30 Nisan 2008 Çarşamba

DEMOKRATLIK BU MU?
ALİ BULUNMAZ

AKP, iktidara geldiği 2002’den beri, yandaşlarıyla birlikte belli başlı algılamaları topluma belletmeye çalışıyor:

- “Yargı, AKP’nin önündeki engeldir; kapatma davası, iktidara yönelik bir ‘yargı darbesi’dir”
- “Aydınlanma değerlerini ve laikliği koşulsuz savunanlar ‘elit’, ‘gerici’, ‘darbeci’ ve ‘aklı geçmişe takılı olanlar’dır”
- “Türkiye, ‘demokratik laik’ bir ‘ılımlı İslam’ ülkesidir”
- “AKP’ye biat etmeyenler bertaraf olacaktır”
- “Demokrasi laiklikten daha önemlidir”

***

“Demokrasinin laiklikten daha önemli olduğu” görüşünü paylaşan AKP’ci “liberal aydınlar”, Tayyip Erdoğan’ın işçi ve emekçilere “ayaklar” demesine içerledi…

AKP’ci “liberal aydınlara” göre bu söz, demokrasinin ruhuna aykırı…

AKP’ci “liberal aydınlar”, kendilerini işçi ve emekçinin yanında konumlandırdığını belirtiyor. Hatta bunlardan bazıları, kendisine “sosyalist” demekten de geri durmuyor, “haktan”, “emekten” ve “adaletten” yana tumturaklı laflar patlatıyor…

Ama tuttukları köşelerin asıl sahibi olan tarikatçı-cemaatçi patronları ve iktidar sevicisi medya tekelleşmesini eleştirebiliyorlar mı?

***

İşçi ve emekçilerin, 1 Mayıs’ta Taksim Meydanı’nda toplanmak isteyişi karşısında bazı AKP’ci “liberal aydınlar” ilginç bir manevra alanı da kotardı. Ne dediler?

- “Taksim Meydanı’nda ısrar eden sendika temsilcileri, işçi ve emekçileri sömürüyor…”

“Demokrasi” ve “adaletten” yana olan o AKP’ci “liberal aydınlar” şu soruların yanıtlarını vermeli:

Sosyal “Güvenlik” Yasası’yla işçi ve emekçinin geleceğini çalan kim?

Kendilerinin de alkış tuttuğu, IMF ve Dünya Bankası güdümündeki ekonomi politikalarıyla gelir adaletsizliği yaratan; zengini daha zengin yoksulu daha yoksul kılan kim?

Yandaş medya yaratmak amacıyla, kamu bankalarından milyarlarca liralık kredi koparırken, işçi ve emekçiye aynı koşullarla kredi vermeyen kim?

İşçi ve emekçinin maaşlarına, aldığı talimatlardan hareketle göz diken kim?

İktidar yandaşı sendikaların üyesi olmayanları, önce buralarda yer almaya zorlayan; eğer orada değilse işinden, emeğinin karşılığından eden veya o işçi ve emekçinin üzerinde yoğun baskı kuran kim?

Sendikalara, işçi ve emekçilere korku salan; onları güvenlik güçleriyle karşı karşıya getirmeye çabalayan kim?

***

Her yerde “demokrasiden” dem vuran AKP’ci “liberal aydınlar”, “sendikalar işçi ve emekçileri sömürüyor” derken, kurulan yeni düzende asıl sömürgenlerin kim olduğunun yanıtını açık yüreklilikle verebiliyor mu?

Yaratılan yeni düzende “demokrasi” ne kadar işliyor?

AKP’ci “liberal aydınlar”, “ayaklar” sözünü eleştiriyor. Bir bakıma tatlı su muhalefeti yapıyor.

Peki, yeni düzen daha keskin bir sömürü üretmiyor mu? Buna arka çıkmak demokratlık mı?

Demokratlık bu mu oluyor?...

28 Nisan 2008 Pazartesi

KADIN “İKİNCİ CİNS” Mİ?
ALİ BULUNMAZ

Barış için gelinliğiyle yollara düşen Pippa Bacca’nın Türkiye durağında tecavüze uğrayıp öldürülüşü, hastalıklı ruhların kadına nasıl baktığının göstergesi değil mi?

Bununla beraber, Türkiye’de aynı gerçekle yüzleşen onlarca Pippa Bacca yok mu? Onların sesini duyabiliyor muyuz?

***

Kadına bakış sorunu, Türkiye’nin en önemli sorunlarının başında geliyor. Hemen her an bu sorunla yüzleşiyoruz…

Örneğin televizyonlarda, “kadınların evde mutlu olacağını; ev işleriyle uğraşmanın onu huzurlu kılacağı” iletisini gönderen reklamlar sergileniyor…

İspanya’da savunma, eğitim, eşitlik, kalkınma ve bilim bakanlıkları gibi görevlere getirilen kadınlar bulunurken Türkiye’de, iktidarın kadın milletvekilleri, türbanın “özgürlük” olduğunu meclis kürsüsünden hararetle savunabiliyor…

Sıkmabaş defilesinde mankenler, defileyi düzenleyen ve üç eşinin bulunuşuyla övünen kişinin gösterisine alet olabiliyor…

***

Siyasal İslam’ın; din ve inanç sömürüsünün simgesi, kadını erkeğin arkasında konumlandıran bir gösterge olan türban, özgürlüğü temsil edebilir mi?

Kadını yurttaş, özne ve birey değil; nesne ve ikinci sınıf vatandaş haline getiren türban, Simone de Beauvoir’ın deyişiyle onu “ikinci cins”e dönüştürmüyor mu?

Başlarında türbanla, “özgürlük” temalı defilelerde boy gösteren modeller bunu bilmiyor mu?

***

“Türban özgürlüktür” ifadesi, kadının kadına erkekçe bakışının yansıması değil midir aynı zamanda?

Bugün AKP iktidarının yerleştirmeye çalıştığı kadın modeli nedir peki?

- Evinin hanımı…
- Üç çocuk doğurması beklenen ve bedeni ile kimliği sömürülen bir cinsel nesne…
- Çalışma hayatından yavaş yavaş el çektirilen, “ikinci cins” ve ikinci sınıf “yurttaş…”

Bu bir “özgürlük” mü?

***

Türkiye’nin gündeminde “sivil” Anayasa hazırlığı var. Bir anlamda sivil darbe anayasası…

Burada kadına bakış nasıl dersiniz?

Kadın, söz konusu taslakta yaşlı, özürlü ve muhtaçlar gibi koruma altına alınması gereken kesim biçiminde karşımıza çıkıyor…

Anadolu aydınlanmasının merkezinde yer alan kadın, bunu kabullenebilecek mi?

“Ayrımcılık olur diye” kadın çalışan teşvikinin kaldırılışına ne demeli?

Kadın, cumhuriyetin yurttaşı ve bir birey mi, yoksa ümmetteki nesne ve “ikinci cins” mi olacak?...

Burada temel bir yol ayrımındayız…

25 Nisan 2008 Cuma

AYAK OYUNLARI…
ALİ BULUNMAZ

Sendikaların 1 Mayıs’ta Taksim Meydanı’nda kutlama yapma ısrarına karşı Tayyip Erdoğan’ın “veciz” sözleri hatırlanmaya değer…

“Ayakların başları yönettiği yerde kıyamet kopar…Her ilde valilikler toplantı ve gösterilerin yapılacağı meydan ve caddeleri belirler…Sendikalar, alınan kararları dinlemezse hoş olmaz…”

Burada ne var?

Örtük tehdit…

Taksim ısrarı sürerse, 2007’de ne olduysa aynen yaşanacağına dair ima…

Açıklamadaki ayak (ayaktakımı), işçi ve emekçilerden başkası değil. Erdoğan’ın açıklamasındaki “Taksim inadı sürerse hoş olmaz, hoş olmayan zemin istemiyoruz” sözü ne anlama geliyor?

***

AKP iktidarı, halktan ve emekten yana mı; yoksa baskı, zorlama ve takıyye taraftarı mı? Erdoğan’ın yaptığı açıklama, bu sorunun yanıtını veriyor.

AKP’nin kurucu ve yönetici çekirdeğinin zihinsel arkaplanı belli: “Biat etmeyen onlardandır.”

Burada kesif bir biz-onlar ayrımı söz konusu…

“Ayakların başları yönettiği yerde kıyamet kopar” yaklaşımı da, AKP’lilerin dilinden düşürmediği “millet egemenliği” ifadesiyle çelişiyor…

Takıyye meydana çıkıyor…

***

AKP, emek ve emekçiye nasıl bakıyor?

Bunu anlamak için emekçinin, emeğinin karşılığını alıp almadığına bakılabilir…

Ülkedeki gelir dağılımına göz atılabilir…

Emekçinin yaşam koşullarının ne düzeyde olduğu anlaşılmaya çalışılabilir…

Bugün Türkiye’de, emeğin adı da karşılığı da yok. Sendikal örgütlenmeler, 12 Eylül’den beri sistematik olarak çökertiliyor. AKP iktidarı ise bu sürecin tepe noktası.

AKP, sendikal örgütlenme yerine tarikat-cemaat bağlantısını teşvik ediyor; yarattığı baskı, yıldırma ve korku düzenine “istikrar”, “demokrasi” ve “özgürlük” diyor…

***

Sorular çoğalıyor…

AKP işçi ve emekçiden, dolayısıyla halktan mı yoksa IMF, Dünya Bankası ve kara spekülatörlerden mi yana?

AKP’nin kadroları, demokrasi ve eşitliği özümsemiş kişilerden mi oluşuyor?

Kandırma, yıldırı ve takıyyenin zirvesinde bir iktidarla karşı karşıya Türkiye. Bunları aynı zamanda yandaş kazanmak adına yöntem olarak kullanan bir iktidarla…

Toplumsal muhalefeti, hak arayışını ve eşitlik ile gelir dağılımında adalet isteyen örgütlenme ve aydınları, olabildiğince susturmaktan yana tavır alan bir iktidarla…

Emek, özgürlük, demokrasi ve eşitliğin kuşa çevrildiği bir dönemdeyiz. AKP bunun bayraktarı ve toplumsal dönüşüm projesini günden güne hızlandırıyor. “Ayaktakımı” dediği ve geleceğini IMF, Dünya Bankası ile çokuluslu şirketlerin hesap ve soygunlarına terk ettiği işçi ve emekçilere de gözdağı veriyor…

İktidarın ayak oyunları devam ediyor…

23 Nisan 2008 Çarşamba

“ORTAK AKIL” VE “UZLAŞMA” LAKIRDILARI…
ALİ BULUNMAZ

Bugün 23 Nisan…

23 Nisan 1920’de TBMM açılmıştı. Yani ulusal egemenliğin simgesi olan meclis…

Bunun anlamını kavrayabiliyor muyuz? Bugün ulusal egemenliğimiz ne durumda? Türkiye Cumhuriyeti gerçek bir ortak akıl ve uzlaşma ile kurulmuştu. Bugün durum nedir?

Hemen her yerde “ortak akıl” ve “uzlaşma” söylemleri yankılanıyor. Kim kiminle hangi “ortak akılda” buluşacak? Kim kiminle hangi konuda “uzlaşacak”?

Bu bir yanılsama mı, aklı başında bir istem mi? Yoksa asıl hedef ve sorumluların göz ardı edilmesini sağlayacak; duyguları cezbeden bir oyun mu?

***

Ortaklık, birlik ve bütünlük aydınlanmanın; aydınlanma düşüncesinin boy verdiği dönemlerden günümüze ulaşan öğeler. 20. yüzyılla birlikte faydacı Anglo-Sakson düşünce siyaset ile sosyal yaşama hızla nüfuz ederken, kimi zaman aydınlanma değerlerine saldıran kimi zaman da bu değerleri kendine göre dönüştürüp kullanan “postmodernite” ile beraber tüm ortaklıkları, evrensellik ve onun ortaya koyduklarını söküp atmaya yöneldi.

20. yüzyılın son çeyreğinden itibaren serpilen “küreselleşme” söylemi, “postmodernlikle” birleşince ortaklıklar yerine farklılıklar; evrensellik yerine evrensel gibi sunulan ve aslında, belirli yerelliklerin dünyaya dayatıldığı bir “sistem” doğdu.

Burada yerel-küresel-evrensel gerilimi baş gösterdi. Yerellikler parlatıldı, bunlar üzerinden ayrışma ve çatışmalar filizlendi.

Aydınlanmanın yeşerttiği ortaklıklar kıyasıya eleştirildi. Yaratılan sorunlar büyüdü; farklılık ve yerellik fetişizmi ile evrensellik gibi sunulan küreselleşme, kendi yarattığı sorunlara çözüm üretme noktasında tıkandı. Şimdi “ortak akıl” ve evrensel ilkeler ağır ağır gündeme getirilmeye başlandı.

***

Modernleşmesine ket vurulmak adına elden gelen arda konmamış Türkiye’ye de, “postmodernite” ve onun üzerine inşa edilen küreselleşme söylemi, pek çok açmaz karşısında adeta bir çözüm gibi sunuldu.

Günümüzde “ortak akıl” yaklaşımının gürbüzleşmesi de bu anlamda boşuna değil. Ama “hangi ‘ortak akıl?” veya “hangi ‘uzlaşma?” diye sormadan edemiyor insan…

Çünkü hemen her fırsatta farklılıktan, ayrışma ve biz-onlar bölünmesinden; bundan doğan gerilimden ve tüm bu yapıdan yararlanma gayretinin bulunduğu bir ortamda, kimin kiminle hangi “ortak akılda” buluşacağı veya “uzlaşacağı” da ayrı bir tartışmayı önümüze koyuyor.

Türkiye’nin ortak değerlerini, “son kullanma tarihi geçmiş”, “durağan”, “gelişime kapalı” ve “faşizan” diye yaftalama kolaycılığına başvuranlar, “ortaklıktan” ya da “uzlaşmadan” nasıl bahsedebiliyor?

“Postmodernizmin” ne pahasına olursa olsun çözüm üretmeyen “eleştiri” düsturundan hareket edenler, siyasette veya sosyal yaşamda tıkanıklık belirince “ortak akıldan” söz açıyor. Bu bir komedi değildir de nedir?

O zaman burada bir aksaklık gün yüzüne çıkıyor: Ya aydınlanma değerleri ve dolayısıyla Türkiye’nin kurucu unsurları sahipleniliyor ya da takıyye yapılıyor.

Aslına bakılırsa ikinci seçenek burada kendini gösteriyor. Çünkü aydınlanma değerlerini şeklen “benimsemek”, onları sloganlaştırıp takıyyenin yoluna döşemek ve hedefe gidilen süreçte araç kılmak son derece sırıtıyor. İnandırıcı olamıyor…

Nihayet, evrensellik yerine yalnız yerellik, ortaklık yerine farklılık ve ayrışma baş tacı edilince, “ortak akıl” ve “uzlaşı” türünden yaklaşımlar da havada kalıyor.

Daha da önemlisi hedef saptırarak, sorunların failini değil; o sorunlardan birebir etkilenenleri sorumlu gösterip, göreve çağırıyor.

***

“Ortak akıl” ve “uzlaşma”, “istikrar”ın ve yandaş demokrasisinin devamını sağlayacak “çözüm” biçiminde dayatılıyor.

Bir zamanların en uçlarda gezinen figürlerinin ve kimi omurgasız kalem erbaplarının, “ortak akıl” ve “uzlaşma” istekleri, tatlı ve gülünç bir lakırdıdan öteye geçemiyor.

Çünkü “ortak akıl” ve “uzlaşma” söylemi, iktidarın yörüngesindeki bir eylem tasarısından başka bir şeye hizmet etmeyecek bir çerçeve sunmakla kalmıyor, aynı zamanda iktidarın hukuk tanımaz edimlerini meşrulaştırma tasarısını da içinde barındırıyor…

***

23 Nisan 1920’den, 23 Nisan 2008’e…

Ulusal egemenlik ve bağımsızlığın simgesi TBMM’deki çoğunlukçu iktidarın meclis dışındaki fahri sözcüleri, 2002’den bu yana Türkiye’de akıl almaz boyuta ulaşan hukuk tanımaz zihniyet ile bundan kendilerine düşen payın devamı için siyasal ve toplumsal muhalefete, iktidara “uzlaşın” ve “ortak akılda buluşun” şeklinde dil döküyor…

Üzerinde “uzlaşılacak” olan ne?

“Ilımlı İslam”ın Türkiye’de egemen olması. Buna yönelik bir yaşam şekli.

Kısacası mevcut iktidarın ve onun ortaklık kurduğu herkesin dayattığı her şey…

Durup bu manzara karşısında berrak bir zihinle düşünmeli…

22 Nisan 2008 Salı

“EMEK VE DAYANIŞMA GÜNÜ”: KUTLU OLSUN!...
ALİ BULUNMAZ

Bakanlar Kurulu toplandı.

1 Mayıs tatil olacak mı?

Taksim Meydanı’nda 1 Mayıs kutlamasına onay verilecek mi?

Merak konusuydu, sorular bunlardı.

Sendikalar, emek örgütleri, işçi ve emekçiler, işsizler, öğrenciler ve toplumsal muhalefet bu soruların yanıtlarını bekliyordu…

Kapılar açıldı, kürsüye geçildi…

Bakanlar Kurulu’nun beklenen kararı kamuoyuna duyuruldu:

- “1 Mayıs, ‘Emek ve Dayanışma Günü’ olarak kutlanacak”

Akıllara seza!

1 Mayıs, dünyada başka bir amaçla mı kutlanıyor?

Daha?

- “ 1 Mayıs tatil olamaz, çünkü bunun Türkiye’ye maliyeti 2 milyar YTL”
- “ Biz hiçbir zaman hiçbir mitingi Kızılay’da, Taksim'de yapmadık, 1 Mayıs kutlamaları da ilan edilen alanlarda yapılmalı….”

***

Soralım:

- 1 Mayıs kutlamaları için izin verilmeyen Taksim Meydanı’nda konserler ve yılbaşı kutlamaları düzenlenmedi mi?
- Kızılay’da parti mitingine dönüşen; gündüz vakti havai fişekler patlatılan kutlamaları kim yaptı?
- Çeşitli bayramları, haftanın başına ucuna gün iliştirip 10 günlük tatile dönüştürenler kim? O zaman tatillerin günlük maliyeti hesaplanıyor mu?

***

1 Mayıs kutlamalarına Taksim Meydanı neden yasak?

Çünkü 1 Mayıs 1977’de yaşananların, hafızalardan silinmesi ve o gün olup bitenle hesaplaşılması istenmiyor.

Onun yerine inceden inceye gerçekleri çarpıtan ve sansürleyen dizilerde, geçmişin önemli olayları toplumun önüne getiriliyor.

***

Bir komedya içinde yaşıyoruz. Bu, hızla bir trajediye dönüşüyor.

Sonra, trajikomik bir şekle bürünüyor…

Neymiş?

- 1 Mayıs “Emek ve Dayanışma Günü olarak” kutlanacakmış….
- 1 Mayıs, “günlük maliyeti 2 milyar YTL’yi bulduğundan” tatil edilemezmiş…

Güler misiniz, ağlar mısınız?

***

Çalışana, yeni işe girene emeklilik hayal, insanca yaşamak ise uzak bir umut…

Sosyal devlet, sadaka devletine dönüştürülmüş. Gelecek çalınıyor…

Yoksul daha yoksul, işsiz daha işsiz. Emekçi meteliğe kurşun atıyor, “daha çok çalışın” diye azarlanıyor…

Kadınların çalışma koşul ve alanları hızla daraltılıyor. Emeğin karşılığı ve adı yok…

Ama Bakanlar Kurulu, 1 Mayıs’ın adını koydu: “Emek ve Dayanışma Günü.”

Kutlu olsun!...

21 Nisan 2008 Pazartesi

REZALETLERDEN REZALET BEĞEN…
ALİ BULUNMAZ

Gaziantep’te bir lisede, Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi öğretmeni öğrencilerine, “yoldan çıkmış” ve namaz kılmayan bir gencin başına gelenleri anlatan film izletiyor.

“İbretlik öykü”, öğrencilerin bazılarında davranış bozukluğuna yol açıp, veliler şikâyetçi olunca her şey kamuoyuna yansıyor…

***

Ankara’daki Lokman Hekim Hastanesi’nin acil servisine gelen bir hastaya “alkollü müsün?” sorusu yöneltiliyor.

Soruyu soran nöbetçi doktor.

“Alkollü hastayı muayene etmek prensiplerime aykırı” diyen doktor yüzünden hasta, sevk edildiği bir başka hastanede son anda ölümden dönüyor.

Buradaki nöbetçi “doktor”, Hipokrat yeminini hiçe sayıyor ve ayrımcılık uyguluyor…

***

Mecliste iktidar partisi ve Tayyip Erdoğan’ı eleştiren Tunceli Bağımsız milletvekili Kamer Genç, Erdoğan’ın “asla şiddet uygulamazlar” dediği bazı AKP milletvekillerince linç edilmek isteniyor.

Şiddete başvuran AKP milletvekilleri “bizi eleştirenler, yeri geldiğinde dövülebilir” gibi bir noktadan mı hareket ediyor? Bu linç girişimi, hangi tür yönetimlerin meclislerini anımsatıyor?

***

Yukarıda sıralanan üç olay da, AKP’nin “demokrasi timsali” ilan edildiği Türkiye’de yaşanıyor ve bunlar kamuoyunun haberdar oldukları…

AKP’yi “demokrasinin öncüsü” gösterenlerin başında AB geliyor.

AB, kapatılma davası sonrasında AKP’ye özel ilgi göstermeye başladı. AB’de inceden bir telaş var. AKP kapatılırsa, Türkiye’de “demokrasinin ve ‘reformların’ sekteye uğrayacağını” vurguluyorlar ısrarla…

Özetle AB, “Türkiye’yi düşünüyor”!

Bu yüzden temsilcilerini Türkiye’ye yollayıp “yargı darbesi”ne karşı, “demokrasi dersleri” verdiriyor…

Bu arada Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi (AKPM)’ndeki AKP’li temsilciler, parlamentoya “bildiri” ısmarlıyor.

Neden?

Yargıya karşı AKP’nin savunulması adına…

“Yargı darbesi”, demokrasiyi altüst etmesin diye!...

***

Bildirinin AKP’li temsilciler tarafından ısmarlandığını kim duyuruyor?

AKPM Başkanı Luis de Puig…

Ve söz konusu ısmarlama bildiri, 21 parlamenterin imzasıyla yayımlanıyor ve AKPM’nin ortak tavrı şeklinde değerlendirilmiyor…

Bildiride neler var?

Anayasa Mahkemesi’nin, AKP’ye yönelik kapatma davasını kabul etmesinin “tedirginlik verici” olduğu vurgulanıyor…

Çoğulcu demokrasi için, ifade ve örgütlenme özgürlüğünün önemine atıf yapılıyor…

“Parti kapatma zorlaştırılmalı” deniyor…

***

Bildirinin kendisi bir yana, bunun AKP’lilerce ısmarlanmış olması, en yumuşak ifadeyle bir rezalet…

Bir ülkede, iktidar partisinin siyaset ve demokrasiyi nasıl alaşağı ettiğinin göstergesi bu.

Elbette onuru da…

***

Rezaletlerden rezalet beğenme noktasına geldi Türkiye. Çünkü her gün yeni bir tanesiyle yüzleşiyor…

Bakalım daha neler görüp yaşayacağız…

18 Nisan 2008 Cuma

BU BİR TRAMVAY DEĞİLDİR…(*)
ALİ BULUNMAZ

Max Horkheimer’ın şu belirlemesine dikkat etmeli: “Zamanımızın gerçek bireyleri kitle kültürünün kof, şişkin kişilikleri değil; ele geçmemek ve ezilmemek için direnirken, acının ve alçalışın cehennemlerinden geçenlerdir.” Bu sözler, Horkheimer’ın Akıl Tutulması adlı eserinde yer alıyor. Şimdi düşünelim: Bugün kimleri kahramanlaştırıyoruz? “Mağdur” ve “mağrur demokrasi kahramanları” türemedi mi? Akıl tutulmasının neresindeyiz? Sonra Horkheimer’dan alıntılanan cümledeki direnişi merkeze alarak şu soruyu soralım: İlhan Selçuk neden gözaltına alındı?

“Türkiye nereye gidiyor?” günümüzün gözde sorusu. Bugün iktidar, eldeki oy oranına bakarak kendisine karşı gördüğü herkese ve her kuruma karşı tavır alabiliyor; bunu yaparken “demokrasi” ve “demokratlıktan” dem vuruyor. Şafak baskınları karşısında “hukuka saygı” diyenler, AKP’nin kapatılması istemiyle hazırlanan iddianame için “demokrasi ayıbı”, “yargı sınırını aştı” ve “yargısal darbe” gibi ifadelerle “tepkisini” dile getiriyor. Demokrasinin üç unsuru; yasama, yürütme ve yargı ile kuvvetler ayrılığı ilkesi burada unutulup gidiyor.

Bu nedenle oyun oynanırken kuralları değiştirecek Anayasa değişiklikleri yaparak ve hatta bunu halkoyuna sunarak “egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” sözünün “gerçeğe dönüştürülebileceği” hesaplanıyor! Dolayısıyla yargılamadan kurtulma tasarısı hayata geçirilmek isteniyor.

İktidarın temel dayanağı, iddianamenin “basında yer alan demeçlerden oluşturulduğu” ve “bunlarla bir partinin kapatılamayacağı; bu yüzden parti kapatmanın zorlaştırılması gerektiği.” Ancak sözler önemli. Çünkü iktidarın önüne koyduğu hedef var. Bu hedefe giden yolda sözcükler dikkate alınmalı. Yeri gelmişken Wittgenstein’ın, Avrupa’nın faşizm ve Nazizmle yüzleştiği yıllarda güncesine düştüğü “sözcükler eylemlerdir” ifadesini hatırlamakta-hatırlatmakta yarar var. İşte iddianamedeki sözler-sözcükler de, düşünmenin düşünceye, oradan da eyleme dönüşmesinde önemli yere sahip.

Tam da bu nedenle demokrasi, AKP eliyle demokrasicilik oyununa, çoğunlukçuluk ve “yalnız sayısal çoğunluğun dediği olur” anlayışına eşitleniyor. Sonuçta Anayasa değişikliklerine gereksinim duyuluyor; “o kadar muktedir olsam partimin kapatılmasını engellerdim” sözü, yapılmaya çabalanan değişikliklerle olanaklı hale getirilmeye çalışılıyor. Sözcükler, doğrudan eyleme dönüşüyor…

Burada örselenen gerçek demokrasi değil mi? Demokrasi sözcüğünü dilinden düşürmeyenler ve onu yalnız seçim sandığıyla bir tutanlara ne demeli?

Başına geçtiğimiz tahtaya kalın harflerle tramvay yazsak, buna “demokrasi” diyeceklerin kimler olduğu belli değil mi? Ya da demokrasi yazdığımızda, kimlerin bunu tramvay diye okuyacağını bilmiyor muyuz? O zaman, tahtadaki demokrasi sözcüğünün altına ne yazılmalı?

Belki şu olabilir: Bu bir tramvay değildir…

(*) Cumhuriyet, 12.04.2008

16 Nisan 2008 Çarşamba

HELAL…
ALİ BULUNMAZ

“Faizsiz” bankacılığın kök saldığı yerler şeriatın esas alındığı; dinin siyaset ve ticaretle iç içe olduğu Arap ülkeleri.

Bu bankacılığın düsturu, “haram” sayıldığı için faizin, “kar payı” adı altında dağıtılması…

Faiz ile “kar payı arasında ne fark var? Herhangi bir fark olmadığını herkes biliyor, ama “faizsiz” bankacılığın yaratıcıları da müşterileri de takiyyeye başvuruyor.

Bu oyunu merkeze alan bankacılık, zamanında Türkiye’de de serpildi; aynı numaraları çeviren holdingler de, yurt içi ve dışında Türk Lirası ve döviz olarak paraları topladı.

Sonra iflas gerekçe gösterilerek, yurttaşların paraları bir çırpıda tokatlandı. Yıllarca çalışılıp biriktirilenler, “kar paycı” sahtekârlarca iç edildi.

***

Günümüzde, “helal” ürün ve sigortacılık sektörleri gözde. Yakın geçmişte “helal” gıda üretimi yapan kuruluşlar, Türk Standartları Enstitüsü’ne bile başvurmuştu.

Şimdi, “helal” sigortacılık Türkiye pazarına girmeye çalışıyor.

“Helal” sigortacılığın en gelişkin olduğu ülkelerin başını Malezya çekiyor.

Başka?

Cezayir, Ürdün, Suudi Arabistan, Kuveyt, Bahreyn…

Hepsinde dinci-şeriatçı yönetimler işbaşında…

***

“Helal” sigortacılığın temel önermesi ne?

Toplanan fonlar, faizde işletilmiyor; faiz dışı yatırım araçlarında değerlendiriliyor!

Hasar ve sorumluluklar, katılımcıların paylarına sigorta havuzundan ödeniyor. Yatırılan primler, havuzda birikiyor ve “İslami usullere uygun” biçimde işletiliyor.

Örneğin, alkol üretimi yapan şirketlere yatırım yasak!

***

“Helal” sigortacılığın bir başka temel anlayışı “kar amacı gütmemesi”! Bu sektörün yaratıcıları, buna “kooperatif sigortacılığı” diyor.

O halde bir soru: 21. yüzyılda, paranın döndürdüğü oluşum “kar amacı gütmüyorsa” neden kurulur?

***

“Helal-haram” ayrımı yapıp, gönül okşayarak bir çeşit sömürü düzeni geliştiren bu sektörler, “kar payı” adı altında apaçık faiz dağıtıyor.

Türkiye, şu anda paradan en fazla paranın kazanıldığı ülke. AKP’nin öve öve bitiremediği yabancı “yatırımcılar”, bu yüzden Türkiye’yi tercih ediyor.

Adına “helal” veya “yatırım” deyin, amaç parayı işletmek.

Kar etmek…

Faizi cebe indirmek…

Olan biten bu…

14 Nisan 2008 Pazartesi

BAY BARROSO…
ALİ BULUNMAZ

AB Komisyonu Başkanı Jose Manuel Barroso Türkiye’ye geldi. Ziyaretine Anıtkabir ile başladı. Özel deftere “reformcu Atatürk” yazdı.

Ancak Atatürk’ün reformları ile bugün “reform” adı altında AB’nin dayattıkları arasında dağlar kadar fark var.

Barroso’nun Türkiye’ye geldiği gün 10 Nisan’dı. 10 Nisan Laiklik Günü. 10 Nisan 1928’de laiklik, anayasaya girdi.

Barroso, TBMM’de yaptığı konuşmada ne dedi?

-“Laiklik demokratik olmalı.”

Daha önce “Laiklik din haline getirilmemeli” diyen Barroso, “demokratik laiklikten” bahsediyor. Bunun anlamı ne?

“Türkiye’de laiklik despot bir uygulama biçimidir ve bir dayatmadır” şeklinde mi yorumlanmalı bu söz? Ardından “Türkiye, laik yapısıyla radikal dinci oluşumlara karşı önemli bir örnek” gibi süslü laflar kuşanmak da neyin nesidir?

Barroso’ya şu hatırlatılmalı: Türkiye’de laiklik olmadan demokrasi yaşayamaz.

***

İddianame ne diyor?

- AKP, laikliğe aykırı eylemlerin odağı haline geldi.

Barroso, hem iddianameyi hazırlayanlara hem de Anayasa Mahkemesi’nin davayı kabulüne ilişkin neler söyledi neler.

Ama TBMM’deki konuşmasında geçen “AB Komisyonu, ülkelerin iç işlerine karışmaz; reformlara yardımcı olur” ifadesini nereye koyacağız? Yargıya gözdağı vermek, Türkiye’nin iç işlerine karışmak değil mi?

Barroso, AKP’nin kapatma davası için demediğini bırakmazken, laiklik ve türban gerilimi ile ilgili olarak “Türkiye bunu kendi çözecektir, türban kadınların kendi kararıdır” buyurdu. Bu noktada Türkiye’nin iç işlerine karışmamayı tercih etti!

***

Barroso TBMM’de neden konuştu? AB Komisyonu’nun “reformlara yardımcı olma” ilkesi gereği mi?

AB’nin öngördüğü “reformlar” arasında siyasi partiler yasasının değişmesi, yüzde 10’luk seçim barajının kaldırılması, milletvekili dokunulmazlıklarının sonlandırılması, sendikal örgütlenmenin yaygınlaştırılması bulunuyor mu?

AB, nasıl bir Türkiye istiyor?

“Reformlara” bağlı, “demokratik laik”, AB’nin her talebini koşulsuz yerine getiren, ekonomik-siyasi-kültürel dayatmaları harfiyen uygulayan…

Barroso ne dedi?

- “Başkalarına yönelik zaman zaman taviz vermemiz gerekir. Taviz vermek bir zaaf işareti değil, tam tersi bu, Avrupa’nın uzlaşı ruhudur.”

Bu, bir tür sömürü düzeni değil mi?

O zaman Bay Barroso’nun unvanı ne oluyor?...

11 Nisan 2008 Cuma

AB’YE KIZMALI MIYIZ? (*)
Ali BULUNMAZ

AKP’yi hükümet eden en önemli etkenlerden biri iş çevrelerinin ve patronların büyük çoğunluğunun desteği değil miydi? Bu kesimler, desteği “AB hedefi” nedeniyle vermemiş miydi? AKP’nin önde gelenleri, seçim meydanlarında ve hükümet olduktan sonra her platformda AB üyeliği için “nasıl çalışıldığını” anlattı durdu. Bu “çabaları” yüzünden hükümete destek veren iş çevreleri ve “aydınlar”; AB’nin dayattığı “ev ödevlerine”, piyasalar sarsılıp işler aksamasın diye hiç ses çıkarmadılar. Ancak gerçeklerin farkında olan pek çok insan, AB’nin söylem ve eylemlerine tepki göstermeye başladı.

Bu ulusalcı çıkışlar, sözü geçen “aydınlar” ve iş çevreleri tarafından “Serv paranoyası” ve “marjinal tepki” biçiminde değerlendirilip, kıyasıya eleştirildi. “İstikrar” adına AB’nin Kıbrıs, limanlar, Ruhban Okulu ve “Kürt meselesi” konularındaki girişimleri ve planları, bazen alttan alta bazen de açık seçik desteklendi. Üstelik bu destek, kimi “muhalefet” partileri ve onların liderleri tarafından da dile getirildi. Seçim sonrası AKP ile olası bir koalisyona ısındığı gözlenen geçmişin “bazı sert milliyetçileri”, bugün mazilerinin tam tersi bir minvalde doludizgin ilerlediği gözlendi / gözleniyor.

Aslında ne AB’ye ne de onun gözü kapalı destekçilerine kızmalıyız. Çünkü AB, elli hatta yüz yıllık projeksiyonlarla hareket etmektedir. Bir başka deyişle doğasına ve kuruluş ilkelerine uygun davranmaktadır. Türkiye için “demokratikleşme” uyarıları yaparken, kendi içinde Ermeni soykırımı iddialarının reddine cezayı gündeme getiren; yirminci yüzyılın ikinci yarısının başında dünyanın dört bir yanında ve on yıl önce Ruanda’da katliamlar gerçekleştiren ve buna göz yuman kimi büyük üyelerine aynı uyarıları “nedense” yapmamaktadır. Türkiye Avrupa’da, seçim masalarına meze olurken; ülkemizde seçim yaklaşırken AB’nin dayatmalarını yeren söylemleri “faşizm” biçiminde suçlamak pek normal karşılanmaya başladı.

Yine AB, iç politika malzemesi şeklinde algılanırken; aslında bunun hiç de göz ardı edilmemesi gereken ve son derece sağlam bir duruşu zorunlu kılan dış politika yönünü ötelemek, asla dokunulmaması istenen bir yaklaşım haline geldi.

Öte yandan AKP için müzakerelerin askıya alınması, özellikle seçim sürecinde siyasi açıdan; milliyetçi oylardan “faydalanma” adına belirleyici olabilir. Müzakerelerdeki tıkanma veya herhangi bir terslik, AKP’nin eline “bakın biz dik durduk, böyle oldu” türünden bir seçim “kozunu” pekâlâ verebilir. Zaten AB’nin dilinden düşmeyen “tren kazası” deyimi, tavanda rahatsızlık yaratsa da; gerek AKP’nin tabanına gerekse huzursuz diğer muhafazakâr kesime iletiler göndermek için bir çıkış noktasını akla getirebilir.

Özetle AB, seçim yaklaştıkça iç politikaya daha çok alet edilecek gibi görünüyor. Ancak hükümet (ve Türkiye) için AB müzakerelerinin önemli bir diplomasi unsuru olduğu unutulmamalıdır. Bununla birlikte, AB’nin isteklerini eleştirel bir tutum takınmadan evetlemenin ya da en azından evetlemeye sıcak bakmanın ulusal bir politikayla ne kadar örtüştüğü tartışmalıdır. Böyle bir politika ne kadar ulusaldır? AB’ye üyelik için bekleyen veya yeni üye olmuş hangi ülkeye, Türkiye’ye dayatılan şartların benzerleri dayatılmıştır?

Bu tür soruları dillendirenleri “uç” olarak değerlendirmek, “paranoyaklıkla” suçlayıp dışlamak; adımlanan yolun ve bu yolun suskunlarının istediği ve benimsediği bir tavırdır. Bu da tehlikeli bir gidiştir.

(*) Cumhuriyet, 07.11.2006

9 Nisan 2008 Çarşamba

HANGİ TÜRKİYE, HANGİ AB? (II)
ALİ BULUNMAZ

AKP’ye kapatma davası açıldığı günden bu yana, AB’nin özellikle vurgu yaptığı birkaç nokta var:

- “Türkiye’de oy çoğunluğuyla iktidara gelmiş bir parti, ‘yargı darbesiyle’ kapatılırsa bu, AB müzakerelerinin gözden geçirilmesine neden olur”
- “Katı laik Türk yargısı, demokrasinin işleyişine darbe vuruyor”
- “Başsavcının iddianamesine ‘ılımlı laikler’ bile karşı çıkıyor”
- “Muhafazakar Kemalist kesim, AKP’yi kapatarak kendine hareket alanı yaratmaya çabalıyor”
- “Demokrasilerde parti kapatma söz konusu değildir”

***

AB ülkelerinde parti kapatma söz konusu değil mi?

İspanya ve Almanya kapatmaya nasıl bakıyor?

Şimdilerde Almanya’da, Nasyonal Demokrat Parti (NDP)’nin kapatılması gündemde. Dolayısıyla parti kapatma girişimi, AB için de geçerli. Almanya, bu konudaki en taze örnek.

Ancak AB yetkilileri NDP’nin kapatılma girişimini hukuki ve demokrasiye uygun olduğunu ima eden açıklamalar yaparken, Türkiye’de AKP’nin yargılanması bile neredeyse tüm bunlara aykırıymış gibi bir hava yaratıyor.

Çünkü Türkiye yabancı yatırımcıların yüksek faiz nedeniyle, en rahat para kazandıkları ülkelerin başında geliyor.

Aynı zamanda AB’nin Türkiye’den isteyeceği daha çok şey var.

***

Almanya ve İspanya’da partilere kapatma davası açılır ve partiler kapatılırken, Türkiye’de AKP’ye dava açılınca bu “yargı darbesi” ya da “demokrasi açısından ham olma” şeklinde nitelenecek.

Bu “mantığın” açıklanabilecek bir yanı var mı?

AKP’nin yargılama sürecini durdurmaya yönelik anayasa değişikliği girişimleri de AB yetkilileri tarafından son derece “hukuki” ve “demokratik” sayılması nasıl değerlendirilmeli?

O halde “hangi Avrupa?” diye sormak zorunlu.

Demokrasinin ve hukukun üstünlüğünden yana olan mı, yoksa kendi çıkarları için bu iki kavramı istediği gibi kullanarak AB’ye aday ülkelerin iç işlerine ve yargısına karışmayı görev bilen bir Avrupa mı?

7 Nisan 2008 Pazartesi

HANGİ TÜRKİYE, HANGİ AB? (I)
ALİ BULUNMAZ

İzmir, Expo 2015’i neden kaybetti?

AKP Genel Başkan Yardımcısı Dengir Mir Mehmet Fırat’ın, buna hemen imalı bir yanıtı vardı: “İzmir’in yarışı kaybetmesinin, Türkiye’de son dönemde yaşananlarla bir ilgisi var mı, bu çok tartışılacak.”

Fırat’ın ima ettiği şey, AKP’ye açılan kapatma davası. Ancak Fırat, İtalya Başbakanı Prodi’nin oylama öncesinde söylediklerini hiç dile getirmedi. Ne demişti Prodi?

“Türkiye’de son yıllardaki anti laik gelişmelere ve dinsel fundamentalizme karşı, kadınların hak ve özgürlükleri için bize oy verin.”

Türkiye’de laiklik karşıtı eylemler ve kadına yönelik negatif ayrımcılık, AKP iktidarıyla artmadı mı?

***

31 Mart günkü Vatan gazetesinin birinci sayfasındaki fotoğraf ve haber, bize ne anlatıyor? Kara çarşaflı, cübbeli ziyaretçiler, tekbir ve ilahilerle Çanakkale Şehitler Anıtı’nı geziyor…

Ya Çin’in hazırladığı Olimpiyat Kitapçığı’nda yer alan, olimpiyat meşalesinin getirildiği İstanbul’u tanıtan türbanlı kız çocuğu fotoğrafına ne demeli? Bu kare, İstanbul ve Türkiye’yi mi resmediyor?

Unutmadan, yabancı ajanslar AKP’nin kapatma davasının Anayasa Mahkemesi’nce kabulünü abonelerine hangi fotoğraf eşliğinde servis etti?

Türbanlı ve kara çarşaflı kadın fotoğraflarıyla…

***

Türkiye, dünyadan nasıl görünüyor? Yukarıdaki örnekler bunu açıkça ortaya koyuyor aslında.

AKP, iktidar olduğu günden beri Türkiye’de dincilik hızla yayıldı, kadrolaştı ve toplumun yapısı değişmeye başladı.

Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı, “AKP laikliğe aykırı eylemlerin odağı haline geldi” diyerek kapatma davası açınca hem AKP hem de AB, yargıya yönelik inanılmaz bir saldırı başlattı.

Öyle ki “yargı darbesi” tanımlaması, AKP yandaşları ve AB yetkilileri tarafından sıkça kullanılır oldu. AB, kapatılmaması için AKP’ye destek harekâtına girişti. Olli Rehn, Lagendijk ve diğer AB önde gelenleri AKP’ye kol kanat gerdi.

Yurtsever ve duyarlı insanların kafasını, yanıtı belli sorular meşgul ediyor:

Adı geçen yetkililer, neden AKP’ye bu kadar destek çıkıyor?

AB için Türkiye’de demokrasi ve hukukun üstünlüğünün varolması önemli mi, yoksa işe yarar bir iktidar mı isteniyor?
***

Avrupa basını da, Rehn ve Lagendijk ile Türkiye’deki AKP yandaşlarının ağzıyla yayın yapıyor.

Örneğin Le Monde’daki yorumlar, daha öncekilerden farksız:

- “AKP’ye açılan dava ‘yargısal bir darbe’dir.”
- “Türkiye’de İslamcı muhafazakarlar ile laikler arasındaki mücadele kızışıyor.”
- “İlerleme kaydeden ve istikrar sağlayan AKP’nin kapatılma girişimi, Türkiye’deki demokratik olgunluğun sorgulanması demek. Türkiye bu girişimle, kurumlar arasında yaşanabilecek, sonu kestirilemeyen bir gerilimin içine girebilir…”

***

Türkiye’deki gerilimin kaynağı kim?

Her fırsatta “biz hiçbir zaman gerilimin tarafı olmadık” diyen Tayyip Erdoğan, partisinin tüm ülkeye yaydığı gerilim ve ayrıştırma zihniyetini elbette görmezden geliyor…

Son dönemde “liberal aydınlar” ve dinci basının dilinden düşmeyen “kapatma davasının Avrupa ülkelerindeki demokrasiyle uyuşmadığı” görüşü ne derece gerçekçi?

AB içinde, dinci örgütlenmeyle iktidarını güçlendiren veya güçlendirecek bir siyasi partiye nasıl yaklaşılır?

AB, baktığında hangi Türkiye’yi görüyor?

Daha da önemlisi Türk halkı, hangi Türkiye’de yaşamak istiyor?...

4 Nisan 2008 Cuma

KAPATMA…
ALİ BULUNMAZ

Şöyle bir hava var: AKP, Anayasa Mahkemesi’nde yargılandı, dava bitti ve parti kapatıldı. Bunu yayanların herhalde bir bildikleri var…

AKP medyası bu temayı toptan ve perakende satışa sundu. “Mağduriyet”, “haksızlık” ve “yargı darbesi” gibi konular da bu temaya eklendi.

AB yetkilileri de, AKP’ye bu “hukuk mücadelesinde” destek çıkıyor ve Anayasa Mahkemesi’ne kendilerince akıl veriyor:

- “Millet iradesine ve 22 Temmuz’da sandıktan çıkan sonuca uygun karar alın…”
- “AKP’yi kapatırsanız, AB yolculuğunuz biter…”
- “Kapatma ve siyasi yasak talebi esastan reddedilsin…”

***

AB, “AKP olmazsa Türkiye’de ‘demokrasi’ olmaz” ve “AKP yoksa müzakereler sonlanır” türünden tehditkâr bir yaklaşım içinde…

Ama AB, işine gelmediğinden, AKP’nin Türkiye’de yarattığı gerilimden, hukuk tanımaz söylem ve eylemlerden, toplumu ayrıştırışından söz etmiyor; beraber yürüdüğü yol arkadaşına kol kanat geriyor…

AB, usulen bir eleştiri de getiriyor bu arada:

-“Reformları yapın yoksa size sırtımızı döneriz.”

***

AKP’nin Türkiye’yi kapatma girişimleri, AB’nin pek öyle umurunda değil. Uyguladığı yandaş demokrasisi ve varmak istediği ümmet toplumu, AB için şu an bahsi geçmeyecek kadar tali konular.

Varsa yoksa, AKP eliyle Türkiye’nin denetim altında tutulma gayreti…

***

AKP ve destekçileri, kendi demokrasisi, yargısı, medya ve sermayesini tam anlamıyla kurmak için tüm gücüyle çalışıyor.

Bir başka deyişle, Türkiye’deki her kurumu kapatmaya; kendisine katmaya çabalıyor.

Kapatma davasına hukuk açısından değil de, siyasi gözlükle bakılarak, “yargı darbesi” denmesi ve davadan kurtulmak istenmesinin nedeni de bu girişimin sekteye uğrama olasılığı...

AKP ve yandaşları, suçlarını; demokrasiye karşı söylem ve eylemlerinin ağırlığını biliyor…

2 Nisan 2008 Çarşamba

DAVA…
ALİ BULUNMAZ

Anayasa Mahkemesi, AKP’nin kapatılması istemiyle hazırlanan iddianameyi kabul etti. Dava süreci resmen başlamış oldu.

AKP’nin davaya yaklaşımı nasıl? Anayasa değişiklikleriyle buradan kurtulma çabası ağır basıyor.
Ya da referandumla…

Referandumun Türkiye’yi sürükleyeceği nokta ne olabilir?

Sütre gerisinden laikliğe karşı bir kampanya başlatılabilir mi? Olabilir…

Bunun adını “demokrasi”, “ifade özgürlüğü” veya “millet iradesi” koyarak, Türkiye’deki hukuk ve gerçek demokrasinin temeli dinamitlenebilir.

Zaten AKP, 2002’den beri bu yönde pek çok adım attı. Kendi davasını, adım adım topluma benimsetmeye çalıştı.

Kapatma davası, AKP’nin davasının ifşa edilmesi ve aynı zamanda uygulamasının önünde güçlü bir engel. Bu nedenle AKP de, Anayasa Mahkemesi’nin davayı görmesini engellemeye çabalıyor.

***

AKP’nin “demokrasi” ve “özgürlük” mücadelesinin en büyük destekçileri kim?

AB, ABD ile cemaat ve tarikatlar…

AB, şantaj ve tehditlerini açıkça ortaya döküyor:

- “AKP kapatılırsa müzakereler askıya alınır…”

AB müzakereleri zaten askıda değil mi?

***

Şimdi bir soru var yanıtlanması gereken: AKP, AB’ye “bize destek çıkın” dedi mi demedi mi?

Zira iktidar, kendi davasını selametle sürdürmek için AB’ye ve AB maskelemesine ihtiyaç duyuyor.

AB de, Türkiye’den alabilecekleri için AKP’ye…

Aynı şekilde, BOP’u uygulama adına ABD de

AKP, hem baş koyduğu davasını başarıyla sonlandırmak hem de kendisini iktidar yapan dünya aktörlerinin isteklerini yerine getirmek için kapatılmaması gerektiğini düşünüyor.

AKP’nin davası ile kapatma davası kafa kafaya geldi. İktidar, oyunu kendi koyacağı kurallar ile oynama gayretinde.

AKP’nin düsturu “bir gün herkes AKP’li olacak”tan başka bir şey değil. Bunun için bütün kuralları hiçe saymaya da hazır.

Çünkü söz konusu olan, “beraber yürünen yollardaki” arkadaşlarla kotarılmaya çalışılan yılların davası…