26 Temmuz 2007 Perşembe

HANGİSİ UMUT?
ALİ BULUNMAZ

22 Temmuz seçimlerinin ardından yeniden ana muhalefet görevi üstlenen CHP’de, geç kalınmış bir hesaplaşma sürecinin ilk işaretleri görülmeye başlandı.

“Umut” olacak bir lider arayışı için, Nisan ayındaki Cumhurbaşkanlığı seçim turları öncesinde oynanan “toto”, şimdi sosyal demokrasinin lider adayını belirlemek adına oynanıyor.

Kim olsun? Kim olmalı? Gazete köşeleri ve sayfaları ile internet baskılarında olası adaylar oylanıyor.

Umut” olacağı düşünülen Zeki Sezer, Mustafa Sarıgül ve Hikmet Çetin’in isimleri sosyal demokrat “toto”da dönüp dolaşıyor.

CHP’nin mevcut yönetimine “muhalifliği” ile bilinen ve “umut” olmak için ter döken "kadro"nun başında kimler var?

Onur Kumbaracıbaşı, Mustafa Sarıgül, Hikmet Çetin, Mehmet Moğultay, Adnan Keskin

“Muhalif” harekete göre “yeni yüzler CHP’yi ve sosyal demokrasiyi ayağa kaldırıp iktidar yolunu açacak.” Ancak, atladıkları bir nokta yok mu?: Bu isimler içinde bir tek genç ve yeni yüz bulunuyor mu? CHP’yi ve sosyal demokrasiyi ayağa kaldıracağını iddia eden bu “kadro”, ne kadar umut olabilir? Daha doğrusu bu isimlerden “liderliğe oynayanların” hangisi umut?

Bugüne dek sosyal demokrasi için neredeyse hiçbir alternatif proje üretmemiş, sadece 2004 yerel seçimlerinde Şişli’deki ezici üstünlüğüne güvenen Mustafa Sarıgül mü?

Yoksa Fethullah Gülen’e yakınlığı aşikar olan ve kapalı kapılar ardındaki Bielderberg Toplantıları’nın, bu yıl İstanbul’da düzenlenen ayağına katılan ve ismi şu sıralar her platformda sıkça dillendirilen Hikmet Çetin mi?

Sözü geçen isimler, aslında sosyal demokrasinin Türkiye’de ne denli bir kısırdöngü içinde bulunduğunun da göstergesi. Umut olmak ve solu toparlamak kolay değil.

Sol demek emek-sermaye çelişkisi demek; yoksulluğa ve yolsuzluğa çözüm üretmek; ulusal ekonomi modeli geliştirmek; emekçi ve emek; demokratik açılımlar yapmak; onur; “ılımlı” sola karşı bağımsızlığı savunmak ve dinamizm demek…

Bu yüzden beklenenin aksine sonuçlanan her seçim sonrası, “muhalif” nitelemesiyle ortaya çıkan “gruplar” ve onların kırık dökük liderleri yerine; yeni, yıpranmamış, nitelikli, halka yakın, genç ve gerçek sosyal demokrat lider ve kadrolara ihtiyaç var.

Asıl umut olacak kişiler onlar

21 Temmuz 2007 Cumartesi

TEK…
ALİ BULUNMAZ

“Tek” güzel, özel ve özgün bir sözcük. Türkçede, kullanıldığı nice deyim ve deyiş var.

Örneğin “iki tek atmak”, AKP’li belediyelerin çizdiği “kırmızı çizgileri” aşan akşamcıların vazgeçemediği türden. Ya da eski kabadayıların racon icabı ağızlarından eksik etmediği “tek tek gelin” deyişine ne demeli? Bugünün sahte kabadayıları için geçerliliğini yitiren bir deyiş…

Bir başka deyim ise “tek geçmek.” AKP, seçime saatler kala kendisinin “tek geçilmesi” gerektiğini telkin edip duruyor. Yoksa… Kriz çıkar, çatışma doğar, istikrarsızlık baş gösterir diye halkı “kibarca” uyarıyor. 22 Temmuz sonrası, oluşabilecek ulusalcı koalisyon ihtimaline karşı, “görevini” yerine getirip; yanına anketçi ve AB ile ABD’li destekçilerini de alarak “tek başına” iktidar için, istikrar için “bizi tek geçin” diyor.

“İstikrar” önemli. 2002’den bu yana, sözü geçen istikrar kimlere yaradı?

Barzanici iş adamları, yandaş TV patronları, emek sömürücüleri, dinci holdingler, iktidar taraftarı belediye şirketleri, bakan oğulları, AB ve ABD’ci gazeteciler…

Liste uzayıp gidiyor. Yabancıların elindeki Borsa’da, kağıtları işlem gören yatırımcılar, Avrupa ve ABD’nin AKP yanlısı medyası aracılığıyla yorumlar yapıyor; AKP’yi yeniden güçlü bir şekilde iktidar olarak görmeyi çok istiyor.

Bundan yararlanacak olan kim?

Barzani, ABD, AB, AKP yanlısı iş çevreleri, Borsa’nın asıl sahibi yabancı yatırımcılar, Kürtçü ve Ermenici “aydınlar” ve AKP ile ortak iş yapan herkes…

Erdoğan son günlerde, milliyetçi rüzgârı kendisine döndürme telaşına da girdi. Ne dedi meydanlarda?: “Tek devlet, tek millet, tek vatan, tek bayrak.”

Ama işin aslı başka, istenen de: Tek ümmet, tek medya, tek ses, tek parti. Çarkın dönmesi için tek…

AKP’nin “tek parti” söylemine, kendi yazarları da katılıyor. Aman iktidarımız sarsılmasın diye kalem oynatıyor, kararsızları tavlamak adına düzmece anketler yayımlıyor...

Şimdi 23 Temmuz’u beklemekten başka çare yok. Kim gülecek tek tek göreceğiz…

15 Temmuz 2007 Pazar

KÜRESEL TERÖRİST TİPİ” BELİRLEMEK MÜMKÜN MÜ?
Ali BULUNMAZ

Geçtiğimiz haftalarda, Londra ve Glasgow’da terör şüphesi uyandıran olayların hemen ardından, terör ile ilgili küresel paranoya yeniden hortladı. İngiltere ve ABD ile çoğu Avrupa ülkesinde güvenlik önlemleri en üst düzeye çıkarılırken, şüpheli ve “küresel terörist tipi” belirleme çalışmalarına da hız verildi.

Örneğin İngiltere’de, Londra’daki olayın faillerinden yola çıkılarak Pakistan uyruklu tüm doktorlar hakkında ayrıntılı inceleme başlatıldı. ABD havaalanlarında ise, kontrol noktalarından geçenlerin hangi kökene sahip olduğu ile ilgili bilgi edinmek amacıyla, görüntü alımı ve araştırma faaliyetleri genişletildi.

Fakat daha birkaç gün önce, Almanya İçişleri Bakanı Wolfrang Schaeuble’in “teröristler doğrudan hedef alınarak öldürülmeli, tehdit oluşturanlar sınır dışı edilmeli, cep telefonlarına el konulmalı ve internete bağlanmaları engellenmeli” şeklindeki “öneri paketi”, önemli bir soruyu gündeme getirdi: Bu önlemlerin alınmasını gerektiren kişi / kişiler kimdir ve onun / onların profili nasıl belirlenecektir?

Terör tehdidi ve küresel paranoyanın yol açtığı bu aşırı şüpheci ruh hali, 22 Temmuz 2005’te Londra’nın Stockwell metro istasyonunda, işine yetişmek için koşan Jean Charles de Menezes’in polisler tarafından başına yedi el ateş edilerek vahşice öldürülmesine neden olmadı mı? Üstelik işlediği bu cinayetin ardından polis, öldürdükleri Brezilyalı genç için “teni esmerdi, teröriste benziyordu, kuşku uyandıran bir hali vardı ve koşuyordu; dur uyarımızı dinlemedi, bu yüzden onu vurmak zorunda kaldık” dememiş miydi?

O gün yaşanan o akıl dışı olayın kurbanına yönelik bu nitelemeler, iki yıl sonra Almanya İçişleri Bakanının “küresel terörist tipi” belirleme ve buna yönelik “önlem” alma “önerisiyle” benzerlik göstermiyor mu?

O halde insan onuru denen şey nerede kaldı? İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin üçüncü maddesindeki “yaşamak, hürriyet ve kişi emniyeti her ferdin hakkıdır” açılımı alaşağı edilmiş olmuyor mu? Daha da önemlisi, “küresel terörist tipi” belirleme “önerisi” ve “önlem” çabası, hangi hak kapsamında değerlendirilecek / değerlendirilebilecek mi? Kim, kime ve neye göre tehdit ya da terörist olarak nitelenecek?

Küresel paranoyanın yarattığı ve güvenliğin çok daha ağır bastığı özgürlük-güvenlik ikileminin, insanlığı getirdiği noktayı işaret eden acı örnekler bunlar…

11 Temmuz 2007 Çarşamba

DÖNÜŞ BABA DÖNÜŞELİM!
Ali BULUNMAZ

AKP’nin önde gelenlerinin, cumhurbaşkanlığı seçimi sürecinde ve sonraki Anayasa Mahkemesi kararı (367 şartı) ile ilgili olarak söylediklerini hatırlamakta fayda var:

Bülent Arınç: “Meclis, dindar bir cumhurbaşkanı seçecektir.” Anayasa Mahkemesi kararı ardından: “Hukuku zorlayan bu kararla, Meclisin dindar bir cumhurbaşkanı seçmesine izin verilmemiştir.”

Recep Tayyip Erdoğan: “Cumhurbaşkanlığı seçimi ile ilgili ana muhalefetle görüşmeyi düşünmüyorum; bu vakit kaybıdır.” CHP’nin, Anayasa Mahkemesi’ne başvurması üzerine: “Mahkeme’nin kararına saygı duyarız.” Turlara başlamak için 367 şartının aranması gerektiği kararı ile ilgili olarak: “Bu karar demokrasiye sıkılmış bir kurşundur” ve “cumhurbaşkanlığı seçimi ile ilgili bu karar bir yüz karasıdır.”

Seçim sürecindeki Türkiye’de AKP, bir yandan cumhurbaşkanlığı konusunda “mağdur”u oynarken; öte yandan Erdoğan’ın ağzından “uzlaşma” söylemi geliştiriyor. Ancak buradaki “uzlaşma”, birkaç yönden “zorunlu-seçmeli” anlamına da bürünüyor. Miting meydanlarında cumhurbaşkanını yuhalatan Erdoğan, (22 Temmuz’dan sonra 3 Kasım’daki gibi tek başına iktidara geleceğini varsayarak) “listemi yaparım ‘uzlaşma’ ararım” türünden bir dayatmayı gündeme getiriyor. Diğer yandan, “verin bize 400 milletvekili cumhurbaşkanını seçelim” gibi bir istemi de hiç eksik etmiyor.

Fakat bundan daha vahim olanı, “mağdur” aday Abdullah Gül’ün açıklaması. Anayasa Mahkemesi’ne, 367 şartının ardından edilmedik laf bırakmayanların başında gelen Gül, CHP’nin Anayasa değişikliğine ilişkin itirazının reddedilmesi ve referandum kararı ile ilgili olarak “Mahkeme’ye haksızlık etmişim” dedi.

Bunun Türkçesi, “bana / benim görüşüme uygun karar aldığı (: öyle olduğu düşünüldüğü) sürece hukuk hukuktur” değil mi? Dolayısıyla AKP, “kendi görüşüne uygun geldiğini düşünmediği” kararları hukuk saymıyor mu?

“Değişerek gelişen”, "gelişerek dönüşen” ve dönüştükçe dönüşen Erdoğan ve Gül’ün, Anayasa Mahkemesi’ne karşı şimdilerde farklı bir söylem geliştirmesi ve kendilerince “uzlaşma” işaretleri vermesi, yarın bir başka şekle bürünür mü?

Yeri gelmişken adındaki “A”; “adalet”, AKP için ne anlam ifade ediyor?..

5 Temmuz 2007 Perşembe

DİLİN KEMİĞİ…
ALİ BULUNMAZ

Freud, çok tartışılan yorumlarından birinde, dil sürçmelerinin aslında “bilinçaltına itilen gerçek duygu ve düşüncelerin bir yansıması olduğunu” ifade eder. Yani, zihin sağlıklıdır; ancak bilinçaltı kendini dil sürçmeleriyle açığa vurur.

Konunun bir başka boyutu ise, sağlıklı zihne sahip olmayan kişilerin, ağzından çıkan sözlerin de çarpıklaştığı / çarpıklaşacağıdır. Bu gibi durumlarda, zihni sağlığından uzaklaştıracak etmen nörolojik bir rahatsızlık olabileceği gibi, çıkar ilişkilerinin gerçekleri / varolanları örtüşünü hızlandıran körlük de olabilir.

Japonya Savunma Bakanı Fumio Kyuma’nın “atom bombası yorumu” da bu anlamda tam bir facia. Atom bombasının “savaşı bitirdiğini” söyleyen Kyuma, “ABD bombaları atmasaydı Japonya Sovyet işgaline uğrayacaktı; ABD’ye kızgın değilim” şeklinde bir açıklama yaptı.

ABD’nin Uzakdoğu’daki en önemli müttefiki / stratejik ortağı Japonya. İmzaladıkları ticaret, güvenlik ve askeri işbirliği antlaşmaları ise, ortaklıklarını günden güne pekiştiriyor. Japonya’nın –özellikle iletişim teknolojileri bağlamında- dünya pazarındaki yeri tartışılmaz ve bu alandaki Okyanus ötesi açılımları da, ABD’nin yoğun desteği ile yürütüyor. 1945’ten sonra ABD’nin her alanda (: siyaset, ekonomi, sosyal politika, kültür…) Japonya’ya verdiği destek ve uyguladığı kontrol siyaseti de muazzam.

Tüm bunlar; 1945’te ABD işgaliyle “belini doğrultan” ve imzalanan bağımlılık anlaşmalarıyla, ABD ile stratejik ortak konumuna gelen Japonya’da, Savunma Bakanı Kyuma’nın sağlıksız zihnini anlamamıza yardım edebilir.

İnsanlık değerlerini, atomu parçalamaktan çok daha korkunç ve hızlı şekilde aşındırmayı başaran iki bomba, Fumio Kyuma’nın gerçekleri görmesini engelleyen bir ışıma yaratmış besbelli. “Kızgın olmayışı” da, 1945’ten itibaren yaşananlara bağlanabilir. Ama onun gibi düşünmeyen yüz binler var; ondan utananlar… Bomba Kurbanları Federasyonu Genel Sekreteri Terumi Tonaka, sözü geçen utancı, Kyuma’nın “yorumu”ndan hemen sonra açıkladı.

Elias Canetti ise, Ağustos 1945 adlı denemesinde “dünya bugüne kadar güneşin çocuğuydu, onsuz yaşayamazdı; ama şimdi gün ışığı tahtından indirildi ve atom bombası her şeyin ölçütü oldu” demişti, insan olan herkesi utandıran bu vahşet karşısında…

Bakan Kyuma, açıklamasından birkaç gün sonra baskılar yüzünden istifa etti. Neyse ki etti. Ama yaptığı “yorum”, tarih kitabına kara satırlar olarak çoktan yazıldı bile…

2 Temmuz 2007 Pazartesi

UZAKDOĞU’DA ÇEVRELEME SİYASETİ
Ali BULUNMAZ

Japon komutan Yamato, 7 Aralık 1941’de Pearl Harbor’daki ABD donanmasına düzenledikleri baskının ardından, heyecanla beyanat isteyen gazetecilere “şimdi uyuyan devi uyandırdık” der. Gerçekten de öyledir. Çünkü 1941, İkinci Dünya Savaşı’nın seyrini değiştirmiş; ABD’nin savaşa dahil olmasıyla SSCB ile ABD arasında ortak düşman(lar)a (: Nazi Almanyası ve Japonya’ya) karşı 1945’e kadar sürecek bir ittifak kurulmuş; bunun yanında Almanların geliştirmeye çalıştığı atom bombası, Nazilerden kaçan bilim insanlarınca ABD’de üretilmiş ve savaşı sonuçlandırmak amacıyla Japonya’ya atılmıştır.

İkinci Dünya Savaşı’nın ardından Japonya’daki etkinliğini arttıran ABD ve bu etkinliğin en önemli aktörü Mc Arthur, 1947’de hazırlanan anayasa ile Japonya’nın herhangi bir dış tehdide karşı savunma ihtiyacını sınırlayan bir ordu kurulmasına ön ayak olur. SSCB’nin yıkılışına kadar, ABD ile pek çok güvenlik ve bağlılık anlaşması imzalayan Japonya’nın bu askeri gücü de, oluşan yeni koşul ve tehditler karşısında tekrar gözden geçirilir. Böylece Japonya, ABD ile 1997’de imzaladığı anlaşma (“ABD-Japonya Savunma Anahattı”) sayesinde, belirebilecek yeni bölgesel tehditlere müdahale etme yetkisini kazanır.

2000’li yıllara gelindiğinde, ABD ile Japonya arasındaki belli başlı ortaklıklar askeri boyutu aşmış, buna diğer Asya Pasifik ülkeleri de katılmıştır. ABD ve Japonya’nın başı çektiği Uluslararası Termonükleer Deney Reaktörü’nün temeli Hindistan ve Güney Kore’ye ek olarak; AB ve Rusya’nın da katılımıyla Fransa’da atılmış; yine Japonya, ABD ve Hindistan arasındaki ticaret anlaşmalarına, Güney Kore ve Avustralya da eklemlenmiştir.

11 Eylül saldırılarıyla “yeni stratejik açılımlar” gerçekleştiren ve bu anlamda “terörle savaş” gerekçesiyle geniş çaplı ekonomik-sosyal-siyasal dönüşüm öngören politikalar üreten ABD, Uzakdoğu’daki başlıca hedeflerini Çin ve Kuzey Kore; ortaklarını en başta Japonya ve sonra Hindistan olarak belirlemiştir. Bu bağlamda (her ne kadar şu sıralar aralarında bu konularda bir pürüz bulunsa da) 2005’te Hindistan ile Füze Kalkanı ve 2006’da uluslararası hiçbir denetim yapılmayacağı sözüyle “Nükleer Ortaklık Anlaşması” imzalamış ve Hindistan bu anlaşma sonrası Bush tarafından “en uçtakiler ve aşırılarla mücadelede önemli bir ortağımızdır” diye nitelenmiştir.

“Asya’nın istikrarı” söylemiyle hareket eden ABD bununla birlikte, Japon anayasasının köklü bir şekilde gözden geçirilmesine katkı vermiş; Şubat 2005’te ABD ile Japonya Balistik Füze Sistemi ortaklığı kurulmuş ve Asya’da herhangi bir tehdide karşı bir arada strateji geliştirme konusunda somut adımlar atmştır. Geçen aylarda ABD’de yayımlanan “Çin’in Askeri Gücü- 2007” başlıklı raporda, Çin’in gelişen askeri gücü ve genişleyen pazarı ile Çinli liderlerin gelecekte nasıl hareket edeceğine ilişkin belirsizlik, ABD ve bölgedeki ortaklarının kaygıyla izlediği gelişmeler olarak not edilmiştir. Buna göre Çin’in askeri ve ekonomik gücünün artması, hem Japonya hem de ABD’nin çıkarları için tehdit olarak değerlendirilmiş; yine Çin’in Tayvan’a yönelik politikalarının, Japonya ve ABD için sorun oluşturduğu imlenmiştir. Tayvan sorunu ve Tayvan’ın Çin’le yakınlaşması, ABD’ye göre Çin ile kendisini gelecekte çatışmaya sürükleyecek bir etmen olarak görülmüştür. Ayrıca kendini uluslararası terörizmle mücadelenin “baş aktörü” ilan eden ABD, nükleer silah geliştirme projeleri nedeniyle Kuzey Kore’yi “şer ekseni”ne dahil etmiştir. Bir diğer deyişle Çin’in askeri ve ekonomik atılımı ile Tayvan’a yönelik politikaları ve Kuzey Kore’nin nükleer silah üretim tasarıları, ABD’nin ve Asya-Pasifik’teki baş stratejik ortağı Japonya’nın tehdit algılamasındaki en önemli açılımlar olmayı sürdürmektedir.

Çinli yetkililer ise ABD’nin politikalarıyla “bölgede kimsenin güçlenmesini istemediğini” ifade ederken, “ABD-Japonya güvenlik stratejisine Tayvan’ın dahil edilmesine karşı olduklarını ve ABD’nin, Tayvan üzerinden Çin’e yönelik siyaset geliştirdiğini, kendilerinin okyanus ötesi pazar açılımları yapmalarını engellemeye çalıştığını ve ülkelerinin iç işlerine karıştığını” belirtmiştir.

Özetle ABD bugün Ortadoğu’da (başta İran’a) ve Kuzey’de Rusya’ya karşı olmak üzere, yürüttüğü çevreleme siyasetinin bir benzerini Uzakdoğu’da Çin’e karşı da yürütüyor. Öncelikle Japonya, sonra Hindistan ve Avustralya gibi stratejik ortaklarla imzalanan anlaşmaları; Tayvan, Güney Kore, Singapur ve Tayland gibi yeni ortaklarla besleyerek, sözü geçen çevreleme hareketini genişletmeyi tasarlıyor. Bunun yanında, Japon yetkililer her ne kadar geçtiğimiz ay yaptıkları açıklamada, "barışçıl anayasanın yeniden gözden geçirilmesinin, ülkelerinin barış arayan anlayışı ile geleceğini etkilemeyeceğini" söylese ve Tayvan gerginliğinin yaratacağı olası bir çatışmadan uzak durmak için Çin’le yakın ilişkiler kurmaya çabalasa da; sonuçta ABD, bölgedeki ortaklarının yardımıyla, Uzakdoğu’yu çevreleme ve bu coğrafyada nüfuz arttırma (: tek kutupluluk) siyasetine hız vermiş görünüyor…