30 Haziran 2008 Pazartesi

AKP’NİN “DEMOKRASİ” SINIRI…
ALİ BULUNMAZ

AKP zihniyeti demokrasiyi özümsedi mi?

Bu sorunun yanıtı kocaman bir “hayır”dır. Demokrasiyi özümsemek demek hak ve özgürlükleri içselleştirmek demektir.

Aynı zamanda ifade özgürlüğünü ve eleştiriyi de benimsemek demektir demokrasi.

Bu anlamda, AKP ve AKP zihniyetinin sahte demokratlığı her bulduğu kırıktan yüzeye çıkıyor. En son örnek, Latife Tekin’in Karabük’te başına gelenler.

***

Yazar Latife Tekin, Karabük’te düzenlenen 3. Sanayi, Kültür ve Sanat Festivali’ndeki konuşması sırasında AKP’li Belediye Başkanı Hüseyin Erer’in saldırısına uğruyor.

Peki, ne demiş Latife Tekin?

AKP’nin enerji politikalarını eleştirmiş, nükleer santrale karşı olduğunu dile getirmiş ve nihayet AKP’nin uyguladığı enerji politikaları için “aşağılık” nitelemesini kullanmış.

Bunun üzerine, Belediye Başkanı Hüseyin Erer de çileden çıkmış. Kürsüye gelip, Latife Tekin’e oradan inmesini emretmiş! Çünkü Tekin “politika ile ilgili konuşamazmış, bunun yeri ve zamanı değilmiş.” Üstüne üstlük Karabük Belediyesi’nin “ödediği ücretle orada bulunuyormuş.”

Belediye Başkanı Erer’in yaptıkları bununla da sınırlı değil. Tekin’in konuşmasını sürdürmesi üzerine mikrofonu kapattıran Erer, “haydi şimdi konuş” demiş.

***

Tüm bunlar bize neyi gösteriyor?

AKP zihniyeti bırakın eleştiriyi, kendileri için ters kabul ettikleri en ufak bir ifade ya da söze bile, saygı sınırlarını yerle bir eden üslupla yanıt veriyor.

Latife Tekin’in başına gelen de bu…

Ama burada merak uyandıran bir başka konu var: Acaba, “ifade özgürlüğü” ve “eleştiri” deyince, yürekleri titreten ve mangalda kül bırakmayan; beri yandan AKP’nin “demokrasi” ve “özgürlük” abidesi olduğunu savunanlar, Latife Tekin’in yaşadıkları karşısında nasıl bir tepki gösterecek?

Daha doğrusu gösterecek mi?

***

Bu saldırı, hem AKP zihniyetini açığa vurması hem de AKP’ci “aydın” ve “yazarların”, olayı görüp görmeyeceklerini yansıtması bakımından ayrıca bir öneme sahip.

Latife Tekin’in Karabük’te yönelttiği eleştiriler ve sonrasında AKP’li Belediye Başkanı’nın tavrı AKP zihniyetinin “özgürlük” ve “demokrasi” anlayışı ile sınırını ortaya saçıyor…

27 Haziran 2008 Cuma

GÜNEBAKANLAR…
ALİ BULUNMAZ

Kendimize soralım: Nelere alıştırıldık, alıştırılıyoruz? Hangi renkler etrafımızı kuşatıyor? Sorguluyor muyuz? Yüzümüzü ışığa vurmak için ne yapıyoruz? Gülten Akın’ın bir şiiri vardı, "Körleşme", anımsıyor muyuz:

“Körleşme’ diyor telefondaki ses / bakmadan yürüyüp gidiyoruz / ırmak yanımızdan akıyor / dağıttığımız, boşa gittiğini sandığımız sözcükleri bir bir derleyerek / bir gün yeni bir yatak açmak için kendine umutlanıyoruz (…) ırmak yanımızdan akıyor yatağını zorlayarak / yıkarak bazan / bakmadan geçip gittiğimiz o sislerin içindeki: ah / geri dönüşlerle yürüyor kimimiz / düşleri azaldıkça anıları artıyor / onlar bizim delilerimiz mi / kilitleyip unutuyoruz…”

Toplum olarak bir körleşme içinde miyiz? Görmemek, duymamak hatta konuşmamak “en iyisi” gibi geliyor. Zaten böyle öğütlenmiyor mu?

“Konuşmayın; konuşmazsanız biz de dinlemeyiz” denmiyor mu? Suskunluk, bezginlik ve kabulleniş. Sessizliğin sesi: Onu dinlemeye gerek yok.

Konuşanlar, baskı kurup yıldırıya yönelenler “bizi dinleyin yeter” diyor; “yalnız biz konuşalım, ‘çatlak sesleri’ de başka türlü dinleyelim” buyuruyor…

Körleşiyor muyuz? Lal olup, kuytulara mı çekiliyoruz? Çatıları namazgâh seçenlere bakıp, herhangi bir şey geçiriyor muyuz aklımızdan? Ya 1923 Aydınlanmasını “travma” olarak niteleyenlere ne demeli? Bu niteleme bile bir travmanın göstergesi değil mi?

“Mahalle” adı altında, tarikat ve cemaatleri kucaklayanları, “onlar aslında şunu söylemek istedi” diyen kadrolu düzeltici ve “zihin açıcıları” seçebiliyor muyuz?

Politikayı, yaşamı, insan ilişkilerini ve dünyaya bakışımızı “özgürlük” adı altında dinciliğe yedirmeye uğraşanlar bir ırmak gibi akıyor yanımızdan. Farkında mıyız?

Turuncu ve turkuaz renklere alışmak istemeyen, örtünün altında gizleneni açık edenleri, alaycı bir gülüşle “meczup” kılanlara da mı bir sözümüz yok? Yargının aldığı kararları “kendi çıkarlarını zedeler” bulduğu için aşağılayan ve neredeyse tanımayanları geçiştirenlere ne demeli?

Susmak, ortak olmak ve uslu çocuğu oynamak demek bir anlamda. Konuşmak ise umut. Karanlığın boğuculuğunu silkeleyen bir edim. Korkuya ve korkutmayı yöntem olarak seçenlere karşı bir duruş. Aydınlığın sesi ve rengi… Yaratılmaya çalışılan “biat et, rahat et” ezberini bozan bir eylem aynı zamanda.

“Ilımlı İslamcılığı”, “demokrasi” makyajıyla allayıp pullayan yobaz egemenliğinin işgüzarlığını ortaya saçan; “bizden-onlardan” gibi ayrımların oyununu suya düşüren bir yeti öte yandan. Aydınlığa giden yol…

Aydınlık kimilerinin gözünü kamaştırıp, rahatsızlık yaratabiliyor doğal olarak. Zihninde karanlığı büyütüp, hayata simsiyah bir perde çekmeye çabalayanlar için aydınlık, katlanılması zor bir şey.

Karanlığı yırtıp atmanın yolu, yüzü aydınlığa dönmek. Günebakanlar gibi.

Körleşmeyi önleyecek yegâne çare de bu…

25 Haziran 2008 Çarşamba

İKTİDAR… (*)
ALİ BULUNMAZ

Bir iktidar düşünün…Meslek odası seçimlerinden Futbol Federasyonu seçimlerine, sivil toplum örgütlerinin iç yapısından yaşamın her alanına kadar tek söz sahibinin kendisi olması gerektiğine dikkat çeken. Yardımlar, atamalar, ihale ve teşvikleri tarikat-cemaat üyeliği “ölçütüne” göre düzenleyen. Yarattığı güç fetişizmiyle, işgüzarları etrafında pervane kılan.

Bir iktidar düşünün… “Ben” derken, gerçek “biz”i unutan; “biz”den yalnızca boyun eğenleri, tarikat-cemaat kardeşliğini ve yandaş demokrasisinin yılmaz savunuculuğunu anlayan. Yerelde ve genelde “ben”, “benden”, “bizden olan” ayırımcılığı ve dayatmasını palazlandıran.

Toplumu dönüştürürken, dinciliği “dindarlık” ve “özgürlükle”, sivil darbeyi “demokratlıkla” eşleştiren. “İkna edemiyorsan kafa karıştır” anlayışını yol seçen bir iktidar karşımızdaki. Doğruyu söyleyene, onuncu köyü bile dar eden.

Bir iktidar düşünün… “Anayasamızda laikliğin ne olduğu yazmıyor ama biz laikliğe aykırılık nedeniyle yargılanıyoruz” diyen. Anayasa Mahkemesi kararlarının Meclis tarafından “askıya alınmasına” yönelik “bireysel fikir” ve önerilerle zihninin gerisindeki hukuk tanımaz “demokrasi” kabulünü açığa vuran. Verdiği savunmayla “laikliğin yaşam biçimi olmadığına dair” görüşünü benimsetmeye çabalayan.

Bir iktidar düşünün… “Uzlaşmayı”, “herkesin kendisiyle aynı çizgiye gelmesi” şeklinde yorumlayan. “Özgürlüğü” ise, ortaya attığı tasarılar ve sunduğu “çözüm” önerilerinin, sorunsuz ve sorumsuzca; engelle karşılaşmaksızın hayata geçirilmesi adına, her şeyin sınırsızca ve ölçüsüzce yapılabilmesi olarak algılayan. “Demokrasi”den, tek sesin egemenliği ve tek adam yönetimi sonucunu çıkaran…

Aslında her şey ortada: Tüneli geçene kadar, trene “demokrasi” diyen ve denmesini isteyen bir iktidarla yüz yüzeyiz. Sonrası malum…

Bir iktidar düşünelim hep birlikte; bugünü ve yarını da. Ve ardından bir kez daha düşünelim…

(*) Cumhuriyet, 22.06.2008

23 Haziran 2008 Pazartesi

FUTBOL VE AKP…
ALİ BULUNMAZ

Hırvatistan maçıyla, Avrupa Şampiyonası’nda yarı finale yükselen ulusal takımın yaşattığı sevinç sonrası, sözü her fırsatta Tayyip Erdoğan’a getirmeyi başaran yayıncı kuruluşun Spor Müdürü Selçuk Manav, maçın ardından Futbol Federasyonu Başkanı Hasan Doğan’la kısa bir söyleşi yaptı.

Hasan Doğan’ın açıklamasında dikkat çeken bir ifade vardı:

- “Futbol bizim açımızdan önemli. Ekonomik, siyasi ve sosyal olarak futbola önem veriyoruz. Futbolu en iyi şekilde kullanmamız lazım. Futbol okullarına ihtiyacımız var…”

Bu, heyecanla; maçın sıcaklığıyla yapılmış bir açıklama mıdır?

Peki, Hasan Doğan kim?

Tayyip Erdoğan’ın en yakın arkadaşlarından biri. Haluk Ulusoy’a karşı, Erdoğan’ın desteğiyle Futbol Federasyonu Başkanlığı’na seçilmiş bir isim.

Bir anlamda, AKP’nin Futbol Federasyonu’ndaki en üst düzey temsilcisi.

***

AKP futbolu da, diğer tüm konular gibi kullanıyor.

Tayyip Erdoğan, Hırvatistan maçı öncesi her fırsatta, futbol ile siyaset arasında bağlantı kurdu.

Federasyon ve futbol kulüpleri üzerinde AKP’nin etkinliği büyük. Hatta bazı bakanlar, kimi futbol kulüplerinin fahri başkanlığına soyundu.

Adalet Bakanı Mehmet Ali Şahin Antalyaspor’un, Maliye Bakanı Kemal Unakıtan da Eskişehirspor’un gölge başkanıydı…

AKP, İzmir’de güç kazanmak için Ankaraspor’u Göztepe’ye katma hazırlığı yapıyor. Böylece İzmir’in Süper Lig’de temsil edilmesinin ve buradan siyasi kazanç sağlamanın peşine düşüyor…

***

Futbolun AKP için ne denli önemli olduğu ortada.

Siyaset ile sporu iç içe geçirmeyi; sporu siyasete yedirmeyi de görev edinmiş durumda AKP.

Buradan bakıldığında sözlerinin arasına “futbol siyaset için önemli” ifadesini sıkıştıran Hasan Doğan’ın belirlemesi hangi şekle bürünüyor?

Bu, bilinçaltının hızla dışa yansıması. AKP zihniyetinin ve kadrolarının, genelde spora ve özelde futbola bakışının göstergesi.

“Bunlardan nasıl faydalanabilirim?” düşüncesinin açığa çıkışı. Hasan Doğan’ın sözleri aslında bunu anlatıyor.

AKP ve AKP’nin atadığı isimler, iktidarın yararına olabileceğine inandıkları her şeyi sonuna kadar kullanmayı istiyor.

Görünen ve yapılan bu…

21 Haziran 2008 Cumartesi

DUYGU COŞUMCULUĞU…
ALİ BULUNMAZ

Türkiye’nin Hırvatistan maçı öncesi de, maç anı ve sonrası da tüm kalıpları gerçekten altüst edecek nitelikteydi.

Sistem, oyun kurgusu, taktik; hiçbiri konuşmadı.

Evvelinde, coşku da farklı bir boyuttaydı.

Hırvatistan maçı öncesi, en baba “demokrat” ve “milliyetçilik karşıtı” kalemler, köşelerini saf kan Osmanlıcılığa açtı. Ve dediler ki:

- “Viyana’nın fethine…”

- “Avusturya’da mehter marşı…”

***

Son dakikalarda kazanılan İsviçre maçından bu yana, sarıldığımız bazı tanımlama ve nitelemeler de akıllara zarar.

Gazete manşetlerini, yorumlar ve açıklamaları bunlar süslüyor:

- “Mucize, gizli güçler, dualar…”

Metafiziğe kendimizi bu kadar kaptırınca, akıl da doğal olarak tutuluyor.

Yorumlar ilginç:

- “Maçı, anaların duaları kazandırdı…”

- “Bu bir mucize…”

- “İsviçre maçından bu yana bazı gizli güçler Türkiye’ye yardım ediyor…”

Bu ifadeler, sahada mücadele eden ve son dakika golü yedikten sonra bile oyunu bırakmayan futbolculara haksızlık değil mi?

***

Ama bu gidişin ve söz konusu yorumların yadırganmaması gerek!

Çünkü duygu coşumculuğu, aklı çevreleyince hurafeler, gizil güçler ve mucizeler konuşulur…

Başarıyı küçük görmeye kadar varabilir bu ya da kazanımı başka yerlerde aramaya…

***

Kazanılan bu başarı, “mucize” değildir; isteğin ve mücadelenin ürünüdür.

Dolayısıyla ulusal takım, kendi şansını ve başarısını yine kendisi yaratmıştır.

İşi mucizeye, keramete ve metafiziğe bağlarsanız, bir şeyler ters gitmeye başlayınca bunlardan medet umma gibi bir tembelliğe kapılırsınız. Bekler durursunuz…

Bazen Godot’yu beklemeye de dönüşebilir bu.

Ta ki kendi gücünüzün farkına varana kadar…

Aklınızın zenginliğini ve yaratıcılığınızı hatırlayana kadar…

20 Haziran 2008 Cuma

DİNDAR İLE DİNCİ…
ALİ BULUNMAZ

Türkiye’de siyaset dincilik üzerinden şekilleniyor. Sosyal yaşam da buna uydurulmak isteniyor ve bu gidiş, 2002’den beri böyle devam ediyor.

22 Temmuz seçimlerinden sonra dincilik gemi azıya aldı.

AKP’ye yönelik hazırlanan iddianamenin özünü de dincilik oluşturuyor.

***

Dincilik nedir?

AKP’nin yaptıkları ve yapmaya çalıştıkları, dinciliğin neliğini ortaya koyuyor.

Dincilik, Tanrı ile insan arasında şekillenmesi gereken inanç dizgesinin aracılara teslim edilmesi öncelikle.

Dinin politikada kullanılması ve inançların sömürülmesi sonra da. Bir yerde, kurgulanan yeni “inançlar” ya da sahteci söylemleri baskıyla harmanlayarak gemiyi, güncel deyişle “treni” yürütmek demek dincilik.

AKP, iktidarının ilk gününden beri dinciliği siyasetinin merkezine oturttu.

***

Türban ve sıkmabaşa “başörtüsü” adını takıp; bu siyasi simgeleri “özgürlüğün” ve “dindarlığın” göstergesi saymak da dinciliğin yapı taşlarından biri.

Dincilik, toplumda gerilim yaratan; ayrımcılıklara kapı aralayan ve “bizden-onlardan” şeklinde bir bölünmeye yeşil ışık yakan ucubeden başka bir şey değil…

İşte AKP, 2002’den beri bunu uyguluyor. Toplumun dincilikle yoğrulmaya çalışılması, şunun gibi belirlemeleri gündeme getirebiliyor:

- “Bugün Müslüman genç erkekler üniversitede okurken, Müslüman genç kızlar ‘inançları gereği başlarını örttüğü için’ üniversiteye giremiyor.”

AKP’nin dinci örgütlenmesi ve zihniyeti, toplumun kimi kesimlerinde bu türden “yargılara” varılmasını da kolaylaştırıyor.

Bunu zihinlere kazıyan ya da kazımaya çalışan kim?

AKP, onun iktidarında kadroları kuşatan tarikat-cemaat yapılanması ve AKP’ci medya ile “aydınlar.”

Buradan zararlı çıkan kim peki?

Kendi halinde inancının gereğini yerine getiren ve bunun reklamını yapmayan naif dindarlar.

Dincilik ürettiği hurafe, yanlış bilgi ve baskıyla dindarlığı kuşatıyor.

***

AKP dinci bir parti…

AKP’nin palazlandırdığı; dini, siyasi ve ekonomik çıkarları için kullanan kadrolar da dinci.

AKP’nin tarikatçı-cemaatçi ve Arap-Vahabi zihniyeti inançlı, inançsız, çağdaş ve gerçek aydın kesimleri cendereye sokuyor.

Türkiye bugün, kendini dincilikle var eden ve bundan beslenip iktidar olan AKP tarafından büyük bir ayrışmaya sürükleniyor.

***

Örneğin AKP eliyle “laikler-dindarlar” gibi bir ayrım yapılarak, kişiler birbirine düşürülmeye çalışılıyor. Asıl tehlike de burada.

Çünkü din sömürgenlerinin, yani dincilerin, laikliği yaşam biçimi olarak kabullenememesi ve onun temellerini sarsmaya, laikliği yok etmeye ant içmeleri mevcut tehlikenin en somut göstergesi.

Toplum, dincilikle dindarlık arasındaki farkı görmek zorunda…

18 Haziran 2008 Çarşamba

AKP’NİN TÜRKİYE DÜŞÜ…
ALİ BULUNMAZ

Tayyip Erdoğan’ın geçenlerde yaptığı açıklama ilgi çekiciydi. Ne demişti:

- Ben yaptım oldu’ anlayışını demokratik rejimler kaldırmaz. Hükümetler yaptığında da kaldırmaz, yargı yaptığında da. Bu anlayış demokratik hukuk devletinin kimyasını bozar.”

Türkiye’de hukuk devletinin kimyasını bozan yargı mı, yoksa AKP mi?

Anayasa Mahkemesi, elindeki yetkiyi kim adına kullanıyor?

Millet…

***

AKP durmaksızın demokrasiye atıf yapıyor. İyi de, demokraside asıl olan ne?

Eşitlik, özgürlük, hukukun üstünlüğü ve laiklik. Bunlar birbirinden ayrılmaz parçalar. Herhangi birini aşağı çekince veya etkisizleştirince demokrasi yıkılır.

AKP’nin laiklikle, hukukla, eşitlik ve özgürlüklerle ilgili çok belirgin sorunları var.

Buradan bakıldığında “ben yaptım oldu” anlayışı tam da AKP’yi anlatıyor. Erdoğan, grup toplantısında yaptığı konuşmada bunun “hükümet tarafından da yargı tarafından da yapılması durumunda, demokratik hukuk devletinin kimyasını bozulacağını” söyledi.

Dengeli bir yaklaşım sergiliyormuş gözükse de, hedef Anayasa Mahkemesi.

***

Erdoğan’ın ve AKP’nin hukuka saygı “mantığı” şöyle işliyor: “Yargı, benim fikrime ve zikrime ‘uygun’ karar aldığı sürece saygı duyulacak bir demokrasi kurumudur.”

AKP yargıyı, yandaş demokrasisinin bir ayağı haline getirmeye çabalıyor. Sivil ve “yeni” Anayasa’nın temelinde bu yatıyor.

AKP’nin “demokrasi” kavrayışı, kuvvetler ayrılığına değil, kuvvetler bütünlüğüne dayanıyor.

AKP’nin istediği tümcü bir yönetim modeli:

- Yasama, yargı, yürütme elde…

- Medya cepte…

- Toplumsal ve siyasal muhalefet yerlerde…

- Sivil toplum yanda yörede…

- Toplum, iktidara boyun eğmekte…

AKP’nin Türkiye düşünü bunlar süslüyor…

16 Haziran 2008 Pazartesi

BAĞIMSIZLIK…
ALİ BULUNMAZ

Televizyon ekranlarındaki türbanlı kız öğrencinin şu sözleri bir gerçeği açığa çıkardı:

- “Ben Humeyni’yi seviyorum, Atatürk’ü sevmiyorum (…) Şimdi burada İngilizler olsaydı daha özgür olurdum…”

Artık fotoğraf daha belirgin görünüyor.

Türkiye’nin Dışişleri Bakanı “ülkemde Müslüman çoğunluğun inançlarla ilgili sorunları var” diyebiliyor, bir anlamda “dert yanıyor” ve kendi ülkesini şikayet ediyorsa, sıkmabaşlı öğrencilerden bu sözleri duymak şaşırtıcı gelmemeli!

İktidar, bağımsızlığı tam bağımlılık şalıyla örtmeyi görev edinmişse, “İngilizler olsaydı daha özgür olurdum” sözü de kimseyi tedirgin etmemeli!

Zihinlere işlenen bu yanılgı, gerçeğin altüst oluşunu da simgeliyor aynı zamanda. Yanılgı, insanları öyle yerlere götürüyor ki, bir noktadan sonra yalan ve dolanla buluşuluyor.

İşte bu yüzden, İsmet İnönü “millet düşmanı” ilan edilebiliyor; bununla da kalınmıyor, M. Kemal ile birlikte açtıkları Meclis’te, bugün kendisine yakıştırılan sıfatı onaylayanlar bile çıkıyor.

Mantık, mantıksızlıkla sarıp sarmalanıyor.

İngilizleri “özgürleştirici” gören sıkmabaşlı genç kıza sormalı: Özgürlüğün “teminatı” gördüğü İngilizler, acaba Ortadoğu’da, Afganistan’da ve Irak’ta bugüne dek kimi özgürleştirmiş?

İsmet İnönü’yü “millet düşmanı” ilan eden ve bunu onaylayanlara da soralım:

M. Kemal, İsmet İnönü ve arkadaşları, bu coğrafyada başka kimsede bulunmayan hakları ve onuru, bu halka verdiği için mi “millet düşmanı”dır gözünüzde?

***

Bu sözleri sarf eden ve onun peşinden gidenler, bağımsızlığın ne anlama geldiğini biliyor mu acaba? Bir milleti özgürleştirmenin, onu bağımsızlıkla tanıştırmanın önemini kavrayabiliyorlar mı?

Bağımsızlığın değerinin ve onurunun farkındalar mı?

Bağımlılık, bağımsızlıktan daha mı değerli bu kişiler için? Öyle olmalı ki, ne yaptıklarının ya da yapmaya çalıştıklarının ayırdında değiller.

Dümeni kırdıkları yönün sonunda neyle karşılaşacaklarını da bilmiyorlar.

Oysa örnekler yanı başımızda: Irak, Afganistan, Pakistan, İran…

Ama onlar, kağıt üstünde “bağımsız” ve “özgür” değil mi?

13 Haziran 2008 Cuma

KALEMİN RENGİ…
ALİ BULUNMAZ

Kalem renksiz ve tarafsız olabilir mi?

“Tarafsız olmalıdır kalem” deniyor. Doğru. Çünkü kalemi elinde tutanın başlıca görevi, olup biteni tüm çıplaklığıyla sunmaktır.

Ama bu, gerçeğin ve doğrunun tarafında olmaktır aynı zamanda. Bir başka deyişle sanal gerçekliğin, suni gündemin ve zihin bulandıran yapıbozumculuğun fedailiğine soyunmamaktır.

Doğru ve gerçek olanın yanında durmak; görmek ve gördüğünü aktarmak kalem erbabının hem görevi hem de sorumluluğudur.

***

Kalem kışkırtıcı olmalıdır. Fakat bu kışkırtma, düşünmeye zorlama anlamındadır. Eleştirmeyi, sorgulama ve sonuçlar çıkartmayı tetikleyen bir kışkırtma.

Dolayısıyla kalemin görevi, zihinleri karıştırmaktan öte aydınlatmaktır. Bunun için kalemin kendisi de aydın ve aydınlanmış olmalıdır. Bilgi ve bilgiden doğan fikre sahip olmalıdır.

Bilgi, onu aktarmayı, paylaşmayı ve ilgili yerlere iletilmeyi bekler. Kamuoyu da, bu bilgiyi edinme hakkına sahiptir.

Kalem, bilgi ve fikrini aktarma görev ve sorumluluğunu kötüye kullanırsa, kamuoyunu yanıltma yoluna sapar ki bu, kalemin hem kendisine saygısını hem de onurunu zedeler.

Doğru ve gerçekten yana oluşunu sonlandırır.

Bu sürükleniş, kalemi renkten renge giren bir bukalemuna dönüştürür.

***

Kalem ne renksiz ne de tarafsız olmalıdır. Rengini belli etmelidir, gerçeğin ve doğrunun tarafında yer almalıdır.

Bukalemunluğun, düzeysizliğin ve yüzeyselliğin girdabına kapılmamalıdır.

Onur, kalemin vazgeçilmezi olmak zorundadır. Yalınlığı elden bırakmadan, yavanlığa kaçmamalı ve derinliğini bırakmamalıdır.

Kalemi kalem kılan; kalem için olması gerekenler bunlardır…

11 Haziran 2008 Çarşamba

“SAVAŞ İLANI…”
ALİ BULUNMAZ

Anayasa Mahkemesi, üniversitede türban serbestisi getiren Anayasa değişikliğini iptal etti. AKP ve AKP medyasında yorumların da sınırı ve ölçüsü kalmadı:

- “Bu bir savaş ilanıdır, sözleşme son bulmuştur”

- “Yargı, Meclise, dolayısıyla ‘millet iradesine’ müdahale etmiştir”

- “Yüksek yargının da yargılanacağı bir sistem oluşturulmalıdır”

- “Yargı, yetkisini aştı”

- “Bu karar, meclis iradesine tecavüzdür…”

***

AKP’nin ve AKP’ci medyanın iki önemli isteği var: Birincisi yargının, hükümetin “işine gelen kararlar” alması. İkincisi ise yüksek yargının, siyasete “köstek” olmaması. Yukarıdaki yorumlardan çıkan sonuç bu…

Demokraside yargının işlevsizleştirilmesi ve saygınlığının ayaklar altına alınması olası mıdır? Yargısız “demokrasi”, gerçek bir demokrasi midir?

Bunun yanında, Anayasa Mahkemesi kararını “savaş ilanı” saymak, demokrasiye saygının bir göstergesi midir?

***

Demokrasi bir sakız ; istenildiği zaman ağza alınıp çiğnenen, istendiğinde tükürülen bir sistem değil.

Demokrasi haklar, özgürlükler ve eşitlikler sistemi. Hukuk ve yasalara dayanan yargı da, demokrasinin en önemli güvencelerinin başında.

Bugün AKP iktidarı ve AKP’ci medya yargıya saygı duyuyor mu?

***

İşin bir başka tuhaf yanı daha var. Anayasa Mahkemesi, kararını açıklayınca anlı şanlı “tarafsız” haber kanalları hemen borsa sihirbazlarına ve döviz uzmanlarına çanak sorular yöneltti. Onlar da, kendilerinden istenen yanıtları bir solukta verdi:

- “Dolar yükselecek…”

- “Borsada çarpıcı oynamalar olabilir…”

Yeme de yanında yat!

Denmek isteniyor ki, “Anayasa Mahkemesi verdiği bu kararla ekonomik istikrarsızlığa kapı aralayabilir…”

Peki, kredi kartı borçları, protestolu senetler, işsizlik, yoksulluk, borçla borç kapatma, kapısına kilit vurulan iş yerleri, kaçak çalışan kişi sayısının artması, yolsuzluk ve iktidar tarafından tırmandırılan siyasi gerilim; bunlar ekonomik istikrarsızlık yaratmıyor mu?

Bunun sorumlusu kim? Yargı mı?

***

AKP’ci “demokratlar”, süslü laflarının altında şunu gizliyor:

- “Yargı bırakmıyor ki AKP çalışsın!”

Anayasa Mahkemesi kararını, amaçlarına ulaşmada engel görmelerinin yanı sıra, bir de bu bakış açısı yüzünden “savaş ilanı” sayıyorlar.

Türban serbestisi düzenlemesini reddeden kararı “savaş ilanı” sayanlar için, savaşın cihat gibi bir anlamı var mı?

Varsa onu da açık açık söylesinler, tüm parçalar yerine otursun….

9 Haziran 2008 Pazartesi

ÇOKLU YALNIZLIK… (*)
ALİ BULUNMAZ

Nuri Bilge Ceylan Cannes’da, en iyi yönetmen ödülünü alırken ne dedi: “Benim yalnız ve güzel ülkeme…” Türkiye, yalnız bir ülke mi?

Bazı “aydınlarımızın” belirlemesine göre Türkiye, bir “sevgi çemberine” alınmış durumda: “Ülkemizin dünyadaki itibarı ve ağırlığı artıyor. AB temsilcileri, ABD ve ‘demokrasi’ ile ‘istikrarın güç kazandığını’ görenler, Türkiye’nin çıkar ve haklarını savunuyor.”

Bu açıklamaya konu olanlar, çıkar ve haklarını savundukları ülkeyi nereye sürüklediğinin bilincinde mi? Türkiye’yi bir “ılımlı İslam” ülkesi haline getirmeye çabalayan ve “cumhuriyeti bir başka şekle dönüştürmeliyiz” diyen kişiler, “sevgi çemberine” alındıklarımızca kollanmıyor mu? Savunup, yerini sağlamlaştırdıkları kişiler de, kazandığı her “zaferin” ya da “mağdur edildiği” her olayın ardından, meşhur “milli irade” şarkısını söylemiyor mu? Nasıl bir çarkı bu: “Ben milli iradeyi temsil ediyorum, ne istersem yaparım…”

Türkiye’yi “sevgi çemberine” alanlar, beraber yürüdükleri yolun yolcusunu “demokrasi” abidesi yapıp kutsadı; onun vazgeçilmez ve zorunlu bir aktör olduğunu ulusun zihnine yerleştirmeye çalıştı. Şimdi kapatma davası, sesi gürleştiriyor: “Sizin yanınızdayız, bildiğiniz yolda yürüyün…”

Yürüyorlar da gerçekten. 16 milyonu “herkes” haline getiriyor, türbanı bayrak gibi sallıyorlar. Yargıya çatıp “size yüzde 40 zam yaptık; adaletten ayrılmayın, günlük siyasi çekişmelerin içinde olmayın” gibi öneriler getiriyorlar. Böylece “milli irade”yi savunuyor ve sevgili dostlarının övgüsüne mazhar oluyorlar.

Yetmiyor, “herkes milli iradeye ram olmalı”; yani boyun eğmeli, itaat etmeli diyorlar. Türkiyeseverler, “itaate dayanan yönetim şeklinin başka bir ismi vardır, demokraside böyle bir şey yoktur” diyor mu? Elbette hayır…

İşte Türkiye, biraz da bu yüzden yalnız. “Sevgi çemberi” içinde çoklu yalnızlığı yaşıyor. Çoklu yalnızlık, yalnızlıkların en büyüğü. Bugün, girmeye çabaladığımız Birlikten gelip “demokrasiden” bahseden, “hak”, “hukuk” ve “özgürlüklerden” söz açan, “reform” nameleri mırıldananlar, Türkiye’yi yalnızlaştırıyor: Ulusu, günümüzdeki iktidarın yönetim biçimiyle; verdikleri destek sayesinde, kendisine “ram olunmasını” isteyenlerle baş başa bırakıyorlar…

İktidarın kendine seçtiği yolun evveli ve sondaki hedef belli. Nasıl ilerleyeceğini gösteren harita da, 10-15 yıldır elden ele dolaştırıldı. Şimdi o haritadaki çizgiler, girinti ve çıkıntılar bir bir yontuluyor. Destek ve alkış, aydınlığı bir başına bırakıyor.

Nuri Bilge Ceylan Avrupa’nın orta yerinde, Cannes’daki, “yalnız ve güzel ülke” belirlemesinde haklı: Çoklu yalnızlığın, bu yalnızlaştırma hareketinin aktörleri ve ortaklarınca siyasal, sosyal ve ekonomik labaratuvara dönüştürülüp, bir ucubeye sürüklenen güzel ülke…

(*) Cumhuriyet, 06.06.2008

6 Haziran 2008 Cuma

“KONUŞMAYIN…”
ALİ BULUNMAZ

Türkiye’de yasadışı veya keyfi dinleme-izleme var mı?

Herkesin dilinde bu soru. Gündemin baş sıralarında bu yer alıyor.

Yargıçlar, siyasetçiler, iş dünyası, öğrenciler, öğretmenler, muhalifler, sade vatandaş… Hep bu sorunun peşinden gidiyor. Yanıt hatta hesap bekliyor.

İçişleri Bakanı başta olmak üzere hükümet, bağıra çağıra ve “hitabet sanatı” öfkeyle dinleme-izleme iddialarını yalanlasa da; belgeler, açıklama ve kimi kanıtlar başka şeyler söylüyor.

***

Sorular da çatallanıyor:

- Yasadışı dinleme-izlemeyi yapan kim ya da kimler?

- Bu izlemenin, devlet içindeki F tipi örgütlenmeyle ilgisi ne boyutta?

- Kim, ne kadar zaman ve hangi derinlikte yasadışı dinleme-izlemeye alındı?

- Ayyuka çıkan yasadışı dinleme-izlemeler, haberleşme hak ve özgürlüklerinin çiğnenmesi demek değil mi?

Güvenlik güçleri izleme-dinleme için gerekçeleri sıralıyor:

- Terör, güvenlik, istihbarat….

Bu gerekçeler kolaylıkla keyfi; herhangi bir olaya dayanmayan yasadışı dinleme-izlemeye, yasal gibi görünen bir kılıf olabilir mi?

Bir önemli soru daha: Söz konusu kabarık yasadışı dinleme-izlemenin varlığı, Türkiye’yi bir polis devleti olma yoluna mı sokuyor?

Bu yasadışı dinleme-izlemeler kime hizmet ediyor?

***

Varolan yasadışı dinleme-izleme harekâtı bir korkunun eseri. Korku, korkutma gibi bir yöntemi güncelliyor.

Susan, bildiğini saklayan ve bilgi edinme hakkının ötelendiği bir toplum modeli yapılandırılmaya çalışılıyor.

“Demokrasi”, “özgürlük” ve “insan haklarından” dem vuranlar, “benim dinleyicim iyidir” mantıksızlığıyla mı hareket ediyor?

Biraz öyle gibi. Çünkü “daha önce de başkaları dinlemişti” savunması, işi sulandırmaktan hatta örtbas etmekten farksız…

Bunun, demokrasi ve özgürlükle bağdaşır tarafı var mı?

***

Yasadışı dinleme-izlemeyi önlemek mümkün mü?

Kanunlar uygulanır, sorumlular ortaya çıkarılıp, tüm bunlar kamuoyunun bilgisine sunulursa elbette önlenebilir.

Ancak Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım bu konuda farklı düşünüyor:

- “Yasadışı dinleme-izlemeyi ne dünyada ne de Türkiye’de önlemek mümkün. Bunu engellemenin tek yolu, konuşmamak…”

Burada, soruna yine AKP’ce bir yaklaşımla karşılaşıyoruz. Demek ki neymiş:

- Yasadışı dinleme-izlemeyi önlemenin yolu konuşmamakmış!

AKP’nin yaratmaya çalıştığı toplum modeliyle ne kadar da örtüşüyor…

Bu arada böylesine dâhiyane çözüm yolları önerilirken, sorunlar da çözümsüzlükle boğuşup, daha da ağırlaşıyor…

4 Haziran 2008 Çarşamba

NEREDEN NEREYE…
ALİ BULUNMAZ

Dün Avrupa değerlerine demediklerini bırakmayanlar, bugün AKP’nin kapatılma davası karşısında AB’nin takındığı “demokratik” ve “hukuktan yana” tavra “gerçekçilik” diyor.

Bir başka ifadeyle AKP, iktidar sevicileri ve yandaş demokrasisinin neferleri, AB’nin Türk yargısına gözdağı verişine hiç ses çıkarmıyor.

Hem AB hem de ABD’nin Türkiye’ye “demokratik müdahalede” bulunması gerektiğini savunanlar da, Türkiye’nin “kendi başına bırakılmamasını”; bağımsız ve onurlu bir geleceğe sahip olmamasını “realizm” şeklinde niteliyor.

Akıllarda bir soru: Acaba AKP’nin çekirdek kadrosu, gerçek tabanı ve geçmişin radikal dinci, günümüzün “demokrat” ve “ilerici” kalemleri, Avrupa’nın felsefi, kültürel ve siyasal değerlerini içselleştirdi mi?

Yoksa AB savunuculuğu, “demokrasi” ve “özgürlük” adı altında; “demokratik laiklik”, “hoşgörü” ve “fikir özgürlüğü” söylemi arkasında kimi amaç ve hedeflere, çevreden dolanarak ulaşma mı düşleniyor?

“Demokrasi laiklikten önemlidir” ifadesi neyi gizliyor? Bunu sahiplenen dinci ve takiyyeci zihniyet, laiklik olmadan demokrasinin hayat bulamayacağını kasıtlı biçimde atlamıyor mu?

Türkiye’de “demokrasi” ve “özgürlük” kelimelerini dilinden düşürmeyen dinci-cemaatçi güruh, “imtiyazlar kalkacak, elit iktidarı yerine bütünüyle ‘millet iradesi’ hâkim olacak” derken neyi amaçlıyor?

Bugün “AB yolunda ilerlediklerini” söyleyenler, aynaya bakıp şunu düşünmeli: Ben Avrupa’nın yüzyıllar süren demokrasi; kilise egemenliği yerine akıl ve bilimin üstünlüğü savaşımının ve çağdaşlık düşüncesinin neresindeyim? Bu mücadele ve sonrasında elde edilen kazanımların farkında mıyım?

Günümüzde bağımsızlığı, onuru, laikliği, gerçek demokrasiyi ve aydınlanma değerlerini savunanları “gerici”, “statükocu”, “muhafazakâr”, “imtiyaz isteyen elit” gibi sıfatlarla ananlar nereye varmak niyetinde?

Cemaat-tarikat egemenliğine ilişmek, AB’nin isteklerine koşulsuz biçimde evet demek ve demokrasiyi yandaş demokrasisine eşitlemek ilericilik midir? Çağdaşlık mıdır? Bağımsızlığı ve düşünce özgürlüğünü savunmak mıdır?

Kavramlar, izler ve sözler birbirine karıştı. Türkiye, hem içeride hem de dışarıda kendi hedeflerini ne olursa olsun gerçekleştirme amacıyla çıkarlarını korumaya girişenler tarafından kuşatılmış durumda.

“Muhafazakâr demokratlar” ve yandaşları “ilerici”; bağımsızlığı, onuru ve aydınlanmayı özümseyen ve savunanlar ise “gerici.” Neredeeen nereye geldik!...

2 Haziran 2008 Pazartesi

KORKU İMPARATORLUĞU…
ALİ BULUNMAZ

Türkiye’de öyle günler yaşanıyor ki akıllara zarar. İdesi adalet olan hukuk ve hukukun uygulanmasını sağlamakla görevli yargı üyeleri tartışmaya açılıyor. Aşağılanıyor, karalanıyor, baskı altına alınıp adeta işlerini yaptıkları için suçlanıyor.

Hukuk ve halk karşı karşıya getirilmeye çalışılıyor…

Besleme medya ise psikolojik savaşın iktidar tarafındaki neferliğine soyunmuş durumda.

“Demokrasi” söylemi altında hukukun, çağdaşlığın, laik Türkiye’nin temelleri sarsılıyor. Akıl tutulmasının son noktasındayız…

Türkiye nereye sürükleniyor?

Çoğunlukçuluğu, sayısal çoğunluğu ve eldeki gücü öne süren iktidar ulusu, laik düzeni ve yargı kurumlarını yeniden “düzenleme” harekâtına girişti.

Demokrasicilik oyununun vardığı, gelip dayandığı yer işte burası. “Milli irade” ifadesiyle ayrımcılığın, karalama zihniyetinin, itham etmenin; akıl yerine duyguların yüceltilerek güç fetişizminin ve hukuk tanımazlığın kapısı aralanıyor.

Türkiye’de bugün baskı, yıldırı ve korkutma politikası egemen. Siyaset, ekonomi ve sosyal hayat buna göre şekillendiriliyor.

Ünlü söz şöyle diyor:

- “Tüm yollar Roma’ya çıkar.”

Bu, Türkiye’ye şu şekilde uyarlanabilir:

- Tüm yollar korku imparatorluğuna çıkar…

Yaratılmaya çalışılan tam anlamıyla bir korku imparatorluğu. Dünya bunu daha önce 1930’larda Avrupa’da ve 11 Eylül sonrası ABD’de yaşadı. Şimdi Türkiye’deki anomali manzara, sayısal çoğunluğun büyüsüne kapılmış olmaktan kaynaklanıyor.

Korku imparatorluğu laik, demokratik ve çağdaş Türkiye’yi çevreliyor.

Bu gerçekleşirken iktidarın kullandığı kavramlar ne?: “İstikrar”, “demokrasi” ve “hukuk.”

Korkunun, korkutmanın yöntem olarak kullanıldığı bir ortamda, bunlar inandırıcı olabilir mi?