?

Çıkarılan mali afları; ekonomideki krizi; toplumsal gerilimi; yüzyılın projesi diye, uğrunda gündüz vakti havai fişekler patlatılan AB’nin Türkiye’yi dışlayışını; “özgürlük”, “eşitlik”, “demokrasi” ve “hoşgörü” gibi kavramları kullanan iktidar tarafından, hızla dinci diktatörlüğe itildiğimizi kavrayabiliyor muyuz?

AKP, 10 yıl önce Refah ve Fazilet döneminde yapılamayan ya da yarım kalan ne varsa, hepsini gözümüzün içine baka baka gerçekleştiriyor.

“Hazmettire hazmettire geliyoruz” ve "bu millet istedikten sonra laiklik elden gidecek elbette” sözlerinin, bugün gerçekleşmeye başladığının farkında mıyız?

O gün, bugün mü yoksa?...

13 Şubat 2008 Çarşamba

NE DERSİNİZ “LİBERAL AYDINLARIMIZ” ?
ALİ BULUNMAZ

Tayyip Erdoğan Almanya’nın Köln kentinde Türklere seslendi ve “türban engellemesi nedeniyle, Türkiye’den Avrupa ve dünyanın çeşitli yerlerine beyin göçü olduğunu” ifade etti.

Güler misiniz ağlar mısınız! İnanılmaz sözler bunlar.

Türkiye’deki kadrolaşma, atamalardaki tarikat-cemaat-siyaset ilişkisinin dışarıda bıraktığı gençler, ekonomik eşitsizlik tablosu, liyakat yerine tarikatçı AKP’cilerin öne çıkması ve yönetimi ele geçirmesi değil de, “türban yasağı” beyin göçü yaratıyor, öyle mi?

Klasik AKP mağduriyet oyunu. Dinciliğin yakıtı, “mağdur” söylemi. Türkiye’de oy avcılığına veya siyasi hasada çıkanların bir numaralı bayrağı.

***

Türkiye muhafazakârlaştırılırken, siyasette dincilik gemisi yürütülüyor. AKP’li vekiller meclis kulislerinde “bu iş yanlış oldu” diyorsa da, anayasa değişikliğine “evet oyu vereceksiniz” talimatına karşı gelemiyor.

“Üniversitede türbana evet” diyen “liberal aydınların” meşhurları, “yöntem yanlış” savunmasıyla, türban serbestisi için “üçüncü seçenek” üzerinde yoğunlaşıyor.

Peki, hızla dinci diktatörlüğe sürüklenen Türkiye’de, AKP’nin “yönteminin” ne olmasını bekliyordu “liberal aydınlarımız”? AKP ve hasat ortağı, gelip tek tek görüş mü alacaktı? Bu konuyla ilgili üniversitelerde üç beş yıl tartışmalar mı açılacaktı?

Tarikat ve cemaatler AKP’ye baskı yapıyor. Bu yetmez, daha fazla “özgürlük” diye diretiyor. Kendi vekillerinin bile görüşünü almayan iktidar partisi, gelip “liberal aydınlara” mı danışacaktı? “Yöntem” bu mu olacak sanıyordunuz?

Yandaş demokrasisine ses çıkarmayan, AKP’nin kadrolaşmasına, ekonomi politikalarına, tarikat-ticaret-siyaset bağlantılarına ve iktidarın hukuku devre dışı bırakan uygulamalarına kulağını tıkayan “liberal aydınlar”, türban konusundaki Anayasa değişikliğinin “yönteminin” nesini eleştirebilir?

***

Kadının türbanla “özgürleştiğini” dile getiren “liberal aydınlar”, AKP’nin özgürlük ve demokrasi anlayışını kavrayabildi mi?

“Türban yasağı beyin göçüne neden oldu” sözüne nasıl bir yanıt vermeyi düşünüyor “liberal aydınlarımız”?

Yavaş yavaş sokağa taşmaya başlayan gerilimin, garip tartışma ve ayrışmanın faturasını laikliğin, gerçek demokrasinin ve hukukun törpülendiğine dair kaygılar taşıyanlara mı kesecek “liberal aydınımız”?

11 Şubat 2008 Pazartesi

YAZIK…
ALİ BULUNMAZ

Türban ve sıkmabaş bugün, hem bir siyasi simge hem de liyakat yerine geçen bir gösterge.

Cumhurbaşkanı ve Başbakan’ın eşi sıkmabaşlı.

Bakanlar ile AKP milletvekillerinin ezici çoğunluğu da. Üst düzey bürokrat, yönetici ve müdürler deseniz, onların büyük bir kesiminin eşi de sıkmabaşa bürünmüş durumda.

Türkiye nereye gidiyor?

Üniversitede türban serbestisi” adı altındaki Anayasa değişikliği, mecliste kabul edildi. Peki, bu değişikliğin muhataplarına bir şey soruldu mu?

Anayasa değişikliği, erkek ve araya serpiştirilmiş kadın milletvekillerinin oylarıyla parlamentodan geçti.

“Çözüm” isteyen, teklif veren ve evet diyenlerin neredeyse tamamı erkek. Kabul oyu veren kadın vekiller ne yaptı bu arada?

O meşhur, hatta tarihi fotoğraf karesi her şeyi anlattı aslında. AKP’nin kadın vekillerinden dördü etrafa gülücükler saçarak oylamayı izliyor. Mutlular. Ama bunun adeta bir Rus ruleti olduğunun farkındalar mı? Belki ayırdında değiller belki bilip de bilmezden geliyorlar.

AKP ve MHP’li kadın vekiller, türban ve sıkmabaşın “bireysel özgürlük” olduğunu, “hiçbir kadının eğitim hakkının bu yüzden engellenemeyeceğini” savundu.

Türban ve sıkmabaşa bürünmeyen genç kızlar ve kadınlar üniversitede ayrımcılığa uğrar, baskı ile karşılaşır sosyal yaşamda kısıtlanmaya başlarsa, bu vekiller aynı kararlılıkla ve açık yüreklilikle o hemcinslerini de savunacak mı?

***

AKP ve MHP’nin Anayasa değişiklik önerisi, aynı partilerin baskın erkek oylarıyla kabul edildi.

Buna dışarıdan destek veren öğretim üyelerinin, “üniversitede türbana evet” başlıklı imza kampanyasına katılanların büyük çoğunluğunu da erkekler oluşturuyordu.

İktidar ve hasat ortağı ile onların, ikinci tur oylama günü meclis kürsüsünde türban ve sıkmabaşı hararetle savunan kadın vekilleri, hayır diyerek meydanları dolduran, seslerini yükselten ve direnen kadınları dinler mi? Dinlemedi. Dinlemeyecek.

“Başörtüsü” adını verdikleri türban ve onun doğuracağı sorun(lar) şimdi başlıyor.

Yazık, çok yazık…

8 Şubat 2008 Cuma

YENİ BİR “SORUŞTURMA” AÇILACAK MI?
ALİ BULUNMAZ

Meclis Anayasa Komisyonu üyesi, AKP Konya milletvekili Hüsnü Tuna’ya partisi tarafından neden usulen “soruşturma” açıldı? “Türbanı kamuda da serbest kalmalı” dediği için.

Bir anlamda bu “soruşturma”, “erken konuşma” uyarısıydı.

AKP ve MHP’nin türban düzenlemesini yeterli bulmayan kimi kesimler, bu siyasi simgenin tüm kamu kurumları ve bütün öğretim birimlerinde serbest bırakılmasını istiyor.

Peki, türban meclise de girmeli mi? Buna yönelik kayda değer bir açıklama AKP’li Egemen Bağış’tan geldi. Bağış, türbanın meclise de girmesi gerektiğine ilişkin şunları söylüyor:

“Mecliste görev yapanlar, milletin vekili olduğuna göre, o zaman millet neyse vekil de o olmalıdır.”

Egemen Bağış bunları ne zaman söylemiş? 25 Ocak’ta, Berlin’de Avrupalı Türk Demokratlar Birliği’nin yemeğinde.

Hüsnü Tuna’ya, erken konuştuğu için “soruşturma” açan AKP, Bağış’ın bu “vakitsiz” konuşması nedeniyle, ona herhangi bir işlem yapacak mı?

Yoksa Bağış, partideki ağırlığından yararlanıp, nüfuzunu kullanarak, kendisine yönelik bir girişimi bertaraf mı edecek?

“Adım adım” söylemine, Bağış’ın Berlin’de ifade ettikleri de dâhil büyük olasılıkla.

Ama sakın “millet nasılsa vekil de öyle olmalı” deyişi, “adım adım” formülüne engel oluşturmasın?

6 Şubat 2008 Çarşamba

ORTAMI GEREN KİM?
ALİ BULUNMAZ

Tayyip Erdoğan, “türban düzenlemesine karşı çıkanlar ortamı geriyor, annemizin örtüsünü istemiştiniz, onu getiriyoruz” dedi.

Gerginlik yaratan kim, altını bir kez daha çizmek gerek: “Türban düzenlemesine karşı çıkanlar.”

Ortada garip, trajik; hatta trajikomik bir durum var. Rektörlere, yargıya ve söz konusu düzenlemeye muhalefet edenlere “otur yerine, haddini bil, sen kim oluyorsun” demek, gerginlik yaratmıyor öyle mi?

Ya da ÜAK (Üniversitelerarası Kurul) toplantısının yapıldığı gün, rektörlere yönelik olarak “amuda kalkmasınlar” sözü ortam mı yumuşatıyor?

Anıtkabir’de toplanan yurttaşlara “teneke çalıyorlar” şeklinde yaklaşmak neyin nesi?

***
Gerginlik, ayrışma ve çatışma yaratanlar veya bunun fitilini ateşleyenler belli.

Yangından mal kaçırır gibi yapılan türban düzenlemesinin asıl nedeni ne?

Ekonomik krizi örtmek mi yoksa Anayasa Mahkemesi’nin vereceği karşıt bir kararla, yerel seçimlere yeni bir “mağdur” rolü oynayarak girmek mi?

***

Türban düzenlemesi gündeme geldiğinden beri, dinci gazete ve televizyonlar ile internet sitelerini, “ilginç” yorum ve ifadeler süslüyor.

“Dinimize saldıranlar bertaraf olacak”, laiklik ahlaksızlıktır”, "laikler aklını başına toplasın”, “Müslüman uyanışı” bunlardan bazıları.

Bir de, düzenlemeyi beğenmeyip işin daha da ileri götürülmesinden yana olanlar var. Onları, üniversite kapılarında, “başörtüsü” dedikleri türban ve sıkmabaşa özgürlük eylemlerinin düzenleyicisi olarak tanıdık.

Düzenleme yeterli değil, bağlama şekline biz karar veririz” ve “türban kamuda da serbest olsun” diyorlar.

***

Türban ve sıkmabaşa bürünmüş genç kız ve kadınlar, dinin gereği örtündüklerine inandırıldı. Onları buna, erkek egemen feodal kültürün taşıyıcısı, türban ve sıkmabaş tetikçileri inandırdı.

Bu “inancı” kullanan din sömürgenleri, kimi zaman siyasi partilerde kimi zaman tarikat-cemaatlerde kimi zaman da üniversitelerde karşımıza çıktı.

“Türban düzenlemesi”yle dinciliğin önünü alabildiğince boşaltma girişiminin sahipleri ve onlara yardım edenlere soralım: Ortamı geren kim?

Annelerin, ninelerin kullandığı örtü bugüne kadar hiçbir gerginlik ve çatışma yarattı mı?

Bugüne dek oruç tuttuğu, namaz kıldığı, sıkmabaş ve türbana büründüğü için kimseye şiddet uygulandı mı?

Dinciliğin “mağdur” rolüne soyunması değil mi gerginliğe yol açan?

4 Şubat 2008 Pazartesi

KARAR AŞAMASI…
Ali BULUNMAZ

2 Şubat Cumartesi günü, Anıtkabir’de toplanan yüz binler ne anlatmak istedi?

Din adı altındaki dincilikle, onun siyasi simgeleriyle toplumun gerilmesine ve daha da önemlisi yönetilmesine karşı çıkıştı verilmeye çalışılan ileti. Bundan, türban düzenlemesi örtüsüyle ülkeyi uçuruma ve kamplaşmaya sürükleyenler kendileri için bir hisse çıkaracak mı?

Çıkarmayacakları çok açık.

***

Türban düzenlemesinin TBMM Anayasa Komisyonu’nda görüşüldüğü saatlerde, ÜAK da olağanüstü toplandı. Hakkında “isterse bizim istediklerimizi söylemesin” denen YÖK Başkanı Yusuf Ziya Özcan, toplantının başındaki konuşmasında hükümet sözcülüğü görevini sürdürüp, kurulu uyardı: “Bu, sizin gündeminiz değil; hukuki sonuçlar doğabilir.”

ÜAK’ın bildirisi tam tersi yöndeydi: “Bu konuları konuşmak asli görevimizdir” ve “üniversitede türban serbestisi, ülkeyi din yönetimine götürür.”

Buradan herhangi bir hisse çıkarılacak mı? Yanıt hayır. Anayasa Komisyonu Başkanı Burhan Kuzu’nun, rektörleri ima ederek “amuda kalkmasınlar” demesi, gidişatı gösteriyor.

AKP ve MHP, üniversitede türban serbestisi için tüm rektörlerin görüşünü aldı mı? “Kurumsal mutabakat” sağlandı mı?

Fahri AKP danışmanları ve ikinci cumhuriyetçi öğretim üyeleri, 22 Temmuz öncesi “milliyetçilik yükseliyor” diyerek oy topladıkları iktidar ve o zaman “tehlike” gördükleri, AKP’nin şimdiki ortağı MHP’nin yaptıklarına destek çıkmak amacıyla, ÜAK’ın bildirisine karşı bildiri ile yanıt verdi.

İkinci cumhuriyetçi fahri AKP danışmanları, türban ve sıkmabaşı “özgürlük” diye niteledi, “yasaklar kalkmalı” içerikli bildiriye imza atmak için kuyruğa girdi.

***

Türkiye nereye yol alıyor? Rota da istekler de belli. Hiçbir zaman bu denli gülünç duruma düşmemişti Türkiye. Dışişleri Bakanı Ali Babacan da olup bitenin bilincinde !!

Türban düzenlemesine burun kıvıran “özgürlük karşıtlarının” yarattığı tartışmaları, “Türkiye’yi dışarıda zayıf gösterdiğini” ve “AB yolunda yürüyen ülkeye bunların yakışmadığını” belirtiyor. Ali Babacan’a şunu sormalı: Uluslararası fuarlardaki görevli sıkmabaşlı kadınlar, Türkiye’yi AB’ye mi yakın gösteriyor?

***

Bu arada, diktatörlükle yönetilen Ortadoğu ülkelerinde ve İran basınında bir sevinç hüküm sürüyor. “İslamcı AKP’nin düzenlemelerine” övgüler düzülüyor. Gazete ve internet manşetlerini “İslamcı AKP” sözcükleri süslüyor.

Türkiye’de siyaset çizgisi dinciliğe kaydı; buradan oy toplamak için yarış kızışmaya başladı. MHP Genel Başkan Yardımcısı Tunca Toskay, bunu itiraf etti: “AKP, türbanı gündemde tuttu avantaj sağladı, haksız rekabete son vermek istedik; ne yaptığımızı biliyoruz, maliyetini ödemeye hazırız, hasadını da alacağız.”

Gerçekten mi? Emin misiniz?

Türkiye bir karar aşamasına doğru ilerliyor: Çağdaş, laikliğe sahip çıkan ve ilerlemeye açık bir toplum mu olacağız, yoksa diktatörlükle çekip çevrilen Ortadoğu ülkeleri gibi, baskıcı ve dinci bir yönetimin boyunduruğuna mı gireceğiz?

Üniversitede türbanın serbest bırakılması, ikinci seçeneğin ilk adımı. Farkında mıyız?

1 Şubat 2008 Cuma

SİZİN ESERİNİZ… (*)
Ali BULUNMAZ

Eleştiri, ayrıştırma yanında; doğruyu cesaretle söyleme anlamını da içerir. Eski Yunan’da buna “parrhesia” deniyordu. Bu bağlamda, doğruyu korkusuzca ifade etme gibi büyük bir sorumluluğu bulunan (gerçek, tam) aydın, sorumluluğunu yerine getirdiğinde, gücü elinde bulunduranları (bir anlamda iktidarı) eleştiri oklarının hedefi haline getirmeyi de bilmiştir.

Aydın olmanın ilk koşullarından biri güce ilişmek değil; gücün kim / kimler tarafından, nasıl kullanıldığına ilişkin eleştiri(ler) ortaya koyabilmektir. Buradan bakıldığında, iktidarın da eleştiriye açık olması gereklidir. İşte bu türden bir eleştiriyi korkusuzca yöneltebilecek oluşumlardan biri de, aydınlarla beraber (her üyesi bir aydın olması gereken) basındır.

Türkiye örneğini göz önünde bulundurduğumuzda, uzun zamandır dillere pelesenk olan çok seslilik deyişi, kâğıt üzerinde geçerli görünmesine ve ilgi uyandırmasına karşın; uygulamada ağırlıklı olan tek sesliliktir. Bunun temel nedeni, gücün (iktidarın) sıcak yüzüne yakınlaşma kolaycılığı ile birlikte, muhalif sesler üzerinde kurulan baskıdır. Basın (daha doğru deyişle medya) ve aydınların büyük bir bölümünün tekelleşmesi ya da tekellerin güdümüne girmesi ve bu tekellerin iktidarla çıkar ilişkisi kurması; hem basın hem de aydınların büyük bir kısmının önündeki en büyük açmazdır. Çünkü burada kaybedilen veya teslim edilen şey özgürlüktür; güncel deyişle ifade özgürlüğüdür. Hal böyle olunca, iktidarın yarattığı “biz ve onlar” ayrışmasında; basının ve aydınların azımsanmayacak bir bölümü, iktidarın başını çektiği “biz” kompartımanına binmek için yarışmaktadır.

Bir zamanların kimi komünist veya solcu “aydınları” neoliberallikten, muhafazakâr demokratlığa “terfi edip”, “büyük medyada” kendilerine yer de bulunca; aynı iktidar gibi, “her şey yolunda” aldatmacasının kalemşorluğunu üstlenmekten geri kalmamıştır. Böylece muhalif sesleri ya duymazdan gelmiş ya da susturulmasına yönelik çalışmalara göz yummayı seçmişlerdir. Diğer bir ifadeyle, kendilerine oyuncaklar bulup, yozlaşan siyaseti eleştirmemeyi “görev” bilmişler; tek sesliliğe karşı duranların sindirilmesine ve haksız şekilde soruşturulmasına, “onlar da ileri gittiler” veya “özgürlük ve demokrasi karşıtları” gibi yakıştırmalarla açık veya gizli arka çıkmışlardır.

Böylesine bir yaklaşımın günü kurtardığı ve iktidarın hareket alanını genişletmekten başka bir anlamı olmadığı açık değil mi? Bu, belli “fikir” ve “edimler” etrafında kümeleşme anlamına gelmez mi? Peki özgürlük ya da ifade özgürlüğü nerede kaldı? Yoksa “ifade özgürlüğü”, yönlendirilen söylem ve fikirlerin peşinden gitmek olarak mı algılanmalı? O zaman, Türkiye’deki kimi aydınlar ve basının kimi kalemleri, söylem geliştirir ve eylemde bulunurken; gerçeğin peşinden gitmeyecek demektir. O halde bugün, birçok “aydın” ve “gazeteci” sansüre, baskıya ve haksız soruşturmaya ses çıkarmayan yarı aydın konumuna razıdır!

Bununla beraber, sansürü destekleyen yasa tasarıları hazırlanır, iktidarı eleştirenler takibe alınır ve soruşturulurken; “her şey yolunda” ve “istikrar yerinde” diyerek kendini ve herkesi kandırıp suskun kalanlar, yarın benzeri baskı politikaları kendilerine de dönerse sesini kime duyuracak?

Türkiye’de muhalif tavır takınan ve iktidarın uygulamalarını eleştirenlere karşı, varlığı tartışmasız olan baskı ve yıldırı ile yozlaşmış siyaset tablosu daha çok “görmeyen”, “duymayan” ve konuşmayanların eseri değil mi?

(*)11.03.2007, Cumhuriyet