30 Mayıs 2008 Cuma

TÜRKİYE KUŞATILIYOR…
ALİ BULUNMAZ

AB Karma Parlamento Komisyonu oturumunda Olli Rehn, yine laiklik ile ilgili açıklamalarda bulundu:

- “Laiklik vazgeçilmezdir ve demokrasi ile beraber korunmalıdır.”

Bu açıklama, Rehn’in “demokratik laiklik” açılımının tazeliğini koruduğu bir döneme rastladı. “Demokratik laiklik” ne demek? Bu niteleme, “demokrasiye ‘aykırı’ ve ‘dayatılan’ bir laiklik mi var?” sorusunu gündeme taşıyor.

Aynı oturumda Lagendijk da “Türkiye’nin demokrasi ve laiklik gibi güçlü kozları bulunuyor; bu iki unsur arasındaki denge korunmalı” biçiminde bir açıklama yaptı.

Demokrasi ve laiklik arasındaki dengeyi, AKP’nin yandaş demokrasisinden yana bozanların başında AB gelmiyor mu?

AKP ve iktidar ortağı AB, laikliğin olmadığı veya edilginleştirildiği bir “demokrasi” yaratmaya çabalıyor. Peki, bu mümkün mü? Laiklik olmadan ya da laikliğin zayıfladığı noktada demokrasi varolabilir mi?

***

Aynı toplantıda konuşan Dışişleri Bakanı Ali Babacan’ın “Türkiye’de gayrimüslimler kadar Müslüman çoğunluğun da inanç özgürlükleri engelleniyor” sözü ve “laiklik dini özgürlükler içindir” ifadesi bize ne anlatıyor?

Öncelikle AKP hükümeti, her fırsatta Türkiye’yi AB’ye şikâyet etmek için kendince bir “neden” buluyor veya yaratıyor. Babacan’ın ifadeleri, bunun en güncel örneği.

Diğer taraftan Babacan’ın sözleri, yani “laiklik dini özgürlükler içindir” açıklaması, gerçekte AKP’nin laiklikten ne anladığını, laikliği nereye evirmeye çalıştığının da göstergesi.

Bu ifadeyi tamamlayan asıl beyan, bir televizyon programına katılan Dengir Mir Mehmet Fırat’tan gelmişti:

- “Biz tatbikatı SSCB ile bitmiş olan laikçi anlayışın temsilcisi değiliz. Laikçi anlayış da zaten laikliğe aykırı. Laiklik, dini her alandan çıkarmayı amaçlayan bir anlayış değildir.”

Fırat’ın bu sözlerinin altında yatan ne?

Dinciliğin, her alanda etkin kılınacağı bir yönetim şeklinin altyapısı hazırlanıyor. Zaten buna yönelik fiili durum yaratıldı. Devlet kurumları dinci ve tarikatçı-cemaatçi müritlerle dolduruldu.

***

AKP’nin, özellikle 22 Temmuz sonrası, hemen her icraatı laikliğin beline kazma vurmaya kilitlendi.

Kapatma davası nedeniyle, biraz da olsa laikliği hatırlayan AKP’nin, tabandaki uygulamaları tavanın zorunlu olarak sarf ettiği laiklikle ilgili sözleri bile yalanlar nitelikte.

AKP, Başbakan’ın dediği gibi “sessiz” bir “devrim" yaratıyor. Ama bu, aslında bir devrim değil, darbe; sivil darbe…

Bu darbenin belli başlı hedefleri var: Laiklik, siyasal ve toplumsal muhalefet, bağımsız yargı, üniversiteler, ordu…

AKP, kafasındaki Türkiye’yi hayata geçirebilmek adına, seçtiği hedefleri alabildiğine yıpratmaya ve dönüştürmeye gayret ediyor.

Beri yandan da, laikliğe aykırı eylemlerin odağı olmakla suçlandığı kapatma davasının, kendi istediği gibi şekillenmesi veya bunu bir kazanca dönüştürmek için baskı kurmaktan sakınmıyor.

Örneğin ne diyor:

- “Türkiye’ye 25 milyon dolarlık yatırım bekliyorduk, bu riske girdi.”

- Demokrasi’ ve ‘istikrar’ tehlikede…”

AKP laiklik, demokrasi ve özgürlükle ilgili takıyyelerine, şimdilerde kapatma davasından hareketle yoğunlaştırılmış baskıyı da ekliyor.

İktidar ortağı AB de buna destek çıkıyor. Aynı zamanda AKP’ci “aydınlar” da, söz konusu girişimlere kol kanat geriyor.

Türkiye kuşatılıyor…

28 Mayıs 2008 Çarşamba

YIKICILAR… (*)
ALİ BULUNMAZ

Bugün aydınlık yüzlerle, aydınlık günleri özlüyoruz; her yanımızı saran bungunluğa inat. Kertenizi oynamış hayatımız, kavramlarımız ve duyarlılığımızla yürümeye çabalıyoruz.

Hemen yanı başımızda olup biteni biliyoruz, bir Metin Altıok şiirindeki gibi…

“yıkıcılar geldiler, çatıdan başladılar / kiremitleri topladılar birer birer / tahtaları söktüler, kanırtıp çivileri / ellerinde keserler.”

Şimdilerde hukuk tanımazlığın adı “adalet”, yolsuzluk ve vurgununki ise “kalkınma.”

“En az üç çocuk doğurun” öğüdüyle kendilerine biat edecek ve “hedef” için hazır kıtalar yetiştirmenin telaşındalar.

“Katili affetme yetkisi maktulün varislerine aittir” sözünün altında yatan “düşünme” biçimi de, bunu tamamlıyor…

“yıkıcılar geldiler / çıkardılar kapı ve pencerelerin pervazlarını / kör gözleri ve açılmış ağzıyla / kaldı temelleri üstünde umarsız ev / sıra balyozlardaydı artık / çelik iskeletini evin ortaya çıkarmak için.”

Belki de en önemlisi, geçmişi silmek için, yalnızca bedenleri değil, kafaları köleleştiriyorlar…

“yıkıcılar geldiler / düştü gürültüyle yüzü köhne evin / göründü bazı odaları ve iç duvarları / ayrı renklere boyanmış sofası, isli mutfağı / bir kesit kalmıştı geriye şimdi o evden / eski bir yaşantıyı simgeleyen.”

“yıkıcılar geldiler, yıktılar bütün duvarları / yalnız temel kaldı geriye ve birkaç tuğla kırığı / iş araçlarındı artık / bir canavar ağzıyla deşmek için toprağı / ve temizleyecekler kazılan yerlerde / bizden kalan balçığı.”

Evet, yıkıcılar geldi; tam burada, hemen yanımızda ve yaşamımızın ortasında. Bütün fütursuzluğu ve riyakârlığıyla.

Ellerinde balyozları, fitili ateşleyecek tasarıları, yandaş ve sözcüleriyle satarak, karalayarak, silerek, bozarak, yalnızlaştırarak; baskı kurup korkutarak geldiler.

Yıkıcılar…

Boyun eğecek miyiz?

(*) Cumhuriyet, 12.03.2008.

26 Mayıs 2008 Pazartesi

BİLDİRİ…
ALİ BULUNMAZ

Anayasa Mahkemesi başta olmak üzere, yüksek yargı baskı altına alındı mı?

Bu soruyu yanıtlamak için, son günlerde yaşanan kimi gelişmelere ve söylenen sözlere bakmak gerek:

- AB yetkililerinin, AKP’ye yönelik iddianame hazırlandığından beri, yargıya dönük yaptığı açıklamalar…

- AKP’nin ve AKP’ci “aydın” ve yazarların, “yargı darbesi” söylemi…

- TBMM Başkanı Köksal Toptan’ın “herkese oh dedirtecek bir karar çıkmalı; üçüncü bir yol bulunmalı” açıklaması…

- Anayasa Mahkemesi Başkanvekili Osman Paksüt’ün, izlendiğine yönelik güçlü iddiaları ortaya koyması, kendisini takip eden aracın polis aracı olduğunun belirlenmesi ve bu konu ile ilgili karanlıkta kalan sorular…

- Yüksek Seçim Kurulu Başkanı’nın “siyasi yasaklama gelse bile, Erdoğan bağımsız olarak seçime girer” biçimindeki ifadesi…

- Haşim Kılıç’ın “inanın çıkacak karar ne olursa olsun, göreceksiniz hem demokrasimiz hem laikliğimiz hem de hukukumuz bu süreçten daha da güçlenmiş olarak çıkacak ve inanın bu söylediğim temenni değil” şeklindeki; başkanı olduğu Anayasa Mahkemesi üyelerini baskı altına alan açıklaması…

Tüm bunları alt alta koyup topladığımızda, ortaya çıkan sonuç nedir?

Kapatma davası sürecinde, Anayasa Mahkemesi baskı altında…

***

Yazı ve konuşmalarında “demokrasi” dersi vermeyi görev belleyen AKP’ci “aydınlar”, demokrasinin üç bileşeni ve konumları hakkında ne kadar bilgi sahibi?

Demokrasi üç temel üzerine kurulu:

- Yasama, yürütme ve yargı…

Ve bu üç kuvvet de birbirinden ayrı, dolayısıyla kuvvetler ayrılığı ilkesi demokrasinin olmazsa olmazı.

Aynı zamanda olması gerekeni…

Bugün Türkiye’de yaşanan ne?

Demokrasinin bileşenlerinden yasamadaki, yani mecliste çoğunlukçu AKP iktidarı…

Yürütme, yani hükümet ve cumhurbaşkanlığı yine AKP’nin elinde…

Demokraside dördüncü kuvvet olarak kabul edilen medyada, çoğunluk yine AKP taraftarlarının…

Yasama, yürütme ve medya ile AKP’nin iktidar ortağı AB, yargı üzerinde inanılmaz bir baskı kurmuş durumda.

AKP, AB ve AKP’ci medya yargı bağımsızlığını örselemek ve yargıyı siyasallaştırmak için büyük bir harekat başlattı.

İşte tam bu ortamda, Yargıtay Başkanlar Kurulu ve Danıştay birer bildiri yayımladı.

Yargıtay bildirisinin ağırlık noktaları şunlar:

- Kapatma davası sürecinde yargının, AKP ve iktidar ortağı AB tarafından saldırıya uğraması.

- AKP ve AB’nin, yüksek yargıyı baskı altına alması ve yargı bağımsızlığını zedeleyecek; yargının siyasallaşmasına yol açacak (örneğin “yeni" Anayasa taslağı, Yargı Reformu Strateji Taslağı gibi) adımlar atması.

- Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı’na yönelik, hakarete varan ifadeler kullanılması.

- Yüksek yargının AKP tarafından, AB ve onun temsilcilerine şikâyet edilmesi…

AKP bu bildiriye verdiği yanıtta, bu bildirinin “siyasi olduğunu” vurguladı. Bir anlamda kendisine destek çıkan kişi, kurum ve kuruluşların yargıya saldırısına sessiz kalan AKP; yargının, saldırılar karşısında zorunlu olarak kendisini savunmasına yine AKP’ce bir tepki gösterdi.

***

Yargıtay Başkanlar Kurulu’nun bildirisi, AKP’nin yaptığı ve yapmaya çalıştığı veya önayak olduklarının bir vesikası değil mi?

Ya Danıştay bildirisi, onun ana fikri neydi?

- Yargıtay Başkanlar Kurulu’nun bildirisine destek olmak ve bu bildirinin siyasi değil, hukuki olduğunu vurgulamak.

- AB’ye sunulan ve Türk kamuoyunun haberdar olmadığı Yargı Reformu Strateji Taslağı’nın ortaya çıkış şeklini eleştirmek.

- Yüksek yargının, AKP ve ortağı AB tarafından baskı altına alınışına değinmek…

***

Türkiye’de yaşananları göz önünde bulundurarak soralım: Yargıtay ve Danıştay bildirileri, gerçek dışı saptamalarda mı bulunuyor?

Bugün yargı, AKP ve yandaşları tarafından siyasallaştırılmaya çalışılıyor; baskı altına alınıyor. AKP ve AB ile AKP’ci yazar ve “aydınların” yargıya, eleştiri sınırlarını aşan biçimde yaklaşmaları, hakaret etmeleri “serbest” !

Yargının siyasallaştırılması ve AKP yandaşı haline getirilmeye çabalanması da sorun değil!

Ama yargının, kendini ve bağımsızlığını; üstelik hukuki biçimde, yasalara uygun şekilde savunması sakıncalı!

İktidar ve yandaşlarının ifadelerinden bu sonuç çıkıyor…

24 Mayıs 2008 Cumartesi

GÖMLEK…
ALİ BULUNMAZ

İngiltere Kraliçesi II. Elizabeth’i karşılayan kafile içinde iki genç kız vardı. Biri Türk bayrağı, diğeri İngiltere bayrağı desenli elbiseli…

Son derce şık ve modern kıyafetli.

II. Elizabeth’e İstanbul ve Bursa’yı gezdiren; mihmandarlık edenler ise sıkmabaşlı: Ali Babacan’ın eşi Zeynep Babacan ve Abdullah Gül’ün eşi Hayrünisa Gül…

II. Elizabeth’e jest olsun diye, iki ülkenin bayrağını kıyafetleriyle birleştiren genç kızlar ise zarif mi zarif…

Türkiye’de muhafazakârlaştırmanın şirazesi kaçmaya başlamışken ve Türkiye, genç kız ve kadınlarını kapatırken, Kraliçe’ye jest olsun diye karşısına dikilen iki genç kız da neden baştan aşağı tesettüre sokulmadı? Geziyi programlayanlar neden bu konuda dürüst davranmadı?

Türkiye’yi yöneten, “herkesin kendisine ram olmasını (itaat etmesini) isteyen” zihniyet, Kraliçe’ye neden şöyle oturaklı bir sıkmabaş defilesi düzenlemedi?

Sorular ve sorunlar çoğalıyor…

***

19 Mayıs kutlamaları geride kaldı. Ama kimi zihinler, bu kutlamalar sırasında bazı genç kızların giydiği kıyafetlerden rahatsız oldu.

Yer Manisa, 19 Mayıs Stadyumu. Celal Bayar Üniversitesi, Beden Eğitimi Spor Yüksekokulu öğrencileri, step gösterisi için sahada. Gösterilerini yapıp, alanı diğer öğrencilere bırakıyorlar. Günler geçiyor…

Manisa’nın AKP’li Belediye Başkanı Bülent Kar, Türk Dünyası Belediyeler Birliği Toplantısı için Ankara’ya geliyor.

AKP Manisa milletvekilleri Bülent Arınç ve Hüseyin Tanrıverdi, Başkan Kar’la görüşüyor. Konu, 19 Mayıs törenlerinde step gösterisi sunan öğrencilerin kıyafetleri. Görüşme sonrası Kar, şunları söylüyor:

- “Üniversite öğrencilerinin kıyafetleri Ankara’da huzursuzluk yaratmış, bu kıyafetlerin step için uygun olmadığı söylendi; İl Milli Eğitim Müdürlüğü ile görüştük, önümüzdeki yıl bu tatsızlığın yaşanmayacağını sanıyoruz…”

Neymiş? “Öğrencilerin giydiği kıyafetler uygun değilmiş!”

Bu kıyafetler, “tatsızlık” yaratmış!...

Halbuki step sunumu yapan öğrenciler sıkmabaşa bürünse, etraf kara çarşaflılarla dolsa “Müslüman demokrat” AKP’lilere göre herhangi bir “tatsızlık” yaşanmayacak!...

***

Artık AKP, tavanıyla da tabanıyla da gemi azıya almış durumda.

Tek dert, herkesin AKP’ye ve AKP zihniyetine biat etmesi. Dengir Mir Mehmet Fırat’ın deyişiyle “ram olması.” Yani boyun eğmesi…

***

Ankara, Manisa’da 19 Mayıs törenlerinde kimi genç kızların kıyafetinden rahatsız olmuş. Her şey ortada. AKP zihniyeti apaçık meydanda…

Kıyafet önemli. Giyilen, değiştirilen, gardıropta saklanan gömlekler de önemli.

AKP, hangi gömleği giydiğini gizlemiyor…

23 Mayıs 2008 Cuma

BAKIN, ORADALAR… (*)
ALİ BULUNMAZ

Bugünlere nasıl geldik? Aslında bu sorunun yanıtını bulmak, o kadar da zor değil. Bağımsızlığı bağımlılıkla örten, aydınlığı “karartma” olarak niteleyen ve üretmeden üremeyi teşvik edenlere itibar gösterenler, bugünün keşmekeşini; kavram ve zihin bulanıklığını yaratanlardır.

Yaşananların farkında olanlar ile yaşananları yönlendiren ve buradan kendine pay düşenler arasındaki ayrım giderek belirginleşmektedir. Başka bir deyişle makas açılmakta; hesaplaşma gün yüzüne çıkmaktadır. Yoluna hiddet, baskı ve takıyye ile devam edenler ülkenin geleceğinden çaldığını biliyor (?) elbet.

Ya onların çekimine kapılıp gidenler? Alçak sesle “eleştiren”, ses tellerini aldıran veya sesini soluğunu biat için tüketenler; ikiyüzlülükten öte artık çok yüzlülüğü ayyuka çıkanlar, ülkenin yüzündeki feri iyiden iyiye yok ettiklerinin farkında mı? Kim bilir… Ama bilse de konuşmaz, konuşsa da gerçeği söylemezler. Dillerinden dökülen her sözcükte, kendi iç dünyalarını biraz daha ele verirler, o kadar…

Savunmaya geçince Sokrates’ten dem vuranları destekleyenler, onun “kendini bil” buyruğundan hazzetmez. O buyrukla yüzleşseler, yaptıklarıyla yüzleşmeleri gerektiğinin ayırdına varırlar. “Kendini bil” buyruğunun, biraz kendini tanımak biraz duracağı yeri kavramak ama özellikle “ne bildiğini veya bilmediğini bil” demek olduğu gerçeğiyle karşı karşıya kalırlar. Bir kere bunu yapsalar, kâğıttan kalelerinin küçük bir esintiyle yıkılacağını bilirler. Gökyüzünde uçuşan balonlarının bir çırpıda yere ineceğini de…

Henüz neler olup bittiğini; yaşananları evirip çevirenlerin ve zihinleri bulandıranların nerelerde yer aldığını fark etmemiş olanlar bulunabilir. Etrafa şöyle bir göz gezdirmek yeterlidir.

Onlar her yeni şafakta taptaze; değişmiş ve dönüşmüş olarak doğar. Kimisi samanyolu kadar uzak bir zamanda kimisi yıldızlar kadar yakındır. Yarından öte bugün önemlidir bazısı için, bazısı da vakit geçirmektedir. Sabahın alacasında yüzleşebilirsiniz onlarla; 7 gün 24 saat hazır ve nazırdırlar.

Kısacası her taraftadırlar.

Baktığınızda görebilir, duymaya çabaladığınızda işitebilir ve konuşmak istediğinizde söyleyebilirsiniz…

(*) Cumhuriyet, 11.05.2008

21 Mayıs 2008 Çarşamba

KADINA AKP’CE BAKMAK…
ALİ BULUNMAZ

Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK), İşgücü Anketi’nin sonuçlarını açıkladı. Rakamlar çarpıcı. Ama özellikle kadınların işgücüne katılım oranındaki düşüş dikkat çekici.

2007’de, ev işleriyle ilgilenen kadın sayısı 11 milyon 854 bin iken, bu sayı 2008’de 12 milyon 33 bine çıkmış.

Kadınların işgücüne katılım oranı 2007’de yüzde 23.4, 2008’de ise 22.8

Şimdi bir soru: AKP iktidarında kadın özgürleşip, ekonomik bağımsızlığını kazanma yolunda önemli ilerlemeler kaydetti mi kaydetmedi mi?

Bu sorunun yanıtı, AKP’nin kadına bakışında gizli…

***

AKP temsilcileri, “geleneksel aile değerlerine” her fırsatta vurgu yapıyor. Tayyip Erdoğan ailelere “3 çocuk yapın” talimatı veriyor.

TÜİK’in rakamları, AKP’nin kadına bakışını resmetmesi açısından önemli. “3 çocuk” ve “geleneksel aile değerleri” vurgusu, kadının yerini gösteriyor:

- Kadın çalışma hayatından uzaklaştırılarak günden güne eve hapsediliyor…

- Ilımlı İslam” ya da “Müslüman demokrasi”nin lokomotifi haline getiriliyor…

Bir başka deyişle kadın, sosyal yaşamdan el çektiriliyor. Bu da, AKP’nin zihinsel arkaplanındaki kadın görüntüsünü ortaya çıkarıyor:

- Kadın, “ikinci cins” veya ikinci sınıf vatandaş…

***

Aslında Tayyip Erdoğan’ın 16 Mayıs günü, “Biz Bir Aileyiz” adlı törendeki ifadeleri ve ortam, kadına AKP’ce bakışı anlatıyordu.

Erdoğan bu törende “Türkiye tek yürek, tek ses, tek aile” pankartının önünde, “geleneksel aile değerlerinin önemine” değindi; bunun, “manevi tahribata karşı güçlendirilmesi gerektiğini” söyledi.

Törenin ilginç yanı, Trabzon’dan gelen 9 çocuklu ailenin Erdoğan’ın elinden plaket almasıydı. “3 çocuk” diyen Erdoğan, 9 çocuklu aileye plaketi sundu…

***

AKP zihniyeti kadını “evinin hanımı”, en az “3” olmak üzere çok çocuk doğuran-doğurması gereken ve eşinin arkasındaki “ikinci cins” veya ikinci sınıf vatandaş haline getirmeye çabalıyor.

Öte yandan AKP, kadına karşı dinci bakış ve ayrımcılığın yolunu da açıyor.

Kimi “din görevlileri” ne demişti?

- “Çalışan kadın aldatır”

Bu örnek hafızalardaki tazeliğini korurken, yarları arasında profesörler, doçentler ve emekli müftülerin de bulunduğu zevatın yayımladığı kitapta yer alan şu ifadeler tüyler ürpertici:

- “Dekolte giysiyle üniversiteye gelen genç kız, tahsil yapma isteğinde ne kadar samimidir?”

- “Örtünmeyen genç kızlar, erkek avlamak için mi üniversiteye gidiyor?”

- “Açıklık, erkeğin ilgisini cinsel temasa götürür; bunun adı da fuhuştur.”

Bu ifadeler, söz konusu kişilerin kadına ve genç kızlara baktıklarında ne gördüğünü yansıtıyor. Onlara göre kadın, özellikle de tesettürsüz kadın, sadece cinsel nesnedir. Bu yönüyle de "kışkırtıcıdır…"

Yukarıdaki ifadeler ve oradan çıkan sonuç, daha fazla söz gerektirmiyor…

19 Mayıs 2008 Pazartesi

BAĞIMSIZLIK BİLİNCİ…
ALİ BULUNMAZ

19 Mayıs 1919, bağımsızlık fitilinin ateşlendiği ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunun muştulandığı tarih…

Bugün bu tarihin altında yatan derin anlamın farkında mıyız? Ardından gelen, Türkiye’nin bağımsızlık ruhu ve bilincinin vesikası ve onur savaşı olan Kurtuluş Savaşı’nın üzerinde uzun uzun düşünmek zorundayız.

***

Bağımsızlık, özgürlük ve onur bir halkın elde edebileceği en özel ve güzel kazanımlar. Onları değerli kılmak, yaşatmak; daha da ötesi değerini bilmek ise en zor şey.

Türkiye bugün bu zorluklar içinde yaşıyor. Küreselleşme ve çokuluslu şirket egemenliğinin, ayrımcılık ve çokkültürcülüğü barındıran kültür politikalarının varolduğu bir ortamda ulus olmanın, bağımsız ve özgür bir biçimde varolabilmenin ve kazanımları korumanın, yoğun bir çaba ve emek istediği tartışmasız…

Böylesine bir durumda, baktığımızda hangi fotoğrafı görüyoruz?

AB, ABD, IMF, Dünya Bankası tarafından kıskaca alınan Türkiye…

Ekonomi, siyaset, kültür ve sosyal yaşam kuşatma altında. İktidar partisi AKP ise, bu kuşatmacılara yarenlik ediyor…

Türkiye nereye sürükleniyor? Bağımsızlık bilinci, ulusun zihninden söküp atılmak mı isteniyor?

Türkiye için “ılımlı İslam”ı biçilmiş kaftan olarak görenler ve “Müslüman demokrat” nitelemesini yapanlar, 1919’da resmen başlayan bağımsızlık yürüyüşünün anlamını kavrayabiliyor mu?

***

Türkiye’ye gelip kendilerini sömürge valisi gibi gösteren muhteremler, acaba M. Kemal ve arkadaşlarının yarattığı eserin geleceği ile ilgili neler tasarlıyor?

İngiltere Kraliçesi II.Elizabeth’i din devleti tadında ağırlayıp, Queen Elizabeth uçak gemisinin İstanbul Boğazına girişine izin verenler Türkiye için hangi planları yapıyor?

Yeri gelmişken, Montrö Anlaşması ne diyor?

- Uçak gemileri Boğaz’dan geçemez…

İngiltere Kraliçesi onuruna Montrö’yü çiğneyenler, bu anlaşmanın hangi şartlarla ve koşullarda imzalandığını biliyordur herhalde!

***

Queen Elizabeth gemisinin İstanbul Boğazı’na gelişi simgesel bir anlam taşıyor.

AB, ABD, IMF, Dünya Bankası’nın ve çokuluslu şirketlerin Türkiye’de istediğini yapmasının da simgesel bir boyutu var.

Bağımsızlık bilincini kırmak, bu simgesel boyutun tam ortası.

Lozan, Montrö ve cumhuriyet kazanımları ortadan kaldırılmaya çalışılıyor. Sevr, yeniden gündeme getiriliyor. Ama Türkiye kaynar kazana birden atılmıyor, ateş ağır ağır arttırılıyor.

19 Mayıs 2008’de geldiğimiz noktada manzara bu…

16 Mayıs 2008 Cuma

ARAPLAŞMAK İSTİYORUM!...
ALİ BULUNMAZ

Nazım Hikmet’in bir şiiri var:

- “Makinalaşmak istiyorum…”

Bugün, bu şiiri şöyle okusak nasıl olur?

- Araplaşmak istiyorum!...

Sağımız solumuz Arapların “yatırım” amaçlı getirip yığdığı petro dolarlarla dolu.

Telekom, kıyılar, doğal güzellikler, Boğaz sırtları, İstanbul’un orta yeri, medya…

Nereye el atsanız, hangi taşı kaldırsanız mutlaka Araplarla yüzleşiyorsunuz. Katar ve Suudi Arabistan’a, bölgenin diğer Arap ülkelerine gidişler; resmi olmayan gezilerde devlet erkanı arz-ı endam ediyor.

Aynı şekilde, gelen Arap şeyhleri, prens ve emirlerinin de haddi hesabı kalmadı.

Nedir bu işin iç yüzü? Yatırım mı? Ticaret mi? Dostluk mu? Kardeşlik mi? Dindaşlık mı?

Yoksa yoldaşlık mı? Ne?...

***

Bugünlerde Türkiye için neler söyleniyor?

- “Müslüman Demokrat Cumhuriyet”

- “Avrupa ile İslam dünyası arasındaki bağlantı noktası”

- “Demokrasi ile İslam’ı kaynaştıran ülke…”

Bu nitelemeler boşuna değil. Avrupalı çoğu aydın, gazeteci ve siyasetçinin kafasında, Türkiye’nin konumu belli:

- “Türkiye Avrupalı değil”

- “Türkiye, Ortadoğu’ya yakışır”

- “Türkiye Müslüman coğrafya için ideal örnek”

“Ilımlı İslam” denen garabet, yeni bir ucube yaratıyor. AKP, bunun taşeronu.

Neler oluyor?

AKP’nin hedefinin “Avrupa”, “demokrasi” ve “özgürlükler” olduğunu ısrarla savunanlar bir kez daha düşünmeli. Şapkasını da önüne koymalı.

Toplumsal yaşamın nasıl AKP ölçütlerine göre değiştirildiğini, “ılımlı İslam”ın nasıl geçer akçe haline getirildiğini; ilişkilerin, çıkarların ve kazançların merkezine din sömürüsünün ve takıyyenin nasıl yerleştirildiğini herkes görmeli.

Tarikat-cemaat bağlantılı kadrolaşmayla başta eğitim olmak üzere, tüm devlet kurumlarının ve medyanın hızla Arap modeline doğru itildiğini, yargının AKP yörüngesine sokulmak istendiğini kimse atlamasın.

***

Ve kimse şunu söylemesin:

- “AKP, AB hedefi doğrultusunda çalışan; demokrasiye bağlı bir partidir.”

***

Sakallı Celal’in çok tekrarlanan ama hep hatırlanması gereken bir sözü var:

- “Vapur Doğu’ya giderken, içindeki bazı enayiler Batı’ya koşar.”

Türkiye’nin 2008’deki durumu da aynen böyle. Pek çok insan hala aldanıyor. Türkiye’yi AB hedefine doğru ilerleyen, demokrasi ve özgürlüklerin egemen olduğu bir ülke şeklinde niteliyor.

Fakat Türkiye hızla Araplaşıyor. Doğusuyla batısıyla Arap kültürü Türkiye’de ağırlığını hissettiriyor.

Nazım’ın şiiri de şekil değişikliğine uğruyor: Araplaşmak istiyorum…

14 Mayıs 2008 Çarşamba

HEDEFLER…
ALİ BULUNMAZ

AKP’nin öznitelikleri ne?

- Takıyyeci, dinci, yandaş kayırıcısı, çoğunlukçu, demokrasiyi araç olarak gören, özgürlüklerden kendi yaşam tarzının egemen kılınışını anlayan…

Say say bitmez…

AKP sütre gerisinden, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu değerleriyle mücadeleye girişmiş durumda. Tam işi kılıfına uydurduğunu sanırken, yüzüne gözüne bulaştırdığı, açık verdiği zamanlar da oldu.

İşte türban düzenlemesi ve sonrasında yaşananlar…

İşte sivil darbe anayasası…

İşte parti kapatma sürecinde görüp işittiklerimiz…

Ve “yargı reformu” adı altında, AKP’ye “zorluk çıkaran” yüksek yargıyı siyasallaştırma çabası…

AKP’nin önde gelenlerine sorsanız, tüm bu mücadele alanları ve o minvalde gerçekleştirilenler daha “demokratik”, daha “istikrarlı” ve “özgürlüklerin” egemen olduğu bir Türkiye için yapılıyor…

Ama gelin görün ki kazın ayağı başka. İşin içinde kutlu hedefler var: “Ilımlı İslami” yönetim biçimi, AKP yandaşı kadroların tüm birimlerde etkin ve yetkin; hatta tek söz sahibi olması gibi…

***

AKP bu kutlu hedefleri gerçekleştirme uğruna siyaseti kendi çekip çevireceği bir biçime soktu.

Yargının siyasallaşması ve yandaşlarını, burada da egemen kılmak için düğmeye bastı.

Toplum dincilik, takıyyecilik ve sadakacılık yoluyla AKP’nin istediği şekilde hızla muhafazakârlaştırılıyor. Ekonomide ve medyada AKP’nin aslanları boy gösteriyor.

Bu ortamda, Türk insanının zihnine kazınmaya çalışılanlar da ilginç:

- “AKP yoksa ‘istikrar’ da yok”

- “AKP kapatılırsa 'demokratikleşme' sekteye uğrar”

- “AKP vazgeçilmezdir.”

***

Tüm bu algılamaları, Türk insanının zihnine AKP ile beraber kim yerleştirmeye çabalıyor?

AKP’nin iktidar ortağı AB ve onun komiserleri…

Bu komiserler ve onların iş gördüğü ekip, Türkiye’ye baktığında ne görüyor?

- “Türkiye, Avrupa için önemli bir köprüdür.”

Peki, bu temsilci veya komiserler, ortağı AKP’ye Türkiye’nin AB’ye girişiyle ilgili bir tarih veriyor mu? Hayır…

Ama on yıllardan bahsediyor, “reformlara ağırlık verin” talimatını eksik etmiyorlar. “Demokratik laikliği etkin kılın”, “yargı reformu yapın”, “iktidarımıza karşı gelişen toplumsal ve siyasal muhalefeti usulünce bertaraf edin” diyorlar…

Ama AB’ye giriş için tarih vermiyor, ucunu açık bırakıyorlar…

Beri yandan yargıdan siyasete, ekonomiden hak ve özgürlüklere kadar her konuda Türkiye’nin iç işlerine karışıyorlar.

Olli Rehn ne diyor?

- “Türkiye aday ülke olduğu için, AB çok fazla tarafsız kalamaz…”

***

AB taraftır, doğru. Fakat AKP taraftarıdır. AKP’nin de ne yapmaya çalıştığı da ortada.

Ne AB ne de AKP, Türkiye’de demokrasiden, hak ve özgürlüklerin genişlemesinden yanadır.

AKP, AB ölçütleri ve reformları maskelemesini kullanarak amacına ulaşmaktan; AB ise köprüden geçerken alabildiği kadarını almaktan yana.

Alacaklı ve vereceklinin en belirgin ortak hedefi ise belli: Dikensiz gül bahçesi…

Türkiye’de yaşanan, bunun sancısıdır…

12 Mayıs 2008 Pazartesi

AB TEMSİLCİLERİ İSPANYA’YA NE DİYECEK?
ALİ BULUNMAZ

İspanya’nın sosyalist Başbakanı Zapatero geçtiğimiz günlerde önemli bir açıklamada bulundu:

- “Tarihsel olarak güçlü bir konumda bulunan Katolik Kilisesi ile devlet arasındaki bağ gevşetilecek.”

Bu ne demek?

Kilisenin devlet üzerindeki ağırlığı azaltılıyor İspanya’da. Bir bakıma laikliğin güçlendirilmesi için çalışmalar hızlandırılıyor…

İspanya’da Katolik Kilisesi, yönetimde olduğu dönemde diktatör Franco’nun iktidarının önemli savunucu ve koruyucularından biriydi. Katolik Kilisesi o dönemde, toplumsal ve siyasal muhalefete karşı ağırlıklı bir propaganda yürütmüştü.

Yakın tarihte Zapatero seçime hazırlanırken bile, bu eski alışkanlığını taze tutan Kilise, ona karşı bir zemin oluşturmak isteyenlerin çekim merkeziydi. Dinden, ahlaktan ve koyu Katolik geleneklerden dem vurarak, Zapatero’nun iktidara gelişini engelleme çabası dikkat çekmişti.

***

AB’nin temsilcileri Türkiye ile ilgili hangi çözümlemelerde bulunuyor?

- “Türkiye’de ‘aşırı laikler’ ile ‘Müslüman demokratlar’ arasında gerilim artıyor”
- “Laiklik zorla dayatılamaz…”

AB’nin “Türkiye’yi seven” ve her ortamda “Türkiye’nin haklarını savunmayı kendine dert edinen” komiserleri, bir anlam ve kavram kargaşasına yol açıyor.

AKP, kendini ısrarla “muhafazakâr demokrat” diye tanımlarken AB, iktidar partisini “Müslüman demokrat” biçiminde etiketlendiriyor. Acaba neden?

Öte yandan AKP politikalarına karşı onurlu muhalefet yürüten, gerektiğinde şafak vakti gözaltına alınan, dövülen, üzerinde baskı kurulan ve AB temsilcilerinin sevdiği deyimle ötekileştirilen kesim ise “aşırı laik” biçiminde sınıflandırılıyor. Akıl alacak gibi değil…

***

Bu anlam ve kavram kargaşası içinde “AKP, laiklik ve demokrasinin savunucusu mu?” ve “bunları özümsemiş bir parti mi?” soruları kıyıya vuruyor…

AKP eğer demokratsa, neden kendisine yönelik eleştiri ve muhalefete tahammül edemiyor?

AKP, Avrupa ölçütleri ve özgürlüklerden söz açarken neden eleştirel tutumlar ve muhalefet üzerinde şiddete varan baskı kuruyor?

***

Bundan da önemlisi, AB’nin temsilcileri AKP’nin uygulamalarına destek çıkan açıklamalarıyla, Türkiye’deki kör topal gidişin sorumlularından biri haline geliyor.

Demokrasinin, laikliğin ve Türkiye’nin kurucu değerlerinin altını oyan AKP’ye kol kanat geren AB temsilcileri ne diyor?

- “Laiklik zorla dayatılamaz…”

Türkiye gibi din sömürgenlerinin bolca bulunduğu bir ülkede, laiklik olmadan demokrasi hayat bulabilir mi?

Kafa karıştırıcılar Türkiye’de kol geziyor, etmedik laf bırakmıyor…

Aynı AB temsilcileri İspanya’ya gidip, Zapatero’nun Kilise’yi devlet yönetimindeki ağırlığından uzaklaştıracak yeni tasarısı hakkında fikir beyan edecek mi?

Örneğin İspanya’da boy gösterip, Zapatero’ya “laikliği zorla dayatamazsın” diyecek mi?

9 Mayıs 2008 Cuma

BABALAR GİBİ…
ALİ BULUNMAZ

Putin, görevini Medvedev’e devretti. Bir anlamda, bundan böyle Rusya’da iki baş olacak.

Biri devlet başkanı Medvedev, diğeri başbakan Putin…

Ama Putin yine etkin isim olacak.

Putin görevi Medvedev’e bırakmadan önce, Rusya’nın geleceği için önemli bir karara imza attı. Putin’in imzasıyla, stratejik kaynak ve kurumlarda yabancıların söz hakkı olmayacak. Bunlar hangileri?

Doğalgaz kaynakları…

Telekomünikasyon…

Havacılık, uzay ve savunma sektörü…

Düşünelim. Putin bunu neden yapmış olabilir?

***

Putin, göreve başladığından beri “büyük Rusya” söylemini dilinden düşürmedi. Bu yolda gerekli ne varsa bir bir hayata geçirdi.

Özelleştirilmiş devlet kuruluşlarını tekrar devletleştirdi. Gücünün doruğundaki mafyanın belini büktü.

Ülkedeki doğalgaz ve petrol kartellerinin yolsuzluklarının üzerine giderek, bunların başındaki karanlık isimleri bulunduğu noktadan uzaklaştırdı.

Yine doğalgaz konusunda hem Orta Asya cumhuriyetleri hem de Avrupa ülkeleri ile anlaşmalar imzalayıp Rusya’nın elini kuvvetlendirdi.

***

Putin bunları gerçekleştirirken, Rusya ekonomisi yükselişe geçti ve doğal kaynaklar, aynı zamanda siyasi bir koz olarak kullanılmaya başladı. Rusya, Avrupa ve dünyada söz sahibi bir ülkeye dönüştü.

Putin’in en son adımı, stratejik kurum-kuruluş ve kaynaklara yabancıların el atmasını yasaklıyor.

Bir başka deyişle Rusya’yı Rusya yapan ne varsa, yine Rusya’nın elinde kalıyor. Bu, dünyaya yabancı olmak veya kapanmak değil; tam tersine varolabilmenin ve güçlü kalabilmenin temel koşulu.

Sürüklenişe kapılıp küçülmek değil, söz sahibi olmak adına atılmış bir adım Putin’inki.

Ülkesinin kaynaklarını, stratejik kurum ve kuruluşlarını “babalar gibi” satanların bulunduğu bir ortamda Putin, kendi ülkesinde buralara yabancıların girişini aynı şekilde; babalar gibi yasaklıyor.

Devlet adamlığı hangisi acaba?

Hangisi ülkesini geleceğe hazırlayan, öngörü sahibi yönetici tipini çağrıştırıyor?

7 Mayıs 2008 Çarşamba

TÜRKİYE LİNÇ EDİLİRKEN…
ALİ BULUNMAZ

6 Mayıs 1972…

Türkiye’nin üç gerçek devrimcisi, cunta talimatı ve hukuksuzluğun eliyle idama yollandı.

Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan…

Deniz Gezmiş ve arkadaşlarını savunan Avukat Halit Çelenk, Cumhuriyet’teki söyleşisinde ne diyor:

- “Olağanüstü dönemlerin en önemli özelliği hukuksuzluktur…”

***

Türkiye’de hukuk tanımazlıktan doğan bir olağanüstü dönem yaşanmakta. Yargı, idesi adalet olan hukukun gereğini yaparken, bundan rahatsızlık duyan iktidar ve yandaşları ne buyuruyor?

- “Bu bir ‘yargı darbesi’dir…”

“Yargı darbesi” nitelemesine sarılanlar, 2002’den bu yana adım adım gerçekleştirilen sivil darbenin Türkiye’nin üstüne gulyabani gibi çökmesine elbette ses çıkarmıyor.

Bugünün sivil darbe ortamı, tam bağımlılığı ve tarikat-siyaset-ticaret rabıtasını içeriyor.

***

Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan idam sehpasında ne demişti?

- “Tam bağımsız Türkiye…”

Kim söylüyor bunu?

Samsun-Ankara arasında bağımsızlık yürüyüşüne önderlik etmiş Deniz Gezmiş ve arkadaşları…

***

Bugün Türk insanının kulağına hangi kar suyu kaçırılmaya çalışılıyor?

- Bağımsızlık, ulus olmak ve laiklik “modası geçmiş kavramlardır.”

- İşçi ve emekçi; yoksul ve işsizi savunmak, günümüzün değerlerine; piyasa ekonomisine, borsa işgüzarlığına ve küreselleşme söylemine aykırıdır…

Geçerli olan ne?

Zenginin daha da zenginleşmesi, IMF, Dünya Bankası ve çokuluslu şirketler ile para sihirbazı spekülatörlere tam bağımlılık…

Tüm bunları taçlandıran da, ABD’nin kotarmaya çabaladığı “ılımlı İslam”ın pompalayıcısı tarikatçı-cemaatçi medyaya, siyasi iktidar ve ekonomi lordlarına biat…

Bir de AB temsilcisi sıfatıyla Türkiye’ye “demokrasi”, “hukuk” ve “özgürlük” dersi vermeye kalkan, kendisini müstemleke valisi olarak görenlere itaat…

Sonuç: Geleceği yağmalanan; işçisi, emekçisi, öğrencisi ve yoksuluyla linç edilip, yolsuzluk ve vurgunla yürütülen bir gemiye dönüştürülen Türkiye…

İdam sehpasında ne demişti Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan?

- “Tam bağımsız Türkiye.”

Şimdi karşımızda ne var?

Tam anlamıyla linç edilmeye ve bağımlı hale getirilmeye çalışılan bir Türkiye…

5 Mayıs 2008 Pazartesi

GÜNAYDIN!...
ALİ BULUNMAZ

Türk Tabipler Birliği Başkanı Gençay Gürsoy’un sabah saat 5’te, tıpkı İlhan Selçuk gibi gözaltına alınması ne düşündürmeli bize?

Türkiye, AKP tarafından gözaltına alınıyor, dövülüyor, gaza boğuluyor…

Baskı ve tehdit günden güne artıyor…

Türkiye’de son dönemde yaşananlar bir tesadüf mü? Ya 1 Mayıs’ta işçi, emekçi ve halka yaşatılanlar? Bunu “devlet görevini yaptı” şeklinde açıklamak mümkün mü?

***

Tayyip Erdoğan “ben de işçiydim” diyerek, 1 Mayıs’ta İstanbul sokaklarında olup bitenleri örtbas edebilir mi?

Sorular uzayıp gidiyor…

Bugün gelip dayandığımız dinci diktatörlük ortamında, 1 Mayıs’ta yaşananların sorumluluğunu işçi ve emekçiler ile onların temsilcilerine yükleyenler var…

Bir de orantılı şekilde hükümeti “eleştirenler.” Daha doğrusu eleştirir gibi yapanlar…

Kim mi onlar? Elbette AKP’ci “liberal” ve “aydın”, “gazeteci” ve yazarlar…

AKP’nin, “laik seçkinlerin” iktidarına ve zorla iktidar olma oyununa çomak sokan “yenilikçi” ve “özgürlükten yana” bir parti olduğu peşreviyle “eleştirilerine” başlıyor bu zevat…

Sonra “ayaklar” nitelemesi ile 1 Mayıs’ta işçi ve emekçilere, gaz ve copla saldırılmasının, AKP’nin “özgürlükten yana” ve “demokrat” tavrına gölge düşürdüğünü ifade ediyorlar.

Hatta bazıları, AKP’nin takıyyesini kabulleniyor, ama bunun dinciliği örtmek; şeriatçılığı gizlemek için değil, “gizli 12 Eylülcülüğünü saklamak” adına yaptığını savunuyor…

***

AKP’ci “liberal” yazar ve “aydınlar”, Türkiye’yi yönetmiş olan ve “ayrıcalığa sahip olduğunu düşünen seçkinlerin”, AKP’nin iktidara gelmesiyle “demokrasi dışı hamleler yaptığı” tezini ortaya atıp, konuyu şöyle bağlıyor:

- “AKP de 1 Mayıs’ta, Taksim Meydanı’nda kutla yapmak isteyenlere benzer yöntemlerle karşılık verdi…”

***

Kimi AKP’ci “liberal” yazar ve “aydınlar”, 1 Mayıs’ta işçi ve emekçilere karşı “orantılı güç kullanımının”, AKP’nin gerçek yüzünü gösterdiğini belirtiyor…

Bununla kalmayıp, “millet iradesini” öne süren iktidar partisinin, kendi sermayesini kurmaya hız vermesinden hareketle “bir sermaye partisine dönüşmeye başladığından” dem vuruyor…

Aynı “liberal aydın” ve yazarlara göre AKP, işçi ve emekçilerin hak taleplerine hiç hoşgörüyle bakmamasını; bir anlamda “ayakların baş olmaya yeltenmesi” karşısındaki sert tavrını eleştiriyor!...

Acaba bu eleştirilerinde içtenlik var mı?

Burada karşımıza büyük bir kara delik çıkıyor. Engin bir kuşku denizi kabarıyor…

Yıllardır yurtsever aydınların, bağımlı medya karşısında özgür basının gerçekleri ortaya koyan duruşunun haklılığı gün yüzüne çıkıyor…

Biraz olsun (her ne kadar bunu istemeseler de), AKP’nin gerçek yüzünü görmeye başlayanlara ağız dolusu bir günaydın demek gerekiyor…

2 Mayıs 2008 Cuma

SIKIYÖNETİM…
ALİ BULUNMAZ

1 Mayıs nasıl geçti?

Bu sorunun yanıtını verebilmek için, “1 Mayıs nasıl başladı?” diye sormak gerek… DİSK merkezine sabahın ilk saatlerinde gaz bombaları ve tazyikli su ile saldırmanın anlamı nedir?

Bunun tek bir cevabı var: Faşizm…

AKP hükümeti, gerek siyasal gerekse toplumsal muhalefeti etrafında istemiyor.

Sosyal “Güvenlik” Yasası’yla ilgili olarak işçi ve emekçilerin 1 Mayıs’ta Taksim Meydanı’nda karşı görüş bildirmesine ve 1977’nin, geniş katılımlı bir törenle yine aynı alanda anılmasını kabullenemiyor…

Varsa yoksa kuşatma, baskı ve şiddet; işçi ve emekçiye, onların bağlı bulunduğu sendika ve örgütlere tehdit, gözdağı ve ima…

***

Taksim Meydanı’nın sessiz ve sakin hali, ama öte taraftan İstanbul’un neredeyse her yanının güvenlik güçlerince ablukaya alınışı…

Bu manzaraya bakınca insanın aklına bir soru geliyor:

AKP’nin demokrasi ve özgürlük anlayışı ne?

AKP yandaş demokrasisi ve biat “özgürlüğünden” yana. AKP’ye taraf olmayan bertaraf olur! İktidar partisi için “özgürlük” ve "demokrasi" bununla sınırlı…

Yanıtını bekleyen, aslında bu çok da açık olan bir soru daha var: İşine geldiği zaman AB ölçütlerini öne sürer, işine gelmediğinde bu kriterleri ezip geçerken AKP, takıyyesini beyan etmiş olmuyor mu?

***

1 Mayıs’ta İstanbul, sıkıyönetim ve darbe dönemlerini aşan biçimde kuşatma altındaydı. Amaç, “ayakları” “başların” baskısıyla Taksim’e çıkarmamaktı.

“Orantılı” güç kullanılarak, hatta gerektiğinde hastanelerin ilkyardım servisleri ve kimi parti binalarına gaz bombası atılarak, işçi ve emekçiler de gaza boğularak amaç gerçekleştirildi…

Bu bir provokasyon değil miydi?

***

İstanbul’da 1 Mayıs’ta yaşananların sorumluluğunun işçi ve emekçilere yüklenemeyeceği; sorumluların AKP ve İstanbul Valisi olduğu açıkça ortaya çıktı…

Her ne kadar AKP’ci medya yaşanacak ve yaşananların sorumlusu olarak işçi ve emekçileri gösterse de, gerçek farklı. İşçi ve emekçi örgütlerinin Taksim Meydanı ısrarı, İstanbul’daki asıl provokatörlerin kim olduğunu açıkça gösterdi.

Beri yandan işçi ve emekçiler, 1 Mayıs’ta faşizm, şiddet ve baskının aktörleri ve onların yarattığı sıkıyönetim ortamıyla bir kez daha yüzleşti. AKP’nin mevcut “demokrasi” anlayışı ve “özgürlük” yaklaşımı sürdükçe daha çok yüzleşecek…

Her fırsatta Türkiye’yi AB’ye şikâyet eden, “AKP’nin demokrasi ve özgürlüklerin güvencesi olduğunu” söyleyen ikinci cumhuriyetçi, “liberal” ve AKP’ci yazar ve “aydınlar”, 1 Mayıs’ta yaşananlardan sonra hangi sözcükleri kuşanacak, o da ayrı bir merak konusu…