20 Kasım 2008 Perşembe

“KRİZİ FIRSATA DÖNÜŞTÜRMEK!”
ALİ BULUNMAZ

Kredi...

Faiz...

Döviz...

Borsa...

Para, para, para...

Ve kriz...

Krize “kapitalizmin krizi” diyen de var, “borsa ve finans spekülatörlerinin marifeti” diyen de...

Ama ortada bir gerçek duruyor: Krizin vurduğu kesim, ne sermaye babaları ne de para sihirbazları.

Kriz, parası, bugünü ve geleceği tefeciler, tefecilere bağımlı siyasetçiler ve onları çekip çevirenlerin oyununa gelen yoksulları vuruyor.

***

İşsizliğin çığ gibi büyüdüğü, yaşam koşullarının güçleştiği, hemen her şeye zam gelirken, çalışanların ücretlerinin yerinde saydığı hatta aşağı çekildiği Türkiye'de “krizi fırsata dönüştürelim” çağrısı, tuhaf bir biçimde dillere pelesenk oluyor.

Kriz kimin için fırsat olabilir?

Emekçi, yoksul, asgari ücretli, işçi, memur için mi?

Yoksa yolsuzluk, vurgun, faiz, dolandırıcılıkla “geçimini sağlayan”; palazlanıp büyüyenler için mi?

Bugüne kadar yaşanan krizlere dönüp bakınca kimlerin ayakta kaldığı; kimlerin krizleri fırsata dönüştürdüğü görülebilir.

Uzağa gitmeye de gerek yok, şöyle yakın tarihin mürekkebi kurumamış sayfaları karıştırılsa yeter.

Bugünün “teğet geçeceği” söylenen krizi, acaba kimler için fırsat olabilir?

Birkaç kez düşünelim...

14 Kasım 2008 Cuma

KÜÇÜK TAŞLAR...
ALİ BULUNMAZ

İşlemde bir başka, ileri boyuta geçildi.

Akıllara kılçık atılmaya, ağızlara sakız verilmeye başlandı.

Anayasanın değiştirilemez ilkeleri, bir “sempozyum vesilesiyle” tartışmaya açılmaya hazırlanıyor, hatta açıldı bile.

Zihinler buna alıştırılıyor.

***

BOP denen oyunda yeni bir perde açılıyor.

Aslında bilinmedik bir şey yok burada. Her şey kitabına uygun ilerliyor.

Anayasanın değiştirilemez ilkelerinin tartışılması ne anlam taşıyor? Türkiye Cumhuriyeti'nin emniyet sübapları bir bir sökülmeye başlanmayacak mı bu tartışmayla?

Her şey ortada.

Şimdi hedef anayasa ve yargıyı dinci yörüngeye sokmaktır.

Hemen her yerde olduğu gibi, bu “kutlu”, mutlu ve günümüze “uygun” yörünge, geleceğin ülkesini şekillendirmede kilit rol oynayacaktır.

***

Siz bakmayın “demokrasi”, “hukuk” ve “özgürlük” söylemlerine ve kavramlarına...

Bunlar gelip geçici şeyler. Önemli olan hedefe varmak. Dinciliği, “ılımlı İslam”ı orta yere koymak.

Ondan sonra, ne demokrasi ne hukuk ne de özgürlük... Hepsi hedefe giden yoldaki “küçük taşlar!”

En azından dinci zevat için öyle...

12 Kasım 2008 Çarşamba

GÖREV GEREĞİ…
ALİ BULUNMAZ

Gazetede bir haber, haberin başlığı her şeyi anlatıyor:

“Kılıç’ın hedefi ilk dört madde…”

Haberi biraz eşelemekte yarar var:

Bilkent Üniversitesi ve Alman Uluslararası Hukuki İşbirliği Vakfı bir sempozyum düzenliyor. Konu ise “Anayasalardaki değiştirilemez ilkeler.”

Sempozyuma Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç ve Mahkeme raportörü Osman Can da katılıyor. Kılıç, seçilen konunun “cesaretle belirlendiğini, Türkiye için hayati öneme sahip olduğunu” dile getiriyor.

Raportör Osman Can ise “1924 Anayasası hariç, Türkiye’de hep ferman anayasalarının hâkim olduğunu” söyleyip ekliyor: “Bir anayasa değiştirildiği zaman değiştirilemez maddelere de dokunulmalıdır.”

Sempozyumdan çıkan sonuç şu: “Anayasalarda değiştirilemez hükümler bulunması 'demokrasi' açısından kabul edilemez.”

***

Türkiye’de yürürlükteki anayasanın değiştirilemez maddeleri neler?

Madde 1: Devletin şekli Cumhuriyettir.

Madde 2: Cumhuriyetin nitelikleri

Madde 3: Devletin bütünlüğü, resmi dili, bayrağı, milli marşı ve başkenti…

Sempozyumdan çıkan sonuca göre bu maddelerin değiştirilemez olması “demokrasiye aykırılık” içeriyor.

“Velev ki” öyle…

Şimdi düşünelim: Devletin şeklinden başlayarak, niteliklerine oradan resmi dile, başkente ve bayrağa kadar uzanan üç maddenin değiştirilmesi neden istenir?

Ya da şöyle soralım: Bunların üzerine neden gidilir?

***

2002’den beri sahnelenen oyun burada tüm çıplaklığıyla karşımıza çıkıyor. BOP temelli ve onun eş başkanlığını yürüten iktidar, belirli ağızlardan kafasındaki hedefi ve kendisine verilen görevi, yeri ve zamanı geldikçe kamuoyu ile paylaşıyor.

Bu paylaşımlara verilen tepkiler doğrultusunda, eylemlerini hızlandırıyor ya da soğutuyor.

Ama öyle veya böyle istediğini yapmaya gayret ediyor.

Yapıyor da.

Toplumsal ve siyasal dönüşüm projesi hayata geçiriliyor…

***

Kısacası AKP iktidarı, ona ram olmuş “aydınlar”, iktidarın peşinden giden fırsatçılar, iktidarın görev verdiği sözcüler ve uygulayıcılar, plan ve programı harfiyen yerine getiriyor.

Şimdi sıra anayasanın değiştirilemez maddelerine mi geldi?

Öyle görünüyor…

Neden?

Bu da verilen görev gereği…

10 Kasım 2008 Pazartesi

MUSTAFA KEMAL BU MU?
ALİ BULUNMAZ

Zamlar, yaratılmaya çalışılan kargaşa ortamı, siyasi polemikler... Hepsini bir kenara bırakalım.
Gösterimde bir film, daha doğrusu bir belgesel var. Adı “Mustafa.”

Yazan ve yöneten Can Dündar.

Daha önce Sarı Zeybek adlı çalışmasıyla gündeme oturmuştu Dündar.

O günden bugüne pek çok şey değişti, köorülerin altından çok su aktı...

***
Belgeselin adı “Mustafa.”

Belgeselin “amacı”, Galileo Galilei'nin “bilimi gökyüünden yeryüzüne indirmek” sözünden esinlenmiş bir biçimde “Mustafa Kemal'i yeryüzüne indirmek”ti.

İnsanlar salonlara koştu. 7'den 77'ye pek çok kişi belgeseli izledi. Büyük kısmı ise buruk hatta kızgın ayrıldı.

Neden?

“Mustafa” denen Mustafa Kemal, tarihsel kimlik ve kişiliğinden koparılmış, magazinel bir yaklaşımla ele alınmıştı.

Koca heykellerini diktiren, karanlıktan korkan, sığır sürüsünün çıkardığı toz bulutundan endişelenen...

Sigara ve içkinin dibini bulan, tüm yakın arkadaşlarını kendinden uzaklaştıran...

Anlayacağınız tam bir diktatör, megaloman ve zayıf kişilik...

Mustafa Kemal bu mu?

***

Tarihsel özne Mustafa Kemal, bir belgeselin magazinel nesnesine ancak bu kadar dönüştürülebilirdi.

Dündar, “yeryüzüne indirmeye ve aramıza almaya çalıştığı” Mustafa Kemal'i, enikonu uzaklaştırmaya mı çalışmıştı?

Soruyu şöyle soralım: Acaba “Mustafa”daki Mustafa Kemal, kimin veya kimlerin görmek ve göstermek istediği kişilikti?

Atatürkçü, aydın, gerçek anlamda demokrat ve hukuktan yana insanların çeşit çeşit baskıya uğradığı günümüz Türkiyesinde, “işte Mustafa Kemal bu” diyecekler kimlerdir?

Biraz etrafı gözlesek bulabiliriz. “Yaftalamayın” derken, herkesi kamplara ayırıp, “bizden-onlardan” bölüştürmesiyle gerilim yaratanlar değil midir Mustafa Kemal'i belgeseldeki gibi gören ve gösteren?

***

Bu belgeseli izleyenlerin aklında ne kaldı?

Halkın arasında bir Mustafa Kemal mi, yoksa halktan uzakta, tarihsel kimliğinden sıyrılmış, yalnız ve diktatör bir Mustafa Kemal mi?..

5 Kasım 2008 Çarşamba

ZAMSALAK…
ALİ BULUNMAZ

Elektriğe zam…

Doğalgaza zam…

Petrole, benzine, gıdaya, giyime, içeceğe zam…

Zam, zam, zam…

***

AKP iktidara gelirken ve 5 yıllık iktidarında, hep kendinden önceki hükümetleri eleştirip “zamla milleti soydunuz, bitirdiniz” diyordu…

“Her sabah zam yapılan dönemler bitti” diye iktidarını övüyordu…

Neredeyse “hiç zam yapmamakla” gururlanıyordu...

Şimdi zamlar arka arkaya gelmeye başladı.

Hem de öyle böyle değil: Yüzde 20’yi aşkın, buçuklu filan.

***

Her şeye zam, zam üstüne zam.

Emekliye, çalışana, asgari ücretliye gelince yüzde 3-4, gaza, gıdaya, hizmete gelince yüzde 20…

“Kriz var” lafı, hafiften “keriz var” diye telaffuz edilmeye başlanınca zamlar da üst üste bindi.

Olan yine yoksula, dar gelirliye ve işsize oldu.

***

“İktidara gelmezse kriz çıkar” diye AKP’ye oy verenler de, krizin ve çılgınca fiyat artışlarının tam ortasında buldu kendini.

Bir ara “ekonomi tıkırında” şarkısını gür sesle söyleyenler bile homurdanmaya başladı:

“Yandık bittik, paramız pul oldu, yatırımlar durdu; görünen köy, anlatılan gibi değil” demeye getirir oldu lafı.

Zamlar geldi, kapıyı kırıp içeri girdi.

Sözün özü hep birlikte zamsalak olduk.

Hamdolsun!...

3 Kasım 2008 Pazartesi

GÜÇ FETİŞİZMİNİN DORUKLARINDA…
ALİ BULUNMAZ

Türkiye’yi tanımlayacak, bugünü özetleyecek en uygun ifade hangisi olabilir?

Güç fetişizmi belki…

“Devlet benim, güçlü benim; bana ram olacaksınız” anlayışı günümüzün yönetim kadrolarının bir numaralı isteği, dileği hatta emridir.

Buna direnen, gerçek demokrasi ve hukuktan yana duran; bir başka deyişle, bu iki ögeyi benimseyenler ise hemen çevrelenmesi gereken “bozuk” kişiliklerdir.

“Hamdolsun ekonomik kriz bizi fazla etkilemedi” görüşüne yan gözle bakanlardır bu “bozuk” kişilikler.

“Yüzyılın davasında” neyle suçlandığını bilmeden, aylarca cezaevinde yatan, hastalanan ve ölenler için adil yargılama ve suçlamaların noktasına virgülüne bilinmesini isteyenlerdir aynı zamanda…

Öte tarafta güç fetişistleri ile gücün kendisi kol koladır. Benden olan, yani “biz” dedikleri cemaatçi yapılanma, kendinden olmayanı “onlar” haline getirip çepere atmaya çalışmaktadır.

Güç fetişizminin doruklarına tırmanan “aydın” görünümlüler, kendilerini büyütüp palazlandıranlara teşekkür ve övgülerini böyle dile getirmektedir.

“Yakışanı, uygun geleni bu mudur?” diye sormanın zamanı geçmiştir artık.

Olan şimdi(lik) budur...

Güce tapanların; güç fetişistlerinin gözündeki pembe fer ne zaman geçer, geçer mi bilinmez ama bir gerçek var ki o da Türkiye’de her gün çağ dışılık, demokrasi ve özgürlük çemberinin daraltıldığıdır.

Sahi bu fetişistler “özgürlük”, “demokrasi” ve “hukuk” demiyor mu?

Demek ki bu “özgürlük”, “demokrasi” ve “hukuk” bir başka…

Belki güç fetişizminin tam ortasında, onun destekçisi…

O zaman ne kıymet-i harbiyesi kalıyor “hukuk”, “özgürlük” ve “demokrasi” diye çırpınmanın?..