31 Aralık 2007 Pazartesi

PARANOYA! (*)
Ali BULUNMAZ

Lütfen şu "eski" ve "içi geçmiş" söylemleri bırakalım! Artık eski "korku" ve "kaygılarımızdan" sıyrılmanın zamanı geldi, öyle değil mi?

Örneğin "ülke bölünecek" şeklinde "hezeyanlar" yankılanıyor dört bir tarafta. "Korku" pompalanıyor. "Yeni" anayasa ile federasyonun yolunun açıldığını, etnik bölücülüğün gemi azıya aldığını söyleyenler; çözüm için "genel af" , "eve dönüş" formülünden bahsedenler var. "Eyvah, Kürt-İslam sentezi yaratılmaya çalışılıyor" diye "boş yere" endişelenenler var.

"Tutturmuşuz laik Cumhuriyet elden gidiyor" diye! Ne gerek var şimdi "yersiz korkularla" ortalığı bulandırmaya? Yapılan bir ankette, araştırmaya katılan öğretmen adaylarının yarısının "bilimin çözemediğini din çözer" şeklinde "fikrini" ortaya koyması, "ulemaya sorulsun" anlayışıyla koşutluk içinde değil mi? İmam hatipli kız öğrencilere ayrılan belediye otobüsleri, türbanlı genç kızın internette vergi reklamında boy göstermesi tuhaf bir durum mu? Elbette hayır. Hiç kimse telaşlanmasın!

Neden rahatsızız? Ülkedeki "özgürlük", "demokrasi" ve "istikrar" ortamından hoşnut değil miyiz? Turuncu-turkuvaz "yeni" anayasa, turkuvaz milli takım forması, türbanlıların sayısının artması, tarikat-cemaat örgütlenmelerinin hemen her alanda iktidar kurması, Türk-İş'in hükümetle uyumlu çalışacak olması, YÖK'ün ve dolayısıyla üniversitelerin "yasakçı" zihniyetten "nihayet" uzaklaşmaya başlaması ve yargının iktidara bağlanmaya çalışılmasından neden memnuniyetsizlik duyuyoruz? Laik, aydınlanmacı, Cumhuriyet kazanımlarına bağlı bireyler olarak din devleti, bölücülük, AB-ABD, "ılımlı" İslam, ikinci cumhuriyet gibi tehlikeler yaratıyoruz kendi kendimize. "Herkesin" gördüğü "huzur" , "refah" ve "istikrar" ortamını neden bir türlü fark edemiyoruz?

Öyle ki, iktidarın kotardığı her şeyde bir art niyet aramaya alıştırmışız kendimizi!

Yoksa paranoyak mıyız?

(*) Cumhuriyet, 19.12.2007

28 Aralık 2007 Cuma

DEMOKRASİ Mİ İMAMOKRASİ Mİ?
ALİ BULUNMAZ

İmamlık, 2007’den 2008’e geçmeye hazırlanan ve 21. yüzyılı yaşayan Türkiye’de gözde bir meslek. Her kapıyı açan bir anahtar, tüm kadrolara atanmak için liyakatten de öte bir kartvizit konumunda. AKP de, kendi hesaplaşma harekatında imamları kullanarak, bir anlamda geçmişin acısını çıkarıyor. Buna her gün yeni bir örnek ekleniyor.

Mesela Güneydoğu’da, PKK ile mücadele için hazırlanan “çözüm paketinde”, teröristleri dağdan indirmek adına imamlardan yararlanılacak olması, kimi şüpheler doğuruyor. Teröristi teslim olmaya yöneltecek “akil adamlar” (muhtar, öğretmen, imam, jandarma) makyajıyla bölgede aslında imamların; kimi cemaat ve tarikatlara üye imamların etkinliğinin arttırılmasının yolu açılıyor.

Şu anda Güneydoğu’da yükselişteki güçler, Fethullah Gülen cemaati ve Hizbullah değil mi? Terörle mücadele ve teröristi dağdan indirmede kullanılacak imamların, bu cemaat ve örgütle bağlantısı olmadığının / olmayacağının güvencesini kim verebilir?

Güneydoğu’da ve Kuzey Irak’ta, özellikle Gülen cemaatinin faaliyetleri biliniyor. Yatırım, inşaat ve eğitim alanında piyasayı ele geçirmiş durumdalar. Burada AKP’nin “çözüm paketi” bağlamında Gülen cemaatine yakın, hatta onun içinde yer alan imamlar kullanılabilir mi? Bu, büyük ve atlanmaması gereken bir olasılık. Daha önce PKK’ye karşı Hizbullah formülü denenmişti, sonuçlar ortada. Yerel seçimler yaklaşırken şimdi yine teröre karşı din kartı, imamlar aracılığıyla oynanacak gibi görünüyor.

***

AKP’nin imam atamaları ve imamları çeşitli görevlere getirme anlayışı bununla sınırlı değil. “AB mevzuatı esas alınarak”, tıbbi ürünlerin klinik araştırmaları sırasında hasta haklarının korunması ile görevli etik kurullara da imamlar ve din adamlarının girişinin önünde herhangi bir engel kalmıyor.

Bu ne demek? Sağlık Bakanlığı İlaç ve Eczacılık Müdürü Mahmut Tokaç’a göre “olaya yalnızca bilimsel gözle bakmamak”, dolayısıyla bilimsel bir kurul oluşturmamak. Çünkü işin içinde “etik” var ve bu, konunun din tarafına çekilmesine kapı aralamaya yetiyor! Tokaç’a göre “din adamları ve imamların kurula girmesi, fetva makamı oluşturmayacak”, çünkü böyle yapılandırılmış bir kurul, olaya “sivil vatandaş” gözüyle bakacak!

Bu arada imamların RTÜK’te de işbaşında olduğunu ve kurumun hazırladığı yasa taslağında “yayınların edebe aykırı olmaması ve müstehcenlik içermemesi” hükmünün yer aldığını da unutmamak gerek. Acaba “müstehcenliği” ve “edebe aykırılığı” kim belirleyecek? Bunun ölçütlerini kim koyacak? Türkiye iyiden iyiye kıskaca alınıyor.

“Mikrofaşizm” kavramıyla gündeme gelip, “Türkiye Araplaşıyor” diyen Şahin Filiz ve “Ortaçağ karanlığı” belirlemesiyle dinci-AKP yandaşı çevrelerden tepki toplayan Fazıl Say haklı değil mi?

Türkiye’de demokrasi yerine; üstelik onu kullanıp yandaş demokrasisi haline getirerek, taptaze ve kuşatıcı bir imamokrasi yerleştirilmeye çalışılmıyor mu?

26 Aralık 2007 Çarşamba

REKABET HALİNDEKİ TRT…
ALİ BULUNMAZ

TRT Genel Müdürü İbrahim Şahin, görevine atandığında ne demişti: “TRT’yi özel kanallarla rekabet eder hale getireceğim.”

TRT’nin yılbaşı için hazırladığı programa ve katılımcılara ödenecek ücretlere bakıldığında, Şahin’in sözünü tutmak için çabaladığı görülüyor.

TRT’nin yılbaşı programı için Tarkan’a 750 bin dolar ödeyecek olması tartışmalara yol açtı. Tarkan bu iddiayı yalanlayıp, 250 bin dolar alacağını açıkladı.

TRT, bir devlet kurumu. Vatan gazetesinin aktardığı bilgilere göre, kurumun 2007’de beklenen geliri 850 milyar YTL. Vatandaşın elektrik faturalarından ayrılan pay 300 milyar YTL’yi buluyor. TRT’nin bandrol geliri ise 250 milyar YTL’ye ulaşıyor, reklamlar da yaklaşık 35 milyar YTL tutuyor.

Ankara’daki 4262, Ankara dışındaki 2754 kadrolu çalışanına, geçici işçi konumundaki 520 kişiyi eklediğinizde, kurumun toplam personeli 7536’ya ulaşıyor.

Bununla birlikte gelirinin büyük kısmını vergilerden elde eden TRT’de, çalışanların maaşlarını ödemedeki sıkıntı, yolsuzluk ve kimi yapım ile etkinliklere ayrılan yüksek meblağlar, gelinen noktayı / aradaki çelişkiyi / gelir-gider dengesizliğini gözler önüne seriyor. Kurumun zarar ve borçlarının günden güne artması, kimi kuşkuları beraberinde getiriyor.

Haliyle, özel kanallarla rekabet adına Tarkan’a ödenecek 750 ya da 250 bin dolar da, bu durumda tartışma yaratıyor.

24 Aralık 2007 Pazartesi

“YENİ OSMANLI” BU İŞE NE DİYOR?
ALİ BULUNMAZ

Suudi Arabistan yönetimi, II.Abdülhamit’in 1893’te yaptırdığı misafirhane ve askeri kışla olarak kullanılan tarihi binayı önce yıktı, sonra da alanı otoparka çevirdi.

Daha önce, 1770’te yapılan Ecyad kalesiyle birlikte, Türk evlerini, garları, köprüler ve minareleri yıkan Suudi yönetimi, en son söz konusu binayı ortadan kaldırarak, araziyi gelir getirecek şekilde yapılandırdı.

Ecyad Kalesi’ni yıkarak yerine “Zemzem Tower” adı altında 7 gökdelenden oluşan bir yapı inşa eden Suudi yönetimi, burayı 25 yıl boyunca işletmesi için Usame bin Laden’in ailesini görevlendirdi. Zengin hacılar, buralardan hem Kâbe’yi izliyor hem de kutsal mekânlara karşı namazlarını kılıyor. Osmanlı’dan kalma tarihi yerleri yıkıp, yerine gökdelenler yapan Suudi yönetimi, buralardan milyon dolarlık gelir elde ederek dini ticaretle bütünlüyor.

Geçtiğimiz ay, 10 Kasımda, tüm protokol kuralları hiçe sayılarak, Kral Abdullah’ı ağırlayan “muhafazakâr demokrat Yeni Osmanlılar”, bu ziyaret sırasında, yakın geçmişte yok edilen tarihi mekân ve yapılar ile ilgili olarak Suudi yönetimine herhangi bir eleştiri yöneltti mi?

Kendilerini Osmanlı geçmişiyle yoğuran, buna bağlılıklarını her fırsatta dillendiren “muhafazakâr demokrat”lar neden susuyor?

Benliklerini Osmanlı mirası, zihniyeti ve yaşama biçemiyle özdeşleştirenler, neden Suudi yönetimine, yıkıp yok ettiği tarihi eserlerle ilgili bir tek yergide bulunmuyor?

“Yeni Osmanlı”, Kral’ın bu edimleri hakkında ne düşünüyor?

21 Aralık 2007 Cuma

İKTİDAR SEVİCİLERİ
Ali BULUNMAZ

22 Temmuz akşamı, iktidar partisinin balkonundan tüm Türkiye’ye şu sözler duyurulmuştu: “Yalnızca bize oy verenlerin değil; bütün Türkiye’nin iktidarı olacağız, farklılıklarımıza ‘saygılıyız’, kimse kaygılanmasın.”

Bunun neden özel olarak vurgulandığını, şimdilerde daha iyi kavrıyoruz. “Farklılık” denilen şey, bugün iktidar olan “çoğunluğun” partisinin abecesinde tek bir şeye karşılık geliyor: “Bizden olmayanlar”; bir başka deyişle “azınlık.” Yıllarca şimdinin iktidarını “öteki” şeklinde "niteleyenlere" karşı girişilen hesaplaşma siyaseti, günümüzde tüm ağırlıyla varlığını hissettiriyor. Bu da yetmezmiş gibi iktidar sevicileri, kuşatmasını sürdürüyor. Gücün ve güçlü olanın, her yapıp ettiğine şapka çıkaran bu topluluk, iş kendi cenahlarına yönelik haklı eleştiriye geldiğinde kılıcını kalemini kuşanıp taarruza geçmeyi de bir borç biliyor.

Aydın olma duyarlılığı ve sorumluluğunun gereği, yaşananı gözler önüne seren ve sanatıyla da tüm dünyayı fetheden Fazıl Say çıkıp gerçekleri söylediğinde, en tepeden aşağı doğru zincirleme bir tepki geliyor. “Giderse fazla üzülmeyiz” cümlesiyle başlayan bu “eleştiri” seli, yergiden çıkıp; “o zaten iyi bir piyanist değil” ve “sen sanatçısın, işini yap, siyasete bulaşma” uyarısına varan, bir ucubeye dönüşebiliyor. İktidar sevicileri, kılıçtan bozma kalemleri, bu güruhun dışındakiler ise “keskin” ve “derin” bilgileriyle, yükseklerdeki balkona sesini duyurmaya çabalıyor.

Sormadan edemiyor insan: İktidar sevicileri, nasıl oluyor da bu kadar aldanabiliyor? Yasağı, baskıyı, “bizden olmayan gazeteci, sanatçı veya bir başkası gidebilir” anlayışını, “demokrasi” ve “farklılıklara saygı” şeklinde adlandıranların yanında nasıl saf tutabiliyor? Bu efsunun nedeni ve kaynağı ne?

“Ortaçağ karanlığı” sözüne içerleyenler; “gidebilirim” ifadesine, arkasına bile bakmadan okyanus ötesine geçenleri unutarak ve “buyursun gitsin” diyerek alınan, alınıp da saldıranlar ve buna arka çıkan iktidar sevicilerinin, içine sindiremedikleri bir şey mi var? Belki bu gerçek demokrasidir, ne dersiniz?

19 Aralık 2007 Çarşamba

KANDIRMACA…
ALİ BULUNMAZ

Medyada bir patırtı, bir gürültü. Manşetler birbirinden güzel. Türkiye, Kuzey Irak’ta PKK kamplarını tarumar ediyor(muş).

Aklımızın uçup gittiği günler mi yaşıyoruz? Kuzey Irak’ta egemen güç ABD değil mi? Türkiye 5 Kasım’da, “sınırlı sınır ötesi harekât” için Washington’da izin turlarına çıkmadı mı?

ABD, Ortadoğu’da toplumsal yapıdan haritalara kadar her şeyi değiştirmeye çabalıyor. Petrol başta olmak üzere, tüm yeraltı ve yer üstü kaynaklarını kendisine bağlamaya çalışıyor.

ABD medyası Kuzey Irak’ı nasıl tanımlıyor?: “Irak’taki tek istikrarlı, rüya gibi bir bölge.” Peki, ABD Türkiye’nin PKK’ye yönelik bir harekât kapsamında bölgeye girmesine ne kadar izin verir? İşte şimdi olduğu kadar. “Haberlere” göre ABD, “hava sahasını açmış” ve “istihbaratı paylaşmış.”

ABD, istihbaratı sadece Türkiye ile mi paylaşıyor? Daha doğru deyişle, “istikrarlı bölge”de PKK’yi ama özellikle PJAK’ı kollamıyor mu?

ABD’li yetkililerin, “Türkiye’nin kendi kararı” dediği harekât öncesi, “stratejik ortağımız” tarafından bölgedeki PKK ve PJAK üyelerine istihbarat verilmedi mi?

ABD, Kuzey Irak yönetimini ve Türkiye’yi elinde tutmayı düşünüyor. Çünkü İran’a yönelik bir saldırı ısıtılıyor. Kuzey Irak ve Türkiye, üs olarak kullanılmak isteniyor; ABD ikili oynamaya devam ediyor.

İktidar da bu harekâtı, iç politikaya malzeme yapmayı düşünüyor. Beri yandan da AKP, kendisine Güneydoğu’dan eleştiri gelme olasılığına karşı “asker yetki istedi, biz de verdik” der mi? Neden olmasın!

Daha düne kadar askere demediğini bırakmayan yazılı ve görsel medya, şimdi askere toz kondurmuyor.

Oyun sürüyor…

17 Aralık 2007 Pazartesi

İKİ RAZALET VE TÜRKİYE’DE HUKUKA BAKIŞ…
ALİ BULUNMAZ

Son günlerde Türkiye’de, hukuk ile ilgili “ilginç”, daha da ötesi acıklı gelişmeler yaşanıyor. Bunlardan birincisi, bir tecavüz olayına ilişkin verilen beraat kararı.

Düzenlenen “Kedi Operasyonu”yla tutuklanan ve “Fuhuş Baronu” olarak isimlendirilen Ejder Toprak ile fuhuş çetesi üyesi Murat Doğan, Rus İrina Ryabchenko’ya tecavüz suçlamasından beraat etti. Ejder Toprak, “fuhuş amaçlı örgüt kurmak, yönetmek ve 28 mağdura fuhuş yaptırmak ile yağma ve hürriyetten yoksun kılmak” suçlarından, 24 yıl 5 gün hapis ve 23 bin 600 YTL para cezasına çarptırıldı. Ancak Ryabchenko’ya tecavüz suçundan beraat etti.

Beraat “gerekçesi” ise, “yabancı uyruklu kadınların Türkiye’ye ne amaçla geldikleri, bilinen bir gerçektir (…) burada ırza geçmenin tıbbi delilleri bulunmadığından (…) beraatine karar verilmiştir” biçiminde oluşturuldu.

Burada ortaya çıkan tablo ürkütücü. Özellikle şu çerçeve çizilmeli: Tecavüz, bir insanlık suçu değil mi? Beraat “gerekçesi” ise, “tecavüzü hak eden-etmeyen kadınlar” gibi bir ayrıma / kategorizasyona (!) varacak tehlikeli bir yola kapı aralıyor ki, bunun ne hukuki ne de ahlaki bir açıklaması olabilir. “Gerekçe”, aynı zamanda ayırımcılık-cinsiyetçilik bağlamında da ele alınabilir. Bir bakıma, beraat kararını veren yargıcın zihninin arkaplanı da burada önem kazanıyor.

AKP’nin hazırladığı Hakimler ve Savcılar Yasası’yla, yapılacak mülakatlarda aynı zihinsel arkaplana sahip kişiler yargının çeşitli kademelerine getirilmeye çalışılmıyor mu? Bu ve buna benzer kararların altına imza atacaklar, sözlü sınavlarla kadrolara yerleştirilmeyecek mi?

***

İkinci rezalet, yeni YÖK Başkanı Yusuf Ziya Özcan’ın açıklamalarında beliriyor. “Tüm yasaklar kalkacak” sloganıyla göreve başlayan, türbana ilişkin açıklamalarıyla gündeme gelen Özcan’a, Tayyip Erdoğan kimi tavsiyelerde bulunmuş. Buna göre Erdoğan “aman hocam dikkat et, bir söz söylersin ipimizi çekerler” biçimindeki telkinini esirgememiş.

Yola böyle çıkan ve Anayasal bir kurumun başında yer alan Özcan, “türban sorununun” çözümüne ilişkin açıklamalarıyla hukuka bakışını da gözler önüne sermiş oldu. YÖK Başkanı’nın bu konudaki sözlerini hatırlamakta yarar var:

“Türban sorununun çözümünde Anayasa Mahkemesi kararlarına gerek yok. Onların savlarını biliyorum. Bunlar üniversitenin dışında konmuş yasaklardır, mahkemelerle ilgilidir. Öyle bir kural olabilir ama siz (rektörler) onu önemli görmeyebilirsiniz, bir sürü insanı rahat ettirirsiniz.”

Anayasal bir kurumun başkanı, Anayasa Mahkemesi kararlarının uygulanışının “keyfiyetle” bağdaşabileceğini söylüyor. Keyfiyet, hukuka üstün kılınıyor.

***

Yukarıda yer alan iki rezaletin ardından durup düşünelim. Hukukun idesi adalet değil mi? Hukuk kuralları; bir başka deyişle, adalete ulaşma yolları eğilip bükülerek, kişisel kanı ile kanaatlerle ve çıkarlar doğrultusunda değerlendirilirse sonuç ne olur?

Bu sorunun yanıtını bulmaya koyulurken, kimilerinin Türkiye’de hukuka bakışını ve hukuku vardırmak istedikleri noktayı da dikkate alalım…

14 Aralık 2007 Cuma

YENİ YÖK BAŞKANI, “İSTİKRAR” VE “DEMOKRASİ”
ALİ BULUNMAZ

Yeni YÖK Başkanı, ülkemize hayırlı uğurlu olsun. İkinci cumhuriyetçi güruh, etnik demokrat kesim, “ılımlı” laik ve türbancı solcuların keyfine diyecek yok.

Ne de olsa “demokrasi” ve “istikrar” adına, YÖK ve iktidar arasında artık sürtüşme yaşanmayacak. Aynı Cumhurbaşkanlığı ile Başbakanlığın sütliman oluşu gibi.

Yeni YÖK Başkanı Prof. Dr. Yusuf Ziya Özcan’a yönelik iddialara karşılık dinci, ikinci cumhuriyetçi ve etnik demokrat kalemler hemen harekete geçti. Piposundan, askılı elbise giyen kız öğrencisine “sen halka açılmışsın” deyişinden yola çıkarak şakacılığına; eşinin başının açıklığından, Erdoğan Teziç’e göre “biraz tavizkar” oluşuna ve “özgürlükçü” / yasaklara karşı tavrına kadar, pek çok konudan söz açtı. Bir bakıma, endişelenenler için “hafifletici nedenler” ortaya koymaya çabaladılar.

Milliyet’ten Bahar Atakan’ın haberine göre Özcan, 1995’te Malezya Uluslararası İslam Üniversitesi’nde “konuk öğretim üyesiyken”, İslami Araştırmalar Dergisi’nde yazdığı bir makalede şunları vurguluyor:

“Her Müslüman, İslam’ın kurallarına göre yaşasaydı, ortada oldukça az problem olurdu (…) Müslüman ülkelerin tarihi, İslami kuralların yakından izlendiği zamanlarda, Müslümanların hayatın birçok alanında dünyayı yönettiği gerçeğine şahitlik eder.”

Alıntılar yapılan makalenin başlığı ise, “İslam, Ekonomik Gelişmeye Engel Midir?” Aynı makalenin bir başka yerinde ise Batı, “sapkın ve pek çok günahın kaynağı” olarak niteleniyor. Makalenin yazılış tarihi 1995. Yani bugünün iktidar sahiplerinin henüz “değişmediği” yıllar.

Aradan uzun yıllar geçti. Yusuf Ziya Özcan şimdi YÖK Başkanı. Kıvılcım Özcan, eşini “aydın, insanlarla iyi iletim kuran, yapıcı, Türkiye’yi (sapkın dediği-A.B) Batı’da ve Avrupa’da çok defa temsil etmiş biri” diye tanımlıyor.

Yusuf Ziya Özcan elbette, eşinin yukarıda saydığı ve saymadığı pek çok özelliğinden dolayı bu göreve getirildi. Zaten Özcan’ın “türban serbest bırakılınca kadınlar ilk aşamada eşitlik konusunda kan kaybedebilir” ile “erkekler açık olana ilgi duyup farklı davranabilir” sözleri ve “türban yasağı kalkacak” açıklaması, neden YÖK Başkanlığı’na getirildiğini ortaya koymuyor mu?

İkinci cumhuriyetçi güruh, etnik demokratlar ve türbancı solcular mutlu. Çünkü bir kurum daha yandaş demokrasisinin yılmaz savunucusu AKP’nin eline geçmiş oldu.

Peki, bundan sonra üniversitelerde bilim mi yoksa türban mı daha ön saflarda yer alacak? Çok yakın zamanda bunu yaşayıp göreceğiz…

12 Aralık 2007 Çarşamba

AKP’NİN TRT’Sİ
ALİ BULUNMAZ

TRT Genel Müdürlüğü görevine getirilen İbrahim Şahin’in, 10. Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer tarafından iki kez veto edilen kararnamesi, Abdullah Gül tarafından onaylandı ve Şahin göreve başladı.

İbrahim Şahin, Ulaştırma Bakanlığı’ndan özel kalem müdürü, şoförü ve iki çaycısını da yanına aldı. Bununla birlikte, TRT’deki tüm daire başkanları ve genel müdür yardımcılarının istifasını istedi.

Mali konularda Maliye Bakanlığı’na görüş sorulmasını sert dille eleştiren Şahin, yöneticilere “mevzuatlara fazla takılmamalarını” öğütledi ve “yönetmelikler beni fazla ilgilendirmez; TRT’yi özel kanallarla rekabet edecek duruma getireceğim” dedi.

TRT’nin bugünkü durumdan kurtulması, kaliteli ve özgün yayınlara yönelmesi elbette istenen bir şey.

Ancak TRT’nin, AKP’nin yayın organı haline gelmesi, hükümete yakın kişilerin kurum kadrolarını doldurmasının önlenmesi ve zararının giderilmesi ne kadar olanaklı?

TRT, vatandaşın vergileriyle, genel bütçeden ayrılan paylarla ve hatta elektrik faturalarından yüzde alımıyla; cihaz alım bandrol bedeli, radyo-TV ilan bedeli ve reklam gelirleriyle kazanç sağlayan bir kurum.

TRT’nin özel kanallar gibi reklam toplaması, yönetmeliklerle sınırlandırılmış durumda. TRT’nin dev bütçeli yapımlara imza atması demek de, devletin parasını sınırsızca harcamakla eş anlamlı. TRT, özerk değil; iktidara bağlı bir kurum haline geldiğinden, burada “özgür habercilikten” söz açmak pek mümkün görünmüyor.

Aynı zamanda Şahin’in belirttiği “rekabet”in anlamı nedir? Özel kanallara alternatif olmanın uzağında, bu kanallardakinin benzeri ve hatta aynısı programların gündeme gelişi mi kastedilmektedir? TRT’nin “misyonu” ve “değişimi”, bu mu olacaktır?

Kurumun bugünkü durumundan çok daha farklı noktalara gidebilir mi? AKP’nin kadrolaşma harekatı ve zihniyetinin ürünü programlar yerine, seçenek oluşturan bir TRT belirecek mi?

Bu, pek mümkün görünmüyor…

9 Aralık 2007 Pazar

AYNILAŞMAK…
ALİ BULUNMAZ

“Demokrasi, çoğunluğun değil azınlığın korunmasıdır” anlayışının, bugün ne kadar anlam ve değeri var? Bunun arkasından bir soru daha beliriyor: “Azınlık” kim “çoğunluk” kim?

21. yüzyıldayız. Olaylar ve insanlar son hızla değişiyor. İnsan, kendine dışarıdan bakmaya zamanı kalmaksızın, evrilmeye fırsat bulamadan bir çırpıda başka başka kalıplara giriyor.

Aynılaştırma baş gösteriyor böylelikle. Aydınlanma denilince, “eskidi” cevabı yapıştırılıyor. “Değer, emek?” sözcükleri dökülecek oluyor dilinizden, “hayır, yükselen ‘değerler’ var” yanıtı geliyor. “Ya demokrasi?” sorusu tınlıyor birden, “bizim istediğimiz ve belirlediğimiz kadar” anlayışını içeren yanıt, gelinen son noktayı; “demokrasi tramvayının” hangi vatman tarafından, nereye yürütüldüğünü gösteriyor.

Peki, “azınlık” kim “çoğunluk” kim? Aynılaşanlar ve aynılaştıranlar “çoğunluk” mu? “Çoğunluğun” diktatörleri, yazar ve önderlerince “hurdaya” çıkarılmaya çalışılan gerçek aydın, ilerici ve demokratlar “azınlık” mı?

Çoğunluk” olduğunu iddia edenlerin “gücüne” boyun eğip aynılaşacak / ümmetleşecek miyiz yoksa özgür bireylerin oluşturduğu ulus biçiminde yaşamayı mı seçeceğiz?

Ayağımızın altındaki zemin kayıp gider, dogmalar, kör dövüşü ve körelmiş düşünceler havayı kaplarken bu sorular, sorulması ve hemen yanıtlanması gereken bir zorunluluk olarak yanı başımızda duruyor…

7 Aralık 2007 Cuma

WILSON MÜSTEMLEKE VALİSİ, YA DİĞERLERİ?
ALİ BULUNMAZ

ABD’nin Ankara Büyükelçisi Ross Wilson, konutundaki “Kürt sorunu” zirvesi öncesinde, AKP’lilerle “yeni” Anayasa konusunda “fikir alışverişinde” bulunmuş.

AKP Genel Başkan Yardımcısı Dengir Mir Mehmet Fırat, TBMM Anayasa, Adalet ve İnsan Hakları Komisyonları Başkanları, “yeni” Anayasa’nın hazırlandığı kurulun başkanı Prof. Dr. Ergun Özbudun ve eski Adalet Bakanı Hikmet Sami Türk, bu toplantının baş konukları.

AKP’liler Wilson’a “yeni” Anayasa’nın hazırlanış gerekçesini, “biz bunu daha demokratik Türkiye, özgürlüklerin güvenceye alındığı bir ülke için gerçekleştiriyoruz” sözleriyle açıklamış.

Toplantıda muhalefet görevi üstlenen Hikmet Sami Türk de, “tamamıyla yeni Anayasa gereksiz; ben burada art niyet ararım” biçimindeki sözleriyle eleştiriler yöneltmiş.

Wilson’ın yalnızca “fikir sormak” için düzenlediği toplantıda, AKP’lilerin beyan ettiği fikirler ve bunun açıklandığı kişinin konumu gerçekten ilginç.

Hazırlanan ve Türk vatandaşlarının haberdar olmadığı Anayasa’nın ayrıntılarını, başbakan ve kurul dışında bilen kim? Ross Wilson. Wilson kim? ABD’nin Ankara Büyükelçisi.

Wilson, Türkiye ve ülkenin geleceği ile ilgili hayati konularda birbiri ardına toplantılar, yemekler ve davetler düzenliyor, “fikir alıyor.” Ama bir ülkenin büyükelçisinin sınırlarını da gittikçe aşıyor. Adeta müstemleke valisi edasıyla “fikir” soruyor; yorumlar yaparak, konumunun üstüne çıkıyor.

Wilson müstemleke valisi ise, ki davranışlarıyla kendine öyle bir görev biçiyor, “fikir sorduğu” ve beyanda bulunan kişilere ne demeli peki?..

5 Aralık 2007 Çarşamba

AKP, TÜRBAN VE YÖK
ALİ BULUNMAZ

AKP’nin iktidar olup bugünlere gelişinde rol oynayan en önemli etmenler nelerdi?: Tarikat-cemaat örgütlenmesi, din sömürüsü, (AB-ABD kaynaklı) dış destek ve mağdur siyaseti. Mağdur siyasetinin baş nesnesi ise, türban ve sıkmabaş.

Türban ve sıkmabaş, son günlerde yine olayların merkezinde. KONDA’nın yaptığı araştırmaya göre, AKP iktidarıyla türban ve sıkmabaş kullanma oranı 4 kat artmış. Yine kentlerde ve eğitimli kadınlar arasında bu “aksesuarların” kullanımının yoğunlaşması dikkat çekici.

Beri yandan “örtünen kadınlar”, bunun “dini inançları gereği” olduğunu bildiriyor. Söz konusu “gereklilik”, 2003’te yüzde 63.4 iken; 2007’de yüzde 73’e çıkmış. Araştırma, üniversitedeki türban yasağına karşı olanların oranını yüzde 78 şeklinde belirliyor, aynı karşı çıkış 2003’te yüzde 75.5’lerdeymiş. “Örtünmeyen” kadınların yüzde 56’sı da, sözü geçen yasağın kaldırılmasından yana.

İnsanın aklına, “kimse bana zorla türban taktıramaz” diyen kimi kadın akademisyenler geliyor. Zaten burada gözle görünür bir zorlama yok. “İsterseniz” deniyor şimdilik!

***

Türban ve sıkmabaş, AKP’nin bayrağı durumunda. Bir AKP milletvekili “ihale almak isteyenler eşinin başını örtüyor” demişti. Dini gerekçe mi bu? Yoksa ihtiyaç mı? İnanç mı kazanç mı?

AKP tüm kurum, kuruluş ve kadroları kendi yandaşlarına peşkeş çekiyor. Burada önemli olan, badem bıyık ve türban.

***

AKP’nin kalan hedefleri nereler?: Anayasa Mahkemesi, Danıştay, YÖK. Yeni YÖK Başkanı’nın belirlenmesi için gün sayılıyor. Bu arada Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Fazıl Tekin ile ilgili bir “bilgi notu” gündeme yerleşti. Abdullah Gül uçakta yaptığı açıklamayla, Tekin’in dosyasına olmayan eşine ilişkin “kara çarşaflıdır” notunun iliştirildiğini söyledi. Bu ifade, bir anlamda “YÖK fişleme yapıyor” biçiminde sunuldu. YÖK Başkanı Prof.Dr. Erdoğan Teziç, “dosyaya böyle bir notun ne şimdi ne de geçmişte konulduğunu” açıkladı ve Gül de, “ben YÖK’ten söz etmedim” dedi. Bunun anlamı ne?

AKP ve medyası, psikolojik bir harekât yürütüyor. Hedefte YÖK var ve çamur at izi kalsın mantığı ile bir şekilde YÖK halka şikâyet ediliyor. Bu saatten sonra Gül’ün “YÖK’ten söz etmedim” açıklamasının pek bir önemi yok. Çünkü bir kez kamuoyu yaratılmaya başlandı ve YÖK, türban ve sıkmabaş gündemiyle ve “mağduriyet” kullanılarak hedef tahtasına yerleştirildi.

Zaten “yeni” Anayasa çalışmalarında, üniversitede türban yasağı kaldırılmaya çabalanıyor. Tayyip Erdoğan, kompozisyon yarışmasında dereceye giren ama törenlerde “mağdur edilen” sıkmabaşlı çocukların ailelerini arayarak “arkanızdayım” desteğini iletiyor.

AKP’nin hesaplaşma harekâtı hızlanıyor. Liyakat yerine tarikat, aydın baş yerine sıkmabaş, günümüzün yükselen “değeri” haline geliyor.

KONDA’nın bundan sonraki araştırmasında, sonuçların yerleştirildiği dairedeki yüzde 30’luk dilimin nereye gerileyeceğini hep beraber göreceğiz.

“Demokrasi tramvayı” durağına doğru ilerliyor. İkinci cumhuriyetçiler, Soros müritleri ve dinci şürekânın keyfi yerinde. “Durmak yok, yola devam…”

3 Aralık 2007 Pazartesi

DUY DA İNANMA
ALİ BULUNMAZ

ABD Kongre Üyesi Chris Shays’ın Güneydoğu’ya gezi düzenlediği ve bölgenin ileri gelenleriyle buluştuğu gün, ABD’nin Ankara Büyükelçisi Ross Wilson önemli açıklamalar yapıp herkesin yüreğine su serpti!

Wilson, “ılımlı İslam devleti yaratmayı amaçlamıyoruz; Türkiye, BOP’un hedefi değil, yardımcısıdır” dedi. Başbakanın BOP’un eş başkanlığını da onaylamış oldu bir bakıma. Büyükelçi, ABD’de yayımlanan harita ve yorumların da çöpe atılmasını önerdi. Wilson’a göre ABD, “sınırları değiştirmeyi değil, sınırlar içinde demokrasiyi etkin kılmak istiyormuş.”

ABD’nin, büyükelçiler ve kongre üyeleri eliyle son günlerde Güneydoğu’ya ilişkin açılımlar yapması; bunu yaparken DTP’yi dışlayıp, “Kürt sorunu” söylemini dillendirmesi ve bu söylemi terörden ayrı konumlandırması, “Kürt sorununu” siyasallaştırma ve bugünlerde sık sık vurgulanan “federasyon” istemini akıllara getiriyor. Bunun en önemli göstergeleri, Wilson ve Shays’ın, söz konusu talepleri dile getiren “alternatif” ve “ılımlı” Kürt siyasetçilerle bir araya gelmesi.

Kuzey Irak’ta Peşmergeler, PKK’yi kıskaca alırken, ABD’li yetkililer Güneydoğu’da DTP’nin yerine “seçenek” oluşturacak daha “ılımlı”; “Kürt sorunu”nu siyasallaştıran ve aynı zamanda, “federasyon” isteğini daha “teorik” dile getiren kişilerle buluşuyor.

Çeşitli ABD’li yetkililer de, “Kuzey Irak yönetimi bizim en önemli müttefikimiz” demekten hiç çekinmiyor. Bu bölgedeki yönetimin elde tutulması / yönlendirilmesi, hem İran’a karşı sağlam bir üs sağlayacak hem de Irak petrollerinin ülke dışına çıkarılması için bir kapı olacak.

ABD’li yetkililer, bu anlamda PKK’yi buzdolabına koyarak, bölgede herhangi bir “istikrarsızlık” ve rahatsızlığa izin vermeden, Kürt yönetimi ile birlikte, “federasyon” ve “Kürt sorunu”nun siyasallaşmasını isteyen Türkiye'deki kimi kesimlerin de ağzına bir parmak bal çalıyor. Dolayısıyla PKK’ye terör örgütü diyemeyen DTP yerine, daha “ılımlı” ve ona “alternatif” bir siyasal oluşumun alt yapısı hazırlanıyor. Sonuçta "federasyon" ve Kuzey Irak yönetimiyle "ilişki / diyalog" söylemi artık daha gür bir şekilde seslendiriliyor.

Wilson ne diyor?: “Sınırların değişmesini tasarlamıyoruz.” Duy da inanma!

BOP, tam da sınırların değişmesi üzerine kurulu değil mi? Zamanında Rice, bunu açık seçik dile getirmedi mi?

ABD’nin “demokrasiyi etkin kılma” anlayışı, buna karşılık gelmiyor mu? “Türkiye hedef değil, yardımcı” diyen Wilson’ın patronları, neden Kuzey Irak ve Güneydoğu’da karmaşık ilişkiler ağının tam merkezinde yer alıyor?