30 Kasım 2007 Cuma

ÜÇ OLAY BİR SONUÇ
ALİ BULUNMAZ

Son günlerde yaşanan üç olay, mikrofaşizmin makrolaşma sürecinin ne denli hızlandığını gösterdi.

Bunlardan birincisi, THY’nin Said-i Nursi konferansına sponsor oluşuydu. Cumhuriyet değerlerine, laiklik anlayışına ve çağdaşlığa açıkça saldıran Nursi’nin adına düzenlenen konferansa, uçaklarının indiği apronlarda deve kesilen ve namazlar kılınan THY’nin spor olması şaşırtıcı bulunabilir mi?

İkinci olay, AKP’li Zafer Üskül’ün başkanlığındaki komisyonun türban takıp namaz kılmaları için zorlanan üç Alevi kız öğrencinin şikâyetlerini dinlemek üzere gittikleri Amasya’dan. Komisyon, ayrı odalarda sorguladıkları (Üskül’ün ifadesiyle “iddiaları araştırdıkları”) kız öğrencilerin söylediklerini bir raporla değerlendirdi. Buna göre “ortamın son derece sakin olduğu”, okuldaki baskının “kurumsal değil, arkadaş baskısı” biçiminde adlandırılabileceği belirtildi. Kız öğrencilerin okuldan ayrılmalarıyla sonuçlanan “arkadaş baskısının” konu edildiği raporda, medyanın tavrı da “kışkırtıcı” bulundu.

Üçüncü olay ise Isparta’dan. Beden Eğitimi öğretmeni H.İbrahim Özçimen, 13 mayıs 2007’deki İzmir Gündoğdu Cumhuriyet Mitingi’ne katıldığı ve mitingden aldığı; önünde Atatürk portesi, arkasında ise “Cumhuriyete sahip çık” yazılı tişörtleri 19 mayıs törenlerinde öğrencilerine giydirdiği gerekçesiyle cezalandırıldı.

Bu üç olayın ortak sonucu ne?

Aslında her şey ortada. 22 Temmuz’dan güç alan AKP kadroları artık, “değişmeyen” gerçek yüzlerini iyiden iyiye göstermeye başladı. Bunu, henüz görmeyen ve görmek istemeyen; kategorize edilmiş ve başbakan tarafından şişkin notlar verilmiş “yazar” ve “gazetecilere” duyurulur.

Dinci oligarşi ya da dinci faşizm enikonu kılıçlarını kınından çıkarıyor. Farkında mıyız?

Yandaş demokrasisi Türkiye’yi kuşatıyor, görüyor muyuz?..

28 Kasım 2007 Çarşamba

“HAMDOLSUN”!
ALİ BULUNMAZ

Havai fişeklerimizi hazırlayalım. Suudi Kralı insafa gelmiş, Avrupa’da yaşayan Türk vatandaşlarının hac kotası 8 binden 16 bine çıkarılmış. “Hamdolsun”, bu sorun da böyle aşılmış. Avrupa’da geçmişte binlerce mark ve doları tokatlanan, holding, dinci kurum ve kuruluşlarca kuşa çevrilen; din bezirgânları ve baronlarının sillesini yiyen vatandaşlarımız için, sevindirici bir haber bu.

Böyle olacağı, Suudi Kralı’nın Abdullah Gül ve Tayyip Erdoğan ile yakın ve sıcak ilişkisinden belliydi. Protokolün darmadağın edildiği, kralın ayağına (iki kez) gidildiği, 10 Kasım’da kral hazretlerinin bir dediğinin iki edilmediği ziyaretin sonunda, bu jest bekleniyordu. Üstelik Ali Babacan’ın Irak temasları ile ilgili olarak çıktığı Arap ülkeleri turnesinde, Suudi Arabistan’a uğrayıp bu konuda tekrar “ısrarcı” olması da işe yaramış gözüküyor.

***

Bununla birlikte Suudi Arabistan’ın Ankara Büyükelçisi Muhammed al-Hussaini, kralının Türkiye gezisi ile ilgili açıklamalarda bulunarak (Milliyet, 26.11.2007) kimi “karanlık” noktaları aydınlattı.

Hussaini öncelikle, 10 Kasım gününün kralının “Almanya seyahati nedeniyle seçildiğini, Türk hükümetinin de buna kesinlikle karşı çıkmadığını” belirtiyor. “Yurtta barış, dünyada barış ilkesine bağlı olduğunu” savunduğu Suudi Arabistan’ın, “bütçesinin yüzde 4’ünü başka ülkelere yardım için ayırdığını” ifade ediyor. Burada elbette, Suudi hanedanının terör örgütleri ve bunların elemanlarının eğitildiği kurumlara yardımını dillendirmek, tüm “iyi niyeti” suiistimal etmekten başka bir şey değil.

Hussaini, kralının Ankara’daki temaslarında harcadığı paradan “memnun olduğunu” (“Ankara’nın da memnun olması gerektiğini”) ve “kente hareket geldiğini” ekliyor. Kralın kaldığı otelde kimi fiziki değişiklikler yapmasını (otelin barının alçılarla kapattırılmasını) da, “onun gücünden ve oranın birkaç günlük sahibi olmasından” kaynaklanan “doğal” bir durum olduğunu söylüyor.

Kral, İngiltere gezisinde bunların hangisini yapabildi acaba? Ya da Almanya seyahatinde?

Ama önemli değil; Kral’ın Ankara’da yaptıkları ve büyükelçisinin bu açıklamalarının sineye çekilmesi gerek.

Çünkü Türkiye “hamdolsun”, Suudi Kralı’ndan da “istediğini” aldı. Hem de söke söke. Gerisi, paranoyakça ve insafsızca laf-ü güzaf…

26 Kasım 2007 Pazartesi

GENİŞLEYEN VE DARALAN ÇEMBERLER
ALİ BULUNMAZ

Herbert Marcuse, 1940’larda “sanatla uğraşanlar dünyayı değiştiremez ama dünyayı değiştirecek güçte kişilerin düşüncelerini etkileyebilir” demişti.

Sanat, baskının boyunduruğuna girdiğinde mi yoksa başkaldırdığında mı sanattır? Bir başka deyişle, iktidarın hizmetkârı ve sözcüsü olan / bu kimliğe büründürülmeye çalışılan sanat ile onun herhangi bir dalı, kendi olarak kalabilir mi?

Sanatın, tüm dallarıyla “hayır” diyen, yeni bir dünya kurgulanışına ön ayak olan, eleştirel ve kalıpları kıyasıya kıran bir niteliğe bürünmesi gerekir. Aynı şekilde onlarla kendini ve sözü geçen “hayır”ı ifade eden kişiler de, bir özne olarak, baskının eziciliğine direnmesi zorunludur. Aksi halde, hangi sanat dalıyla uğraşılırsa uğraşılsın, sanatı sanat yapan yaratıcılıktan uzak kalacaktır.

***

Bir resim sergisi düşünün; tablolar nü eserlerden oluşuyor ve galeri, bunların ancak “nü halinden sıyrıldığı takdirde” sanatseverlerle buluşacağını bildiriyor. Ressam / “sanatçı” da, eserlerdeki sakıncalı yerleri “estetik bir çabanın ürünü olan tülbentlerle” örterek sergiliyor. Bunun anlamı, “ne yapalım böyle istendi, ben de uydum”dan başka bir şey değil. Bir diğer ifadeyle, sanatı / resim sanatını, baskıya göre “yeniden düzenlemek” bu.

***

İnsan bedeninin resimlerde ve öteki sanat dallarında açık seçik sergilenişinin miladı Rönesans’tır. Ortaçağ’da aşağılanan / Tanrı’ya göre konumlanan insan ve bedeni Rönesans’ta, Eski Yunan değerlerinin yeniden keşfiyle, daha güçlü biçimde sanatın her dalında konu olarak seçilmiştir. Bu, Ortaçağ’ın otoritelerine bir başkaldırıdır.

***

21. yüzyılda, Türkiye’de bir resim sergisindeki “sakıncalı” tablolar, üstelik yaratıcısı tarafından sansürlenip, baskıya mahkûm edilerek sanatseverlerin beğenisine sunuluyor.

Baskının çemberi genişlerken, sanatın özgürce kendini ortaya koyuşununki daraltılıyor. Şahin Filiz’in ifade ettiği “mikrofaşizm” etki alanını, makro düzeye çıkarıyor bir anlamda…

23 Kasım 2007 Cuma

BAKMAK VE GÖRMEK
ALİ BULUNMAZ

Bugün iktidarda dinci bir oluşum var mıdır yok mudur? Kilit nokta ve görevlere gerekli liyakate sahip kişiler yerine, yandaşlar ile tarikat-cemaat üyeleri getirilmekte midir? AKP, Türkiye’yi "benden olanlar-olmayanlar" biçimindeki ayrımla yönetmekte midir?

Hazırlanan yeni anayasaya iliştirilmeye çabalanan “türban özgürlüğü” marifetiyle, ülke nereye vardırılmaya çalışılmaktadır?

Konya Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nden Doç.Dr. Şahin Filiz’in belirlemeleri bu anlamda çok önemli. Filiz’e göre “türban, dinin siyasallaştırılması için bir araçtır; bu birinci aşamanın ardından ikinci aşamaya geçilmiş ve siyaset dinselleştirilmeye başlamıştır.”

Geçtiğimiz aylarda tartışmaların merkezinde yer alan “mahalle baskısı” kavramlaştırmasının bu noktada “hafif kalacağını” belirten Filiz, “mikrofaşizm”in gözden kaçırılmaması gerektiğini ifade ediyor:

“İçte şeriat, dışta teslimiyet, vakıf yurtları, abi-abla örgütlenmesi, apartman-mahalle temsilcileri. Bu örgütlenmeyle uygulanan politika, kendinden olmayanı ‘ötekileştirme’ politikasıdır, bunun tam adı mikrofaşizmdir ve simgesi de türbandır.”

Şimdilerde imamlar hastanelerde çalışmak için başvuruda bulunuyor. Hemen her alanda imamlar köşe başlarını tutmuş durumda. AKP yandaşı tarikat-cemaat üyeleri her yerde. Ama bunu görmek gerek. Görmek için de bakmak.

***

Barolar Birliği Başkanı Özdemir Özok ne dedi?:

“22 Temmuz seçimlerinin ardından AKP’nin yeniden iktidar olması, Türkiye için bir şanstır. AKP, içimizden çıktı, demokratik teamüllerle çıktıysa, bu büyük şanstır. Yıllardır bizimle aynı görüşü paylaşan insanlar AKP’ye girdi, ne diyeceğiz bu insanlara?” (Akşam, 20.11.2007).

Özdemir Özok’un AKP ile ilgili yakın geçmişte söylediklerinin tam tersini dillendirmesi ne anlama geliyor? Ya Hâkimler ve Savcılar Yasası’nda “çağdaş yaşam anlayışı” ilkesinin dışta bırakılmaya çalışılması, Özok için ne ifade ediyor?

Bakmak ve olanın ötesini görmek önemli. Ama bazen, olanı görmek / görmek istemek bile imkânsızlaşıyor anlaşılan.

Şahin Filiz’in betimlediği “mikrofaşizm” ortada tüm çıplaklığıyla duruyor oysa…

21 Kasım 2007 Çarşamba

AKIL KORKUSU… (*)
ALİ BULUNMAZ

İnsan, aklından korkar mı? Neden olmasın. Akıl, ilerleme ve erginleşmenin lokomotifi; insanı insan yapan aklı akıl yapan da soru ve sorgulama değil mi? Bu bile, korkunun fitilini ateşlemeye yetebiliyor.

İnsanın kendini keşfetmesi uzun sürdü. Aklını kullanışı ve onun gereğini yerine getirişi ise sancılarla doludur. Bu yolda pek çok kayıp da verilmiş; söylenene inanmayan, söyleyene de kanmayan bir dolu insan katledilmiş ya da yaşarken ölmüş ve sürgünlüğü tatmıştır. Mağara adamları, kovuklarındaki “huzur” ve “istikrar” bozulmasın diye, olmadık işkenceler reva görmüştür onlara. Bunlar hep aklın “suçudur”, sorgulayan bilincin bir “araz” olarak algılanışının ürünüdür.

Sormak bulmanın; bulmak istemenin ve anlamanın ilk adımıdır. Bugün, insanı özneye dönüştüren aklın yerini, onun nesne haline gelmesini sağlayan “uyum” ve sorunun yerini de bilmezden gelmenin ve gerçekten bilmemenin eşlik ettiği sakatlanmış “yorumlar” almadı mı? Bu, bir “kurtuluş” aynı zamanda. Kimseyi rahatsız etmemek demek bir anlamda. İstenenin ta kendisi başka bir deyişle. Ürkütmemek, günümüzün en önde gelen “erdemi.” Bu “tavır”, yeni mağaralar bulma ya da oluşturmanın ve yeni mağara arkadaşları edinerek güçten yararlanmanın temel koşulu. Soru yok, kızdırmak ve ürkütmek ise sakıncalı. Tatlı sularda yüzmenin adı da “yaşamak” şimdilerde. “Üzerinde düşünülmeyen hayat, yaşanmaya değmez” diyen Sokrates’in kemiklerini sızlatan da bu değil mi? İnsanın aklıyla konuştuğu günler de geride kalıyor sanki. Bugünün belirleyicileri yoz bir gösteriş ve alabildiğine görgüsüzlük. Bunları karşımıza koyup düşünmek, sorgulamak ve “kendimizi bilmek” ise, oradan hızla kaçıp gitmeyi gerektiriyor. Zarafetimizi kaybediyoruz kısacası.

Her şeyin tersine çevrildiği bir dönemde yaşıyoruz. İnsan olmanın gereği, bilinci harekete geçirmektir ama şimdi kendimizi tanıyamayacak duruma geldik. Bir zamanlar sormayana kuşkuyla bakılıyordu, artık soruşturana deli gömlekleri giydirilip, yaftalar yapıştırılıyor; bilmek ve bildirmek isteyen aşağılanıyor. Başkaldırmanın bir değeri vardı, günümüzde ise bir an bile düşünmeden, yaka yıka “başkalaşmak” ve “değişmek”; unutmak ve mağaralara sığınmak, aranılan bir özellik haline geldi. Bu, akıl korkusunun egemenliğinden başka bir şey değil.

Buna bir de modernleşmesi sürekli örselenmeye çalışılan, “ılımlılık” masalı ile avutulup kuşatılan ve tüm yaşamı alaturkalaştırılan bireylerden oluşan yapısıyla bir toplum eklemlenince, korktuğumuz aklımızı yitirmeye ne kadar yaklaştığımız daha da rahat kavranabilir…

(*) Cumhuriyet, 04.11.2007

19 Kasım 2007 Pazartesi

“ZAFERLER” VE “YENİLGİLER” (*)
ALİ BULUNMAZ

Aydın zor zamanların insanı değil midir? Onun sorumlulukları, sorgu ve soruları; kendisine verilen aydın payesinin bir ağırlığı yok mudur? O ağırlık, doğruyu söylemeyi, yeri geldiğinde kendini bile eleştirmeyi zorunlu kılmaz mı? Kendi olmayı ve nereden nereye geldiğini bilmeyi? Ayaklarının, öncelikle kendisini insanına ve dünyaya açan topraklara basması; olayları yorumlar, gerçekleri görürken / görmesi beklenirken, tüm yapıp etmeleri ve söylemlerinin tekrar tekrar üstünden geçmesi gerekmez mi aydının?

Demokrasi, özgürlük; hak hukuk derken, aynı zamanda onuru da içselleştirip dillendirmesi gerekmez mi? Onuru, yaşamının tam orta yerine yerleştirmesi? Ama hayır, sorumluluk, bilinç ve onur; bunların hiçbir önemi yok bugün. Şimdilerde “yenilgiler” ve “zaferler” var.

Kimimiz “yenildiğini” düşünüyor; “ötekileştiriliyoruz” diyor, “kenara itiliyoruz.” Hayır. Bugün değersizleştirilmeye ve içi boşaltılmaya çalışılan bir onur var elde. Yenilgi değil bu. Gerçek aydının “hayır”ına karşılık, sahtelerinin “evet”leri ve yüzlerinde, “zafer” kazanmış bir edayla kocaman bir gülümseme var. Koşulsuz, sorgusuz ve alay edercesine. Fakat onların, onuru ve yılların kazanımlarını elinin tersiyle itme gibi bir aymazlığı evetlemesi mümkün müdür? “Her şeyi istediğimiz gibi yaparız” türünden bir baskı kurma eğilimi ve gücün boyunduruğundaki cemaatleşme, bir zafer midir? Elbette değildir. Bu, olsa olsa yanılgıdır, aklı ateşe atmaktır; bilinç çekilmesidir. Her şeyden önemlisi onuru ötelemektir.

Bir yenilgi yoktur ortada, zafer de. Olup biteni tüm çıplaklığıyla görenler ve duyanlara; bu yüzden endişelenenlere, güce ilişen ve “alışırsınız, her şeye alışırsınız” diyen nobranların “korku yaratıyorsunuz, işleri yokuşa sürüyorsunuz” biçimindeki saldırıları sürmektedir. Nur topunun ışığıyla yüzü gözü “aydınlanmıştır” bunları dillendirenlerin; “zafer” kazandıklarını sanmış, yengilerini ilan etmişlerdir.

Her yere eni konu kendilerini kopyalayanlar. Hayır yerine evet demeyi seçenler. Bindikleri balonlarla yüksekten ve kıtalararası yolculuklara uzananlar. Gerçek aydınları, “sahte” gibi göstermeye çalışan ve susturmaya çabalayanlar… Gerçekte korkanlar onlar. O nedenle kendileri gibi olmayanı yanlarına yaklaştırmıyorlar.

Özgürlük ve demokrasiyi de, iktidarlarını sağlam kılmak için, onuru çeperde bırakarak kendilerince yorumlamaları da bu yüzden. Cemaatlerinde mutlu ve varsıl yaşıyorlar. Fakat bir “zafer” mi bu? Baskı, zafer midir?

Gerçek zaferler onurla kazanılır; onun olmadığı “utku” geleceğin yenilgileri değil midir aslında? Tarih, bunun örneklerinin yazılı olduğu büyük bir kitaptır. Okumak isteyene kendisini açar…

(*) Cumhuriyet, 09.10.2007

16 Kasım 2007 Cuma

İNTERNETTE SANSÜR DÖNEMİ Mİ?
ALİ BULUNMAZ

Şubat 2007’de İngiltere’de bir tartışma, kamuoyunu epey meşgul etmişti. Bu tartışmanın merkezinde, “popüler kültür gençleri nasıl etkiliyor?” ve "teknoloji, internet kullanımı veya genel olarak popüler kültür, gençleri şiddet ve suça teşvik eder mi?” soruları bulunuyordu.

17-18 Şubat 2007’de Independent on Sunday’de yayımlanan haber ve makalelerde, bu konu ve sorular derinlemesine irdelenmişti. Varılan ortak nokta ise şuydu:

"Muhafazakârlar, kendi beğenmediklerini suçlayarak gençleri şiddete yönelttiğini belirtir. Bu tür toplumlar, başta sansür olmak üzere, bireyleri engeller. Sansür engel ya da önlem de değildir; aksine yeni teknolojilerle, sansürlenen görüntüler, daha etkili biçimde yayılabilir.”

Bu bağlamda, İngiltere’de internete sansür getirilmesine dönük görüşler, eleştirilmiş ve bunu uygulayan zihniyete yaklaşılmaması gerektiği ifade edilmişti.

Tartışmada sözü geçen ülkeler sıralanırken Çin, Vietnam, İran, Özbekistan, Suudi Arabistan, Suriye ve Maldiv Adaları öne çıkmıştı. Örneğin Çin’de, Tiananmen Olayları, dini ve siyasi grup ile ilgili siteler internet sansürünün taşıyıcısı durumunda. İran’da yine siyasi siteler gerekçe gösterilerek internete ağır bir sansür uygulanıyor. Suudi Arabistan’da da, porno ve siyasi siteler nedeniyle internete sansür uygulanmakla kalmıyor, aynı zamanda kullanıcılardan, özellikle porno siteler başta olmak üzere “sakıncalı” siteleri ihbar etmeleri yönünde form doldurmaları isteniyor. Aksi takdirde erişim imkânı verilmiyor. Suudi Arabistan, 2004’ten bu yana en katı sansür uygulayan ülkeler sıralamasında birinci sırada yer alıyor.

İnternette sansüre başvuran ülkelerin ortak özelliği, demokrasinin sekteye uğraması veya hiç bulunmaması.

***

Türkiye ise, “internette sansür” kuşkusu doğuracak kimi gelişmelerle karşı karşıya. 23 Mayıs 2007’de kabul edilen “5651 Sayılı İnternet Ortamında Yapılan Yayınların Düzenlenmesi ve Bu Yayınlar Yoluyla İşlenen Suçlarla Mücadele Edilmesi Hakkında Kanun” eliyle, çeşitli kısıtlamalar getirilmesi düşünülüyor.

Bu kısıtlamalara konu olan başlıca suçlar ise “internet ortamında Atatürk aleyhine işlenen suçlar, intihara yönlendirme, çocukların cinsel istismarı, uyuşturucu madde kullanımını kolaylaştırma, müstehcenlik, kumar oynanmasına imkân sağlama” şeklinde sıralanıyor.

Telekomünikasyon İletişim Başkanlığı (TİB), sözü geçen suç unsurlarının takibi, bunlara yönelik yaptırımların merkezi haline gelecek. Telekomünikasyon İletişim Başkanı Fethi Şimşek’in, “23 Kasım’dan itibaren ihbar merkezinin kurulacağını” belirtmesi, internetin RTÜK’ünün doğuşunun habercisi gibi.

Şimşek, “sansür mü geliyor?” sorusuna, “kanunun verdiği yetkiyi sık kullanmak istemediğini; yetkiyi, ortada gerçekten yakıcı bir sorun / suç varsa kullanırım” yanıtını vermişti. Bu da kimi kuşkuları perçinlemişti.

Suç oluşturacak unsurların (örneğin müstehcenlik, fuhuş, çocuk istismarı..) sınırları, kapsamı ve ayrıntıları belirgin değil. Dolayısıyla muğlâklık, bir sorun olarak karşımızda duruyor.

Bu bağlamda TİB, yetki ve sorumluluğu nerede başlayıp nerede bitecek? Daha da önemlisi TİB, yürütmenin etkisi altına girerek, kurumun içinde yer alacak kişilerin kültür anlayışına ve dünyaya bakışına göre uygulamada bulunma tehlikesi ile karşı karşıya değil mi? Bir başka deyişle, internet ortamında keyfiyete dayalı sansür dönemi mi başlıyor?

Son dönemde, yazılı ve görsel basında sıkça karşılaştığımız; gerekçesi, kapsam ve içeriği belirsizliklerle dolu sansür uygulamalarının bir benzeri, sanal ortamda da gündeme gelecek gibi gözüküyor.

AKP’nin girişimleri, gidişin böyle olduğunu gösteriyor.

14 Kasım 2007 Çarşamba

ELDE NE VAR?
ALİ BULUNMAZ

Bush-Erdoğan görüşmesinin üzerinden on gün geçti. PKK’ye karşı “işbirliği” gündemiyle gerçekleşen toplantı sonrasında elde ne var?

ABD’nin Kuzey Irak konusunda Türkiye ile “stratejik ortaklık” kurması mümkün mü? PKK ile aynı kamplarda konumlanan ve aynı kaynaklardan beslenen, örgütün İran kolu PJAK’ı ABD, İran yönetimini zayıflatmak için kolluyor.

Bunun yanında Kuzey Irak, ABD için yeni üsler kurulmasına dönük görece sakin ve Ortadoğu’daki hâkimiyeti ile kalıcılığını güçlendirecek bir bölge. Dolayısıyla bu iki unsur bile, ABD’nin PKK konusunda Türkiye ile ne kadar “işbirliğine” girişeceğini gösteriyor.

5 Kasım’da gerçekleşen Bush-Erdoğan görüşmesinden çıkan “sonuçlar” ise tatmin edici değil. ABD’nin önerdiği istihbarat verilmesi, casus uçakları ile bilgi edinilmesi, “beklenenin” (?) uzağında. Özellikle ikinci seçenek de, kimi şüpheleri içinde barındırıyor.

Birincisi, casus uçaklarının Güneydoğu Anadolu bölgesi ile ilgili bilgi toplamayacağına dair güvence var mı? Söz konusu uçaklar, İran’a yönelik faaliyette bulunacak mı?

Bush-Erdoğan görüşmesine ilişkin sorular havada uçuşuyor. Bugüne dek Türkiye’ye terör konusunda herhangi bir yardımda bulunmayan ABD, neden şimdi “istihbarat” kartını ortaya attı?

Görüşmede “bilinen” gündemin dışında neler konuşuldu? İran’a yönelik yaptırım pazarlığı gündeme geldi mi? Bir başka deyişle, PKK konusunda “işbirliği” ve “destek” öneren ABD, aynı işbirliğini İran’a karşı da talep etti mi? Bunları bilemiyoruz. Bush-Erdoğan görüşmesinin, baş başa yapılan bölümünün tek tanığı, çevirmenlik yapan Dışişleri Bakanı Ali Babacan ve neler konuşulduğundan; hangi sözlerin verildiğinden, Bush ve Erdoğan’dan başka, Babacan haberdar.

***

ABD’nin Irak’ta “istikrarlı” biçimde varlığını koruyabileceği en önemli bölge Kuzey Irak. Bir başka deyişle Kuzey Irak Bölgesel Yönetimi, ABD’nin müttefiki. Bu, gözden kaçırılmamalı.

Yine bugün ABD ile PKK aynı yolda ilerliyor. Bir diğer ifadeyle ABD, stratejik çıkarları için, PKK ile hareket etmek ve örgütün arkasında durmak zorunda.

Terör ile ilgili etkinlik / kontrol, görüşmeyle / görüşmenin kamuoyuna yansıyan biçimiyle bile, iyiden iyiye ABD’nin eline geçti. İstihbarat faaliyeti, sınır ötesi operasyonun ötelenmesi ve etkin mücadele, bundan böyle yalnızca ABD’nin istediği ölçüde gerçekleşecek.

Barzani-Talabani-ABD ve PKK işbirliği, kim ile kimin stratejik ortak olduğunun açık göstergesi. Dolayısıyla “üçlü mekanizma” ve “kırmızı hat” gibi söylemler, eylemi geciktirme ve kamuoyu baskısını azaltma taktiğinden başka bir şey değil.

Televizyonlarda, ABD casus uçaklarının mayın döşeyen teröristleri belirleyişi ve kampları gözler önüne seren görüntüler veriliyor. AKP yazar ve yorumcuları, televizyonlarda saatlerce konuşuyor; Bush ve Erdoğan gibi. AKP medyası, görüşme “sonuçlarını” ve sözü geçen görüntüleri, “zafer” olarak niteliyor.

Bu küçük oyunları ve büyük yalanları bırakıp; elde ne var, ona bakalım…

12 Kasım 2007 Pazartesi

10 KASIM 2007
ALİ BULUNMAZ

Mustafa Kemal’i, ölümünün 69. yılında andık. Andık anmasına ama, o günün fotoğrafı, 10 Kasım’a yakışmayan manzaralarla da doluydu.

Suudi Arabistan Kralı Abdullah, Devlet Şeref Madalyası almak için Türkiye’deydi. Abdullah Gül tarafından “iki kez” karşılanan kral, “Türkiye’nin bölünmez bütünlüğü, toplumun huzuru, birlik ve beraberliği için fedakârca çalışanlara” verilen madalyayı göğsüne iliştirdi.

Suudi yönetimi, yıllarca Türkiye’deki tarikat, İslami terör örgütü ve aydın cinayetlerini destekledi mi desteklemedi mi? Bu “kurum” ve eylemlere, maddi ve manevi olarak arka çıktı mı çıkmadı mı? Kral Abdullah da, bu sülalenin bir üyesi değil mi?

Şeref Madalyası, krala neden verildi? Buna birkaç yanıt bulunabilir: İlki, “hac kotasının” arttırılması isteği. Daha önce kral, bu konudaki talebi kabul etmiş görünmüş; ancak sonra vazgeçmişti. Şimdi Şeref Madalyası alan Kral Abdullah, “hac kotasını” arttırır mı bilinmez.

İkincisi, “100 milyar dolarlık” pasta. Kral, “biz 100 milyar dolarlık yatırım yapıyoruz, Türk iş adamları da bundan yararlanmalı” dedi. Şeref Madalyası ve bunun yanında, hiçbir isteğin geri çevrilmediği ağırlama sayesinde kral, kapıları açacak gibi görünüyor.

***

10 Kasım 2007’nin “ilginç” bir fotoğrafıydı söz konusu ağırlama. Kral, Vahabi inançları gereği Anıtkabir’i ziyaret etmedi, bir yanına Erdoğan’ı, öte yanına Gül’ü aldı; ardında kendi fotoğrafı ve bayrağıyla, “muzaffer bir komutan edasıyla” pozlar verdi.

Bu manzaraya nasıl bakmalıyız? Daha doğrusu, burada neler görmeliyiz? Bulmacanın parçalarını birleştirmeye koyulduğumuzda, belli sorular uyanabilir zihnimizde:

Her şey ekonomi midir? Ekonomi uğruna, kimi değerler ötelenebilir mi?

10 Kasım’da Suudi Kralı’na gösterilen “hürmet” neyin temsilidir?

9 Kasım 2007 Cuma

ECONOMIST NE DEMEK İSTEDİ?
ALİ BULUNMAZ

The Economist’in son sayısı “din savaşları” temasıyla hazırlanmış. Buna göre dinin günümüzde politik, sosyal ve ekonomik yaşamda büyük etkisinin olduğu belirtiliyor.

Dünyada İslam’a bakışın tehlike ve kaygıyı çağrıştırdığı; bunun da 11 Eylül’le birlikte ivme kazandığını / buna ivme kazandırıldığını söylemek yanlış olmaz.

Çünkü ABD’nin “medeniyetler çatışması” tezini hayata geçirebilecek yegâne fırsatı, 11 Eylül saldırıları verdi. Ancak ABD, Soğuk Savaş sonrası el altından gündeme soktuğu ve 11 Eylül’le birlikte açıktan uygulamaya koyduğu “ılımlı İslam” planıyla, köşe taşlarını da belirledi.

İşte Economist’in gelip konuyu dayandırdığı nokta burası. İki soruyla gidişat belirleniyor: “Türkiye’de yaşanacaklar ‘İslam modern politikayla ne kadar uyumlu?’ sorusunun yanıtını belirginleştirecek” deniyor. Bunun yanında “din ve modern devlet arasındaki çizgi nerede çiziliyor?” sorusu dillendiriliyor.

Economist’e göre, “bu soruların yanıt bulacağı tek ülke Türkiye.” Dergi bu tezini AKP’ye dayandırıyor; çünkü AKP’nin “şiddet kullanmadan Müslüman olunabileceğini gösterdiğini" belirtiyor. İktidarın uygulamalarına, ekonomiyi “düzeltişine” övgüler sıralanıyor.

Uzun zamandır Türk insanının zihnine kazınmaya çalışılan bir ifade, Economist tarafından da kullanılıyor: “AKP hükümetiyle Türkiye, bu çizgisini sürdürürse İslam’la ilgili tartışmaların ‘normalleşmesini’ sağlar ve Müslüman ülkelerin bugünkü durumunu da değiştirebilir.” Bir başka deyişle, Türkiye İslam dünyasına / “ılımlı İslam” bağlamında “model” olabilir. Economist, bir ordu lafı bunu söylemek için ediyor.

Müslüman dünyada demokrasinin başarılı olduğu ülkeler sıralanırken, Türkiye ile birlikte Endonezya ve Malezya’nın adları da geçiyor. Fakat asıl “sınamanın / demokrasi-İslam birlikteliği sınavının Türkiye’de verileceği” de ekleniyor. Economist, bunun baş koşulunun ise “din ve devlet işlerinin birbiri ile karıştırılmaması” olduğunu belirtiyor.

Tam bu noktada; AKP’nin desteklendiği bu anda kimi başlıklara ise hiç değinilmiyor. Örneğin AKP’nin geldiği kök (Milli Görüş) konu edilmiyor bile. Yine AKP kadrolarınca kotarılmaya çalışılan sivil darbenin, kurum ve kuruluşların ele geçirilme politikası ile buralara iktidar yanlısı, çoğunlukla liyakattan uzak (tarikattan) kişilerin yerleştirilmesinin sözü edilmiyor. AKP’nin din-devlet işleri ayrımını ne kadar içselleştirdiği sorgulanmıyor.

Bunların yerine AKP Türkiye, Türkiye de Müslüman dünyası için “ılımlılığıyla” örnek gösterilmeye çalışılıyor. Bir diğer ifadeyle dönüştürülmeye ve köklerinden koparılmaya çabalanan, ayaklarını bastığı zeminin kaydırılmasına gayret gösterilen Türkiye, yurt dışındaki ve onların koşulsuz destekçisi olan yurt içindeki “toplum mühendislerince”, nereye gideceği bugünden kestirilemeyen “ılımlı İslam”ın yörüngesine çekilmek isteniyor.

7 Kasım 2007 Çarşamba

FOTOĞRAF VE GERÇEKLER…
ALİ BULUNMAZ

Geçen günkü (05.11.2007) fotoğraf her şeyi anlatıyor. Bir tarafta PKK’liler, öte tarafta DTP’liler, ortada bir masa, masa üstünde DTP’nin “Kürt Halk Önderi” ilan ettiği Abdullah Öcalan’ın posteri; beri yanda 8 asker. Masada “tutanak” imzalayan PKK’li ve DTP’li yetkililer.

ABD ve Irak “yönetiminin”, “bulması ve mücadele etmesi çok zor” dediği teröristlerden, Dağlıca saldırısının emrini verenler ile yardımcıları da masa etrafında.

O gün, o mizansende DTP, “bakın girişimlerimiz sonunda askerler teslim edildi” demek istiyor. Olayın zamanlaması ilginç: Bush ile Erdoğan görüşmesinin hemen öncesi. Bu “girişimin” ve DTP’li Osman Özçelik’in “teferruat” olarak nitelediği “teslim töreni”nin, “demokratik yaklaşıma” / “operasyonun çözüm olmayacağı”na ilişkin bir “emsal” biçiminde sunulmak istendiği ortada.

Bir anlamda Türkiye’ye “masaya oturursanız” / “bizi tanır veya muhatap alırsanız sorunlar böyle hemen çözülür” iletisi gönderiliyor. DTP ve Kuzey Irak’taki yönetim ile PKK, burada kendine / kendi politikasına dönük bir getiri hesaplıyor elbette.

Peki, bu fotoğraftan ne gibi sonuçlar çıkarmalıyız? En başta o kareler, Türkiye’nin köşeye sıkıştırılmaya çalışıldığının bir belgesidir.

Bu eylem, PKK ve bölgesel yönetimin “yasal” bir zemini yokladığının da göstergesidir. “Demokrasi” veya “demokratik açılım” denilerek Kürt milliyetçiliği, Kürtçülük ve terör örgütü olağan ve en önemlisi, meşru sayılmaya çabalanmakta.

Bir başka deyişle, kimlik politikaları ya da “kültürel açılımlar” gibi kulağa hoş gelen ama kullanışa / uygulamalara göre tehlikeleri de barındıran, kavram ve söylemlerle, yeni gerilim ve çatışmalar kaşınıyor.

İşte o fotoğraf, bunların sözsüz anlatımından ibaret…

5 Kasım 2007 Pazartesi

ERDAL İNÖNÜ KİMDİ?
ALİ BULUNMAZ

Erdal İnönü, koşulların zorlaması olmasaydı, 12 Eylül ortamında “benden daha kötüler ülkeyi yönetmesin” diyerek siyasete girer miydi?

Onu özel kılan neydi? Başarılı ve adını dünyaya duyurmuş bir bilim insanı, İsmet İnönü’nün oğlu olması, kalıpları kıran üslubu ve keskin zekâsı. 12 Eylül’ün baskı ortamında, Türk siyasetine getirdiği mizahi yaklaşım da unutulmamalı.

Kendisini bir siyasetçiden çok bilim insanı olarak gören, analitik düşünme biçimini siyasete uyarlayan; politika ile pozitif bilimler arasında bağ kuran ve en başta kendine, daha sonra da kişi ve olaylara eleştirel gözle bakan bir insandı Erdal İnönü. Yakından tanıyanlar da tanımayanlar da bu yüzden çok sevdi onu. Aynı yolculuğu paylaşanlar da farklı yollardan gidenler de.

2000’li yılların başında, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi koridorlarında, kendisini hayranlıkla izleyen öğrencilerin yanına yaklaşıp ellerini sıkarak samimi biçimde hal hatır sorması da, onun insancıllığını gözler önüne seren an(ı)lardan biridir yalnızca.

Türkiye’de siyasetin genel düzeysizliğinin, onu en zorlu fizik probleminden daha çetrefil bir uğraş haline getirdiği gerçekken, Erdal İnönü’nün politikayı güler yüzlü biçime dönüştürmeye çabalayışı atlanabilir mi?

Zamanı geldiğinde koltuğunu bırakmayı bir yenilgi değil, aksine bir gereklilik olarak değerlendiren de o değil midir? Dünyaya adını duyurmuş bir fizikçi, Türkiye’de siyasetin güler yüzü olmuş bir devlet adamı ve insancıllığıyla herkesi etkilemiş bir isim değil midir Erdal İnönü?

İşte bunlardan dolayı, Türkiye’ye biraz da fazla gelmiştir. Şimdi ondan geriye kalanlardan örnek alınması gereken pek çok ayrıntı bulunuyor. Ama bunları okuyabilmek için, Erdal İnönü gibi keskin ve mizahi bir zekâya sahip olmak zorunlu gibi görünüyor.

2 Kasım 2007 Cuma

SADEDE GELELİM...
ALİ BULUNMAZ

Bir süredir medyada yer alan haberler dikkat çekiyor. Buna göre dünya basını, Kuzey Irak’ta geziniyor, PKK kamplarını ziyaret ediyor ve örgüt temsilcileri ile söyleşiler gerçekleştiriyor.

Bu, elbette bir fırsat. Çünkü PKK ve bölgesel yönetim böylelikle propaganda imkanı buluyor. Yılan hikayesine dönen Türkiye’nin Kuzey Irak operasyonu, bir anda “Irak işgali” ya da “Kürtlere karşı savaş” girişimi olarak adlandırılıyor. Aynı zamanda PKK, “direnişçi örgüt”, üyeleri ise bağımsız veya özerk ‘Kürdistan’ ülküsü için çarpışan “gerillalar” biçiminde sunuluyor. Bir başka deyişle, hem Türkiye’deki hem de Kuzey Irak’taki Kürtlerin “baskı gördüğü” ve “Türkiye tarafından düşman olarak kabul edildiği” algılaması yerleştirilmeye çalışılıyor.

Eş zamanlı olarak, Barzani ve Talabani de “şiddete karşı olduklarını, PKK’nin silah bırakması gerektiği, örgütün AKP hükümetine silah çekmesini kabul etmediklerini” ifade ediyor. “Şiddetin, operasyonun, tehdidin ‘sorunu’ çözmeyeceğini” eklerlerken; “kaçırılan askerler için girişimde bulunabileceklerini, bunun için Türkiye’nin kendileriyle iletişime geçmesini beklediklerini” söylüyorlar.
Bunlar, bölgesel yönetimin ve PKK’nin propagandasından, “tanınma” çabasından başka bir şey değil. Barzani ve Talabani güvenilir kişiler mi? Sorunun yanıtı belli.

***

Atlanmaması gereken bir başka nokta ise, dünün aşiret reisleri, bugünün “muteber adamları”, “Terör neden bitirilemedi?” sorusuna "demokratik açılım yapılmadı” yanıtını veriyor. Bunun anlamı ise ilk olarak “Kürdistan” tanınmalıdan öte değil. Kürt sorununu’ demokratik yollardan çözmeyi” böyle tanımlıyorlar.

Tam da bu sırada, sözü geçen “demokratik çözüm”e bir “katkı” DTP’den geliyor. DTP’nin düzenlediği “Demokratik Toplum Kongresi”nin sonuç bildirgesindeki ifadeler bir hayli “ilginç.”

Abdullah Öcalan’dan “Kürt Halk önderi” diye söz edilen bildirgede, “özerk bölgelerden, bu bölgelerin kendi meclislerinden, adem-i merkeziyetçilikten, yeni anayasada bunlara yer verilmesi gerektiğinden” dem vuruluyor. Bu da “demokratik” açılım oluyor. Bildirge, federasyon isteğinin bir manifestosu gibi.

Bu arada “stratejik ortağımız” ABD ne yapıyor? Türkiye ile “PKK konusunda yardım karşılığında, İran’a uygulanacak yaptırımlara tam destek verilmesi” bağlamında pazarlığa hazırlanıyor.

Ancak ABD, PKK’ye karşı tam destek verir, kapsamlı bir girişimde bulunur mu? Türkiye’nin Kuzey Irak’a, PKK kamplarına harekât düzenlemesine “evet” der mi?

ABD, İran’a düzenleyeceği harekâtta, PKK kolu PJAK’ı kullanmayı tasarlamıyor mu? Ortadoğu’daki başka operasyonlar için istikrarlı ve kontrolü altındaki Kuzey Irak’a ihtiyacı yok mu?

O halde boş ve eşsözleri bırakıp, sadede gelmenin vaktidir…