20 Mayıs 2009 Çarşamba

TÜRKAN SAYLAN OLMAK...
ALİ BULUNMAZ

Türkan Saylan'ın cenaze törenine katılan on binlerce insan haykırdı: “Türkan Saylan onurumuzdur...”

Gerçekten de öyle.

Onur, onursuzlarca unutturulmak; meta haline getirilmek istenen bir kavram bugünlerde.

Kurtuluş Savaşı, bir onur mücadelesiydi...

Ardından gelen devrimler, onurlu bir yaşamın temel taşlarıydı...

***

Şimdilerde Mustafa Kemal ve arkadaşları öncülüğünde gerçekleştirilen devrimleri savunmak ve onlara bağlı olduğunu göstermek “darbecilik” ya da “teröristlikle” bir araya getirilmeye çalışılıyor.

Saylan'a son günlerinde yapılmak istendiği gibi...

Hayatı boyunca pek çok güçlüğün üstesinden gelen bu insan, ömrünü eğitime ve çağdaşlık için çalışmaya adadı.

Cenazesindeki kalabalık bunun farkındaydı: “Türkan Saylan ölümsüzdür...”

***

Saylan ölümsüz, çünkü geride yoğun emek harcayarak bıraktığı bir dernek ve binlerce öğrenci var.

İnsan var...

Kendisi gibi...

Hastalığının en yorucu günlerinde vasiyetini de açıklamıştı Saylan, yine eğitim diyordu, yine çağdaşlıktan bahsediyordu: “100 bin kız öğrenci okutun...”

İşte belki şimdi, bu yüzden hemen toparlanmak ve çalışmaya başlamak; Türkan Saylan olmak gerek.

Vasiyeti yerine getirmek ve yaptıklarını daha da ileriye taşımak...

100 bin kız öğrenci ve daha çok çağdaş insan yetiştirmek adına harekete geçip, bir tuğla koymak ve sorumlulukların bilincinde olmak...

Kısacası Türkan Saylan olmaya çabalamak gerek...

Onurlu ve insanca yaşamak için...

Tıpkı Türkan Saylan gibi...

13 Mayıs 2009 Çarşamba

HERKES SUÇLU
ALİ BULUNMAZ

Mardin'de 44 kişinin öldürülmesi katliam mı facia mı?

Şurası kesin, bu bir büyük cinayet...

Çarpıklığın, başıbozukluğun ve hatta verilen tavizlerin yarattığı bir büyük cinayet...

***

Olayın hemen ardından bölgeye gidenler, Bilge köyü ile ilgili yazılar yazan ve görüş açıklayanlar sayesinde cinayet gündeme oturdu.

Sayının 44 olmasının da payı büyüktü elbette...

Bu rakam 4 olsaydı, belki bu kadar tartışılmayacaktı.

Ama bir gerçek var ki, Güneydoğu'da her an bu ve buna benzer şeyler oluyor. Kimi küçük bir haber olarak arşivlerde yerini alıyor kimine değinilmiyor bile...

Ağalar, şeyhler ve şıhlar istediği gibi at oynatmaya; siyasette, sosyal hayatta ve ekonomide etkinliğini koruyor.

Seçim zamanı siyasetçilerin el pençe divan durarak oy istediği, oy avcılığı için her türlü tavizi verdiği bu kişilerin dediği kural veya emir haline geliyor.

***

Şimdi tartışaduralım...

Sayı 44'ken konuşalım...

Ya yarın, bu rakam 144 oluursa? Sorun değil biraz daha tartışırız...

Ama ne, ne kadar değişir; orası bilinmez...

Buralardaki düzeni değiştirmeye çalışanları; örneğin Türkan Saylan'ı, “terörist” ya da “darbeci” diye yaftalayalım...

Sonra sayı 144'e, 244'e çıkınca defterleri yeniden açalım, tartışalım...

Suçu ağalara, şeyhlere, şıhlara yükleyip vicdanımızı rahatlatalım...

Beylik sözlerle, matbu açıklamalarla işi geçiştirelim...

***

Peki, suçlu kim bu durumda? Yalnızca oraları parsellemiş ağalar, şeyhler, şıhlar mı?

Onları bu denli güçlendirenler, Güneydoğu'da olup bitene kulağını tıkayan duyarsız insanlar ve daha fazlasını yapacakken çekinik davrananlar aynı oranda cinayete ortak olmadı mı?

Aşiret düzeni mi, ona kola kanat geren zihniyet mi? Gerçek suçlu kim?

Oradaki düzeni değiştirmeye çalışmayan, buna katkı vermeyen, susan ve kısık sesle konuşan; kısacası sorumluluğunu yerine getirmeyen herkes biraz suçlu değil mi?

Elimizi yüreğimize koyup biraz daha düşünelim...

7 Mayıs 2009 Perşembe

ELDEKİ KUŞ...
ALİ BULUNMAZ

6 Mayıs kimileri için pek bir şey ifade etmeyebilir.

Takvimde öylesine bir gündür...

6 Mayıs, aslında yurseverliğin boynuna ilmeğin geçirilmek istendiği gündür, geçirildiği değil...

Yaşanan acıları aşmak ve onlara yenilerini eklememek için o günün önemini kavramak gerek.

Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan'ı hatırlamak ve hatırlatmak gerek...

Dolayısıyla yurtseverliği de...

***

Yurtseverliği, kör milliyetçilik ve şiddetle eşleştirmek isteyen zihniyet bugün her yanı kaplamış durumda; kendine engel gördüğü her kavram ve herkesle hesaplaşma hırsıyla dolu...

Timsah gözyaşlarıyla köşelerini süsleyenler ve onların ağababalarının dili, emek-sermaye çelişkisi, hak-hukuk ve yurtseverlik deyince lal oluyor.

Samsun'dan Ankara'ya Bağımsızlık Yürüyüşü gerçekleştiren Deniz Gezmiş önderliğindeki insanlar ne demişti: “Tam bağımsız Türkiye...”

Bugün bu sözü söyleyen, kire pasa bulaşmamış ve onurlu insanlara “terörist” yaftası yapıştırılmak isteniyor.

“Darbelerle ya da darbe girişimleriyle hesaplaşalım” diyenler, sivil darbeyi es geçiyor veya böylesi işlerine geliyor.

***

Yurtsever Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan 6 Mayıs 1972'de bir darbe sonunda idam edildi. Nice canlar gibi...

Hesaplaşılacaksa havadaki kuşla değil, eldekiyle hesaplaşılmalı...

1 Mayıs 1977'yle, Maraş'la, 12 Eylül'le, Sivas'la...

Yapılabiliyorsa, buna cesaret edilebiliyorsa...

29 Nisan 2009 Çarşamba

NE OLMAK İSTİYORSUN KÜÇÜĞÜM?
ALİ BULUNMAZ

“Kutlu Doğum Haftası” ile kafa kafaya getirilen bir 23 Nisan'ı daha geride bıraktık.

Yani Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı'nı...

Bugün ulusal ve ulus gibi sözcüklerden ürküyor kimileri. Bunları diline dolayan, benimseyen ve değerini bilenler “terörist” olarak yaftalanıyor.

Suçlular ve yurtseverler aynı kefeye konup yandaş-yoldaş medya tarafından mahkum ediliyor.

Kısacası ulus korkutuluyor.

***

Böyle bir ortamda yaşayan çocuklara 23 Nisan'da mikrofon uzatılıp “Büyüyünce ne olmak istiyorsun?” diye sorulduğunda ilginç yanıtlar geliyor elbette.

Bir tanesi “Başbakan olmak istiyorum” diyor.

Haklı.

Günün en gözde “mesleği” bu. Her şey elinin altında. Bir işaretiyle istediği her şey yapılıyor. Yapılamadığında, olmadığında veya oldurulamadığında “hitabet sanatı öfke” devreye giriyor.

Başbakan, “mutlak güç” ve “sınırsız kuvvet”le çocukların gözünde model haline geliyor.

Kendini başbakanla özdeşleştiren çocuk, günün birinde onun gibi güçlü, dediğini yaptıran ve masaya yumruğunu vuran bir konuma gelmeyi hayal ediyor!

***

O çocuk için, başını yukarı kaldırıp baktığında, her yerde örnek aldığı kişinin fotoğrafları, televizyonu açtığında model olarak seçtiği kişnin yüzüyle karşılaşılaşıyor.

Çocuk, kendisi gibi davranan pek çok yaşıtıyla aynı kişiye özeniyor ve bir anlamda her yerde onu görüyor:

Korkutan...

“Öfkeyi hitabet sanatı”na dönüştüren...

Dediğini yaptırmak için her yolu deneyen...

Tek bir işaretle herkesi hizaya getirmeye çabalayan...

***

Çocuğa başka seçenek kalıyor mu?

Böylelikle “Büyüyünce ne olacaksın?” sorusu yanıtını buluyor...

21 Nisan 2009 Salı

DOLANDIRICILAR...
ALİ BULUNMAZ

Lafı hiç dallandırıp budaklandırmasalar...

İstediklerini ve yapmaya çalıştıklarını şöyle açıkça söyleseler de herkes yerini bulsa...

Aslında onları biliyoruz, günün her saati karşımızdalar. Badem bıyık altından gülen, batırdıkları pislikle kalemlerinden kokular yükselen, ağızlarından çıkan her sözle eski hesap defterlerini açan onlar...

Kelimeleri, cümleleri dolandırırlar.

Dolandırıcılar...

Dolandırıcılık yalnız yolsuzluk veya usulsüzlük yapmakla olmaz. Lafı dolandıranlar, kendilerini büyük işler peşinde ve her şeyin kompedanı olarak gösterenler de dolandırıcı olabilir.

Medyalaşan basının köşemenleri, yandaşlıkta sınır tanımayan ve yoldaşını arada eleştirir gibi yapan da onlardır.

Hani “biz bu cumhuriyeti istemiyoruz” ve “egemenlik cemmatimizindir” deseler... Olmaz...

Öyle diyemedikleri için böyle yapıyorlar.

Peki, sivil darbeye alkış tutmak da darbecilik değil midir?

O zaman hangi demokrasiden, hukuktan ve özgürlükten bahsediyor bu muhteremler?

Korku toplumu yaratmak ya da korkuyu yöntem olarak kullanmak, özgürlüğün önüne duvar örmek değil midir?

Ama geçerli olan tarikat-cemaat kardeşliğinde, tasfiye edilecek olan bellidir.

Tarikat-cemaat kardeşlerine göre çağdaş veya cumhuriyet kelimelerinin geçtiği her şey söküp atılmalıdır bu topraklardan, ki yerine istedikleri geçsin.

Yakın zamana kadar ürkütmeden yapmak niyetindeydiler ama şimdi hızlandılar, sabırları tükendi.

Dolandırıcılar da kalemleri ve köşelerini hizmetlerine sundu. Pek rahatlar.

Yol onların, meydan onların.

Gün onların, dikenleri ayıklanmakta olan gül bahçeleri onların.

Dolandırıcılar çalar, tarikat-cemaat kardeşleri oynar...

14 Nisan 2009 Salı

TEPKİSİZLİĞE ALIŞMAK...
ALİ BULUNMAZ

Artık işin rengi belli oldu.

“Ergenekon” havuzunda neredeyse kıpırdayacak yer yok. Muhalif olanla darbe özlemi çeken, gerçek aydınla karanlık işlere bulaşanları “usturuplu” biçimde yan yana getirmek; bunu da “hukuk”, “demokrasi” ve “özgürlük” adına yapmak farza dönüştü.

Araştırmacı gazetecilerin hedefinde olan, ama şimdilerde sayısı bir elin parmaklarını geçmeyen yürekli gazetecilerin köşelerini kaplayan karıştırmacı gazeteciler kulaklara kar suyu kaçrmakta iyice ustalaştı.

Meydanın hızla boşaltılmasından mıdır nedir, palazlanıp yükseldiler.

“Onu da alın, şunu neden henüz almadınız” temalı yazılar döktüren zevat, cemaatin yolunu açmaya, dikensiz Türkiye bahçesi yaratmaya çabalayanların en hakiki dostlarına dönüştü.

Şimdi onlar konuşuyor, kendilerinden başka kimse ses etsin istemiyor.

Kendi çapında “haklılar.” Çünkü, ancak o zaman yola devam edebilirler. Korku duvarlarını yalnız o zaman dikebilirler.

***

İşte “Ergenekon” havuzu da bu yüzden doluyor sürekli.

Oyların düştüğü ortaya çıkıyor, hemen bir “dalga.”

Ekonomik kriz, tepkiler, bir “dalga” daha.

Yeni ekonomik paket mi açıklanacak, al sana “dalga.”

“Türkiye ile dalga mı geçiliyor?” diye sormadan edemiyor insan.

Geçiliyorsa, yazık gerçekten çok yazık.

Yok eğer geçilmiyorsa; demokrasiden söz açılacaksa, hukukun üstünlüğü deniliyorsa, hani Deniz Feneri, dokunulmazlıkların kaldırılışı, yolsuzluk dosyaları nerede?

***

Hiç bunlara kafa yormaya gerek yok aslında. Ne isteniyorsa yapmalı.

Bir köşede oturup olan biten izlenmeli!

İstenen bu değil mi?

Yani tepkisizliğe alışmak...

Alıştırılmak...

Yani insanların “sus, susmazsan sıra sana gelecek” sözünü bellemesini sağlamak...

5 Nisan 2009 Pazar

BULUŞMA...
ALİ BULUNMAZ

Seçim bitti. Gündem yoğun.

Bunun tam ortasına G20 Zirvesi ve Obama'nın Türkiye ziyareti oturdu.

Davos'ta Peres'e kafa tutan Tayyip Erdoğan, Arap ülkelerinin ilgisi ve minnetine mazhar olunca, bu sefer de G20 Zirvesi'nde Danimarka Başbakanı Rasmussen'in NATO Genel Sekreterliği'ne karşı olduğunu açıkladı ve “van minüt” diyerek “NATO Fatihi” unvanını da kazanmak istedi.

Karşı çıkışının nedenini de, Roj TV ile Hz. Muhammed karikatürleri olarak açıkladı.

ABD ve İsrail'e biat etmiş Arap ülkelerinde haklı bir sempati yaratan Erdoğan, bu çıkışıyla oralardaki puanını da arttırdı.

Ama gelin görün ki ABD'nin çiçeği burnunda başkanı Hüseyin Obama soruna ağırlığını koydu ve Erdoğan'ı “one minute” formülüyle ikna etti...

***

Türkiye garip bir ülke. Siyasetin işleyişi de acayip.

Seçim öncesi Davos'ta ortaya konan tuhaf ortaoyunla şişirilmeye çalışılan yelkenler ve “Davos Fatihi” sloganıyla parlatılan propaganda, ekonomik kriz ve yolsuzlukların gölgesinde kaldı.

İç politikada “bir dakika”, dış politikada “van münit”le yol alınmaya çalışılırken, sular çekildi, fırtına dindi ve gerçek gündemle baş başa kalındı.

Ekonomik kriz, işsizlik, enflasyon ve yoksulluk daimi gündem maddeleri.

Şimdi bunlara kısa Obama ziyareti de eklendi.

***

“Değişimin” simgesi ve dünya lideri Obama Türkiye'ye geliyor. G20 Zirvesi'nde kırmızı halıda yan yana yürüyen ve aile fotoğrafında omuz omuza görünen Erdoğan ve Obama, bu kez Türkiye'de görüşecek.

Neler konuşulacak?

Enerji, İsrail-Filistin sorunu, Kıbrıs ve ekonomik kriz...

Obama Türkiye'de sempati topladı, gıyabi kutlamalar yapıldı, kurbanlar kesildi...

Mutlu ve kutlu bir gün, Obama geliyor.

Obama sempatik mi sempatik, kısacası kimilerinin ifadesiyle “bizden biri...”

Ezilmiş ve hor görülmüşlerin temsilcisi kimilerine göre...

Aşılamaz denen sorunların üstesinden gelmesi beklenen bir dünya lideri.

“Davos Fatihi” ve arabulucu Tayyip Erdoğan ile dünya lideri, ezilmişlerin yüzü ve sesi Hüseyin Obama.

Hollywood filmlerini aratmayacak bir buluşma.

Filmin adı, "One Minute" ya da Türkçesiyle "Bir Dakika..."

20 Mart 2009 Cuma

DÖRT İŞLEM...
ALİ BULUNMAZ

Dört işlem hayatın her döneminde insanın karşısına çıkar.

Kimileri “dört işlem bilmeyen adam olamaz” der.

Doğrudur...

Doğrudur da, siyasette dört işlem epey bir farklıdır.

***

Siyasette, özellikle bugün, kullanılan dört işlem akıllara seza.

Bölme bunların başındadır. Bu, biz-onlar ayrımıdır. Cemaat-tarikat kardeşi olanlar ile buna direnenler hemen birbirinden ayrıştırılır.

Yandaş demokrasisi, cemaat-tarikat kardeşliğine çalışır...

***

Çarpma da bölme gibi iş tutar. Kazanan ve kazancını katlayan hep yandaşlardır. Baş kızsa da, yandaşlık hep bire on verir, çarpar; büyür, palazlanır.

Katlanır, buna katlanamayanları dışarıda bırakır.

İşte bu dışarda bırakma, bizi çıkarma işlemine götürür.

Yandaşlar ve tarikat-cemaat kardeşleri, kendinden olmayanları dışlar; güncel deyimle izole eder, yalnız bırakır...

***

Toplama ise günümüzün en çok faydalanılan işlemidir.

Muhalefet eden her kim varsa, yan yana gelip gelemeyeceği akıl mantık süzgecinden bile geçirilmeden arka arkaya dizilir.

Kapatılır, soruşturulur, suçlanır, yaftalanır ve etkisizleştirilir.

Eleştirenler, aydınlanmaya inanlar, muhalifler ve kendini iktidar yandaşı olarak görmeyenlerle sap ve saman karıştırılır; elmalar ile armutlar aynı çuvala doldurulur, şöyle bir silkelenir.

En sonunda istenen, özlenen ve ulaşılmaya çalışılan Türkiye ortaya çıkar: Dikensiz, engelsiz, eleştiri ve muhalefetsiz bir ülke...

***

Siyasette dört işlem, hele bir de kendini mutlak ve sınırsız güç biçiminde gören bir iktidar tarafından kullanılıyorsa keyiflere diyecek yoktur.

Her şey istenildiği gibi gitmektedir.

Yol açıktır.

Bölünür, çarpılır, çıkarılır ve toplanır...

Sağlama, toplumu ve kurumları istediği gibi şekillendiren bir zihniyetin elinde oyuncak olan ülkeden başka bir şey ortaya koymaz...

15 Mart 2009 Pazar

YÜZSÜZLÜK...
ALİ BULUNMAZ

Yüz, ruhun aynasıdır...

Yüz, kişiliğin rengidir...

Yüz, insanın kendisidir bir yerde.

***

Yüzsüzlük günümüzün hastalığı. Hastalığın en çok nüksettiği yer de politika.

Bugün Türkiye seçim yolunda. Meydanlar, alanlar dolup taşıyor; sözler, geleceğe ilişkin söylemler meydanlardan Türkiye'nin dört bir yanına dağılıyor.

İktidar kendinden emin, yardımlar, sadakalar dağıtılıyor. Bunun seçimin sonucuna etki etmeyeceğini savunuyor.

“Teğet geçeceği” söylenen ve daha sonra “en az etkilenen ülkenin Türkiye olduğu” ifade edilen kriz için “önlem paketleri” açıklıyor.

İktidar yaman mı yaman. Kredi kartı borçlularına veryansın ediyor.

Bu borçların yokluktan ödenemediğini, kendisinin oy kapısı olan yoksulluğun borca borç kattığını adı gibi biliyor.

Ama seçim meydanı bu; burada her şey söylenir, yapılır.

***

Yolsuzluğu yol olarak seçenlerin, bunu sadakalarla kapatmaya, soruşturma ve çamur atmalarla kapatmaya çalışanların yüzsüzlüğü apaçık ortadadır artık.

Yüzsüzlük iki türlüdür: Her şeyi yapmaya ve söylemeye varan utanmazlık ile yüzün silinmesi.

İlkinde yüz vardır, ama kızarmaz olmuştur. İkincisi ise tam anlamıyla yüzü olmamak demektir. İnsan içine çıkmaktan çekinmektir bu.

Türkiye'nin büyük çoğunluğunun yüzü siliktir. Yokluk ve yoksullukla kavrulan yaşamlar için iktidarın fomülü bellidir: “Hamdedin!”

Fakat iktidar, onun yandaş ve yoldaşları hamdetmek şöyle dursun, gücüne güç katmaktadır.

Bugünün geçerli yüzsüzlüğü bunu gerektirmektedir de ondan. Yoksa bir art niyet aranmamalıdır! Yandaş demokrasisinin doğal sonucudur bu yaşananlar...

***

Yüz, ruhun aynasıdır; kişiliğin rengidir.

Kızarmayan bir yüzden her şey beklenir...

Korkusuzdur, fütursuz ve sınırsızdır. Yoluna böyle devam eder...

Bu anlamdaki yüzsüzlük tehlikelidir de.

Çünkü çemberini tamamlayıp, kendini yer bitirir bir noktadan sonra.

Eriyip yok olana kadar, yüzsüzlüğüne yüzsüzlük katar...

10 Mart 2009 Salı

“AK” YOLUNA GİDEN TÜRKİYE…
ALİ BULUNMAZ

Yolsuzluk, yoksulluk, avanta, takla…

Hırsızlık, uğursuzluk, vurgun, katakulli…

Soruşturma, kovuşturma, tutuklama, iftira…

“Yeni Osmanlı”, padişah, sultan, şeyhülislam…

“Fatih”, lafazanlık, palavra, yalan, dolan…

Basına boykot çağrısı, yandaş medyaya kıyak, bilgi sızdırma…

Emniyette, bürokraside, devlette, özel sektörde F tipi örgütlenme, dincilik, hokkabazlık…

***

Duyarlı yurttaş, gerçek aydın, bilinçli insan soruyor:

“Türkiye nereye gidiyor?”

Yanıtlar verilmeye çalışıyor, çözümler üretilmek isteniyor, kafa yoruluyor.

***

Soru olduğu yerde, külçe gibi ağır duruyor.

Köşe başında, dost meclislerinde, panellerde, televizyonda, gazete sütunlarında; hemen her yerde aynı soru yanıtlanmaya ve ileriye dönük tahminlerde bulunulmaya çabalanıyor.

***
Yerel seçimler yaklaştıkça siyaset ısınıyor, sözler havalarda uçuşuyor.

Vatandaş, gerçek aydın ve duyarlı insanlar soruyor:

“Türkiye nereye gidiyor?”

***

Yanıtı apaçık ortada:

İktidarın dümen suyuna gitmeyenin alaşağı edildiği, hapislere tıkıldığı, soruşturmalara uğradığı bir dönemden geçiyor ülke.

Kısacası:

Türkiye, “AK” yoluna gidiyor.

Daha doğrusu gitmeye zorlanıyor...

Türkiye'nin bu dönemi eski bir deyişi hatırlatıyor:

“Nush ile uslanmayanı etmeli tekdir, tekdir ile uslanmayanın hakkı kötektir...”

6 Mart 2009 Cuma

“BEN...”
ALİ BULUNMAZ

Benim partim...

Benim milletim...

Benim vatandaşım...

Benim bakanım...

Benim ülkem...

Ben, ben, ben...

***

Sonra...

“Ben ve o”; “biz ve onlar” ayrımları...

Benden; cemaat kardeşi ve tarikat yoldaşı olan ile beni eleştiren...

***

Padişah olmak, her yolun kendisine çıkmasını istemek; yandaşlarla kendine yeni bir dünya yaratmak, dayanılmaz çekiciliğe sahip bugünlerde.

O nedenle bir ülkenin başbakanı için “Son Osmanlı Padişahı” yazılı pankartlar açılıyor.

Bu pankartı hazırlayanlar ve pankartın altına imzasını atanlar her şeyin farkında. Neyin hoşa gidip gitmeyeceğini iyi hesaplamışlar.

***

Amerika'nın neoconları (Yeni Muhafazakârları) kafa kafaya verip Türkiye'de kendilerinin bir benzerini yarattı.

Adına da “Yeni Osmanlı” dedi; yandaşlarını palazlandırdılar.

Şimdi “hamdolsun Davos'u fetheden”, ülkede eleştirel bakış açısı bırakmamak için elinden geleni ardına koymayan bir “Son Osmanlı Padişahı” var.

“Ben”, diyor, “benim” diyor, “onlar” diye ayırıyor...

“Benden olmayan, taraf olmayan bertaraf olur” diyor.

Bunun adı da Yeni Osmanlı lugâtında “demokrasi” oluyor...

7 Şubat 2009 Cumartesi

“SOSYAL DEVLET”İN ANTİ-SOSYALLİĞİ
ALİ BULUNMAZ

Yerel seçimler yaklaşırken Tunceli'de beyaz eşya dağıtılması da memleketin “normalleri” arasında yerini aldı.

Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Hayati Yazıcı, “ihtiyacı olan yurttaşlara buzdolabı, çamaşır makinesi ve kanepe dağıtmayı” sosyal devlet ile ilişkilendirdi!

***

Türkiye'de “sosyal devlet”, AKP iktidarıyla cemaat, tarikat ve sadaka kültürüyle bağdaştırılır oldu.

Cemaati, sivil toplum kuruluşundan devletin kendisi haline getirmek ve “sosyal devleti” sadaka dağıtmayla eşitlemek de kolay iş değil.

AKP'nin “başarılı devlet yönetiminin” meyveleri bunlar.

Buna bir de biz-onlar ayrımını ve yandaş demokrasisini eklediğinizde her şey daha berrak biçimde ortaya çıkıyor.

***

Ama eksik kalan bir şey var: AKP, “sosyal devletten” sadaka dağıtmayı anlıyor da, sadaka dağıtmanın gerekçesi olan “ihtiyacı”; daha doğrusu yoksulluğu en az seviyeye indirmek için herhangi bir şey yapıyor mu, biraz da ona bakmak gerek...

Gelir-gider dengesizliği, üretmeden tüketme ve yoksulluğa alıştırma, insanları her geçen gün daha fazla zorluyor.

Balık tutmayı öğretmek yerine balık verme yolunu seçen zihniyet “sosyal devlet” olduğunu iddia ederek, sadaka dağıtmayı büyük ve gerekli bir iş sayıyor.

Fakat bunu değiştirmek ve yana yatmış gemiyi düzeltmek kimsenin işine gelmiyor.

Çünkü yoksulluğa alıştırılmış, adeta sadaka bekler hale gelmiş ve umudunu sistematik yardımlara bağlamış kitlelerin varlığı, aynı zamanda oy kaynağı olarak görülüyor.

***

“Sosyal devlet”in anti-sosyalliği, “hamdetme”yi bilen yurttaşların sayısının arttırılmasıyla her gün biraz daha gün ışığına çıkıyor.

Çalışanın, emekçinin, emeklinin, yoksulun ve genel anlamda yurttaşının hakkını korumak ve kollamak yerine; yandaşa, yoldaşa ve cemaat kardeşine peşkeş çekilen kaynakların varlığı aklı başında herkesi ürkütüyor.

Türkiye'de “sosyal devlet” dediğiniz şey, o kadar da sosyal değil anlayacağınız. Sosyal devletin hayat bulabilmesi için öncelikle bilinç gerek, demokrasi gerek, hukukun içselleştirilmesi gerek...

Sosyal devlet için bunları benimsemiş, kendini bunların üstünde görmeyen bir iktidar anlayışı gerek her şey bir tarafa. Eşitlikten yana, kendini yurttaşının yerine koyabilen yöneticiler gerek...

Sosyal devlet, ancak o zaman gerçek anlamıyla sosyal olabilir işte...

2 Şubat 2009 Pazartesi

AYDINLANMIŞ ZİHİN...
ALİ BULUNMAZ

Immanuel Kant'ın neredeyse evrensel hale gelmiş bir aydınlanma tanımı var. Diyor ki:

Aydınlanma, insanın kendi suçu ile düşmüş olduğu bir ergin olmama durumundan kurtulmasıdır. Bu ergin olmayış durumu ise, insanın kendi aklını bir başkasının kılavuzluğuna başvurmaksızın kullanamayışıdır. İşte bu ergin olmayışa insan kendi suçu ile düşmüştür; bunun nedenini de aklın kendisinde değil, fakat aklını başkasının kılavuzluğu ve yardımı olmaksızın kullanmak kararlılığını ve yürekliliğini gösteremeyen insanda aramalıdır.”

***

Tayyip Erdoğan'ın, Davos'ta hiddetlenip, İsrail Cumhurbaşkanı Peres'e “siz öldürmeyi iyi bilirsiniz” diyerek paneli terk etmesi karşısında farklı tepkiler geldi.

Ama en önemlisi Arap dünyasında Erdoğan'ın puanı arttı, Gazze'de insanlar ellerinde Erdoğan posterleriyle gösteriler düzenledi örneğin.

***

Arap dünyası bir tuhaf.

Yıllardır ABD, İngiltere ve İsrail'in dümen suyunda yol alıp, katliamlara neredeyse ses çıkarmayan Araplar Gazze saldırıları basın aracılığıyla dünyaya servis edilince birden kıpırdandılar.

Fakat kıpırdananlar genellikle Gazze'de öldürülenler gibi sivil halktı. Politikacılar yine edilgin kalmayı tercih etti.

Erdoğan'ın terk ettiği panelde, Ban Ki Moon'un tek işaretiyle yerine oturuveren Arap lider gibi...

***

Arap'tan çok Arap olmanın bir mantığı yok elbette. Üstelik aklını ABD, İngiltere ve İsrail'e teslim eden Arapların durumu da içler acısı.

Yılların Filistin-İsrail sorununda suskunluğunu bozmayan, katliam ve cinayetlere ses etmeyen Araplar'ın bundan sonra kalıcı ve etraflı çözümler üretilmesine katkı sağlayacakları düşünülebilir mi?

***

Aydınlanmış zihinler, aydınlanmamış ya da aydınlanmamakta direnen zihinlere anlatmalı: Ne Erdoğan'ın terk ettiği toplantı ne o toplantıda havanda dövülen su ne de politikacıların açıklamaları bir sonuç üretecektir.

Önemli ve gerekli olan, bağımsızlığı, özgürlüğü ve aydınlanmayı istemektir.

Aklını kendi kullanacak bireylerin oluşturduğu toplumların oluşmasını sağlamaktır.

Dünya sorunlarını iç politikaya alet etmek de iktidarını sağlayan dünya güçlerine kafa tutar gibi yapmak da, sadece gülüp geçilecek olaylardır.

Asıl olan tam bağımsızlığı, gerçek demokrasiyi ve hukuku içselleştirip savunmaktır.

Kısacası ergin ve aklını kullanan özgür bireylerin yaşadığı toplumları yaratmak, aydın zihinleri söz sahibi yapmaktır.

Aydınlanmış zihin bilir, eleştirir, sorgular ve sonuçlara ulaşmaya çabalar.

Baktığımızda bunu isteyen kaç politikacı görüyoruz?..

28 Ocak 2009 Çarşamba

MÜZMİN MUHALİFLER TEKKESİ!
ALİ BULUNMAZ

Muhalif olmak ne demek? Muhalefet de ne ola ki?

Bunu düşünmeye başladığımızda karşımıza istesek de istemesek de eleştiri çıkar. Ayakları yere basan, sağlam; ölçüleri belli, nesnel bir eleştiri.

Eğer gazeteciyseniz, bilgi-belgeye dayalı yergi...

İşte gazeteci için muhalif olmanın, eleştirel olmanın ilk koşulu budur: Bilgi, belge ve gerçeklere sırtını yaslamak.

Muhalefet, ancak o zaman işe yarar, eleştirinin değeri yalnızca o vakit anlaşılır.

***

Bugün gücün medyası-medyanın gücü ikileminde süregelen göz boyayan tartışma ve kavgalar, gerçek eleştiriyi ve sağlam muhalefeti öteliyor mu ötelemiyor mu?

Bu noktada iş çetrefilleşiyor. Çünkü iktidara dönük eleştirilerin gönüllü-görevli püskürtücüleri arasındaki işbirliği bir gerçeği ortaya çıkarıyor: O da, kendini ve iktidarı beğenmişlerin yine su üstüne çıktığı ya da çıkmaya çabaladığı.

***

Bu kişilerin dediği de yapıp ettiği de belli: “Müzmin muhalifliği bırakın, iyi şeylere bakın...”

“Olumsuz eleştiriyi kesin, sesinizi yükseltmeyin...”

Bir başka deyişle, “müzmin muhalif tekkesinden çıkın...”

Tamam da, bunun karşısına ne koyuyorlar?

Suya sabuna dokunmayan, huşunun ve yalnızca övgünün geçerli olduğu asıl tekkeyi...

Yani, tatlı su eleştirelliği: Eleştirir gibi yapılan, aslında eleştirinin “E”sinin bile kapıdan giremediği o meşhur tekke...

Bu zatlar aynı zamanda “gazeteci.”

Film burada kopuyor.

Mesleki refleksini yitiren, neden sonuç bağlantısını göremeyen, bilgi-belge yerine kulaktan dolma kırıntılar ile yetinen ve eleştirel gözlük yerine, pembe gözlükleri ısrarla takmaya devam edenler yine aynı kesim değil mi?

“Eleştirinin ve muhalifliğin bir sınırı vardır” diyerek, kendisinden olmayanı “müzmin muhalifler tekkesini” terke davet edenler şunu kendine soruyor mu:

Asıl övgünün bir sınırı yok mudur?..

16 Ocak 2009 Cuma

KAHİNLER VE FISILTILAR...
ALİ BULUNMAZ

Hatırlayalım: “12 Eylül öncesine mi dönelim” sözü, bir zamanların önemli bir baskı aracıydı.

Darbe sonrası, anayasayı halka onaylatmak için kullanılan bir sözdü.

12 Eylül öncesinin ortamına atıf yapılıyordu: Katliamlar, silahlar, örgütler, sağ-sol çatışması, Sivas, Maraş, 1 Mayıs gibi öldürümler anımsatılıyordu...

24 Ocak kararlarının kreması ve “terör ile kardeş kavgasını bitirme” sloganıyla atlantik ötesinden devşirilen 12 Eylül darbesi, Türkiye tarihinde bomboş bir sayfa açtı. 12 Eylül'ün aslında neyin habercisi olduğu birkaç yıl sonra anlaşıldı.

Cuntacıların parlattığı ve iktidara getirdiği tarikat uzantılı iktidar ve bürokrasi, yükseldikçe yükseldi, palazlandı, serpildi. Aydın ve gazeteci cinayetleri, çeteler, Sivas Madımak'ta yakılan şair, yazar, bilim ve edebiyat insanları, faili meçhul cinayetler, çeteler, Susurluk; hepsi 12 Eylül'ün ardından yine gündeme oturdu.

Kısacası öncesi ile sonrası birbirine karıştı. Bugün görüyoruz ki, kafalar hiç olmadığı kadar karıştırılıyor. Kavramlar ve algılamalar da.

Zaten Anglo-Sakson siyasetin temel ilkelerinden biri de bu değil mi: “İnandıramıyorsan kafaları karıştır.” Türkiye'deki iktidar da Atlantik aşırı siyasi gömleği giydiğine göre, bunun uygulayıcılarından başka bir şey beklemek saflıktan öte bir anlam taşımıyor.

Her tarafın altı üstüne getiriliyor, kazılar sürüyor, mermiler, silahlar, kasetler, ne idüğü belirsiz hahamlar, iddialar, iftiralar, dalgalar, kayıtlar ve sözler ortalıkta fink atıyor. Oluşturulan havuza “bunu da alalım, şunu da koyalım” gibi bir “mantıkla”; ama özellikle iktidara muhalefet eden ve bugünkü siyasi anlayışı eleştiren herkes atılıyor.

Başka bir deyişle kurunun yanında yaş da yakılıyor; at izi it izine karışıyor, hedefler şaşırtılıyor...

Kahinler ise fısıldıyor: “Bu böyle kalmayacak, yeni dalgalar olacak, şu isimler de toplanacak.”

Ağız ishali olmuş kimi şaklabanlar uzak diyarlardan konuşuyor, hem de öyle böyle değil, saatlerce ve günlerce...

Topluma yeni korkular salınıyor, köşe başlarında herkes olan biteni anlamaya çalışıyor. Bir bakıma yapılmaya çalışılan işe yaramış görünüyor: Akıllara düşen kurtlar, insanları tuhaf tartışmalara sürüklerken, “Ergenekon” denen ortaoyunun yazar ve yönetmenleri de memnun biçimde eserlerinin halkla buluşmasını izliyor.

Şimdi gelinen noktada kilit soru şu: Bunun arkasından ne çıkacak ve nereye varılmak isteniyor?

Yanıtını kahinler veriyor aslında: “Türkiye'de yeni bir sistem kuruluyor; bu, onun alt yapısı.” Yani “sivil darbe” diyemiyorlar da, böyle diyorlar; daha “akademik” hale getiriyorlar kelimeleri...

Parçalar yerine oturuyor yavaş yavaş. Bugünün olup biteninin, yarın tam anlamıyla ne sonuç doğuracağı ise sonradan enikonu ortaya çıkacak gibi. İyi ama Türkiye o zaman nerede olacak, sesini duyurmak isteyenler etrafta kimseyi bulabilecek mi, orası şüpheli.

Herhalde kahinlerin buna da uygun yanıtları vardır, bekleyip göreceğiz...

12 Ocak 2009 Pazartesi

ALIŞMAK…
ALİ BULUNMAZ

Alışmak, kötü bir alışkanlık.

Özellikle susmaya alışmak daha da kötü…

Susmak ve susturulmak, tepki vermemeye hatta insanın kendisine bile zararı dokunan konularda edilgin kalmasına yol açan bir davranış biçiminden başka bir şey değil.

Örnek mi?

Türkiye’de yıllardan bu yana devam eden gelir adaletsizliği, birbirini izleyen zamlar, ekonomik krizlerin yoksulun ve emekçinin sırtına yüklenmesi, zengin daha da zenginleşirken fakirin gittikçe fakirleşmesi…

İktidarın kendisi dışındaki kesimleri ezmesi, siyasetin çözüm üretici yanından çok kendi yandaşını kayırma türünden bir anlama bürünmesi…

Medyanın iktidarın sularına doğru çekilmeye çalışılması ve bunun çoğunlukla da başarılarak, özgür basının üzerine gidilmesi ve köşeye sıkıştırılması…

Ülkenin kurucu unsurlarının; demokrasi ve hukuk ile laik ve sosyal devlet ilkesinin altının oyulması…

Tüm bu olan bitene karşı sesini yükseltenlerin tasfiye edilmesi…

Bunların hepsine alıştık. Alıştırıldık.

***

Şimdi karşımızda dinciliği “demokrasi”, yandaş kayırmacılığını “özgürlük” ve adaletin temellerini sarsmayı “hukuk” sayan bir iktidar var.

Sivil darbeyi “temiz eller” biçiminde niteleyen, kendisine muhalefet edenlerden intikam alıp onları çevrelemeyi “meşru” hale getirmeye çabalayan bir iktidar bu…

***

Susmaya ve kendini rüzgâra göre konumlandırmaya alışanlar, yine aynı şarkıları söylüyor.

Mutlular. Çünkü gün onların günü.

Kraldan çok kralcı olmayı kişiliklerinin ayrılmaz parçasına dönüştürenler, sahnede yakın geçmişin intikamını almakla meşguller.

***

Gündemi alicengiz oyunları belirliyor bugün.

Kriz, yoksulluk, vurgun, talan, takas, dirilen ve buharlaşan seçmen… Hepsi öteleniyor.

Bir ortaoyununun tam ortasındayız şimdi. Şarkıdaki gibi “her şey yolunda…”

Yola devam ediliyor…

Ve en önemlisi susanlar ve sürüklenilen yerin ayırdına varmamakta direnenler çoğunlukta.

Şimdi “bana dokunmadıkları sürece sorun yok” diyenler, yarın ne diyecek?

Susmak da önünde sonunda bir tercih…

Ama susmaya alışmak?

Hiçbir şeye tepki vermemek?

Tavır almak yerine, bilgi edinmeden ve gerçekleri kavramadan taraf olmak?..

***

İnsanı insan yapan şey, onun aklının olması.

Akıl ise, susmayı değil; tam aksine konuşmayı ve tavır almayı gerektiriyor.

Peki, susmak ve susmaya alışmak bu durumda ne oluyor?..

9 Ocak 2009 Cuma

İKTİDARI ONAYLAMAK YA DA ELEŞTİRMEK
ALİ BULUNMAZ

Kaan Arslanoğlu, Cumhuriyet Kitap’ın 8 Ocak tarihli sayısında yayımlanan “Soldan Onay Almak” başlıklı yazısında şöyle diyordu:

“İktidardaki güç tatminsizdir. Kendini ne kadar güçlü hissederse hissetsin daha çok güç ister. Arkasındaki desteği hiçbir zaman yeterli görmez. Yeterli görmedikçe kendini güçsüz hisseder; bir kısırdöngüdür bu, saldırganlaşır. İktidardaki güç bu yüzden eleştiriye karşı tahammülsüzdür. Eleştiri düşmandan geliyorsa öfkelenir, özdenetimini yitirir.”

***

AKP iktidarı, 2002’den bu yana oy oranını arttırdı.

Medyayı büyük oranda ele geçirdi.

Bürokrasiyi sildi süpürdü.

Meslek odalarına, üniversitelere ve sivil toplum kuruluşlarına el attı.

Yargıyı dönüştürüp kendine bağımlı hale getirmek için yasalar, taslaklar ve kanun tasarıları hazırladı.

“Güç bende, ne istersem yaparım” anlayışı, Türkiye’de sivil darbenin kapısını sonuna kadar açtı.
Kısacası AKP, “istediği gibi” bir ülke ve toplum yaratmak amacıyla yola çıktı, epey mesafe aldı.

***

Ama başta Tayyip Erdoğan olmak üzere, AKP’liler öfkelendikçe öfkelendi.

Güçlendikçe, öfke de arttı.

AKP’liler devleti yönetmeye başladı fakat devlet adamı olmayı başaramadı.

İktidar oldu ama gücünü, kendi hâkim ve hırslı sınıfını yaratmak için kullandı.

***

Eleştiriler gelmeye başladığında, gücünü daha da arttırmak ve göstermek için elinde bulunmayan ya da denetim altına alamadığı her kuruma saldırdı.

Soruşturmalar açılmasına ön ayak oldu, muhalefet eden herkesi düşman belledi.

Öfkelendi, saldırganlaştı…

İktidar sallanmaya başladı, güç gösterileri ve öfke nöbetleri ile saldırıların dozu da arttı.

***

Şimdi AKP şöyle diyor:

“Bizi eleştiriyor musunuz yoksa onaylıyor musunuz?”

“Güçlüyüz, her yerdeyiz, her şeye hâkimiz ve her şeyi yapabiliriz, ona göre!”

Evet söyleyin, hangi taraftasınız?..

8 Ocak 2009 Perşembe

DALGA VE DARBE...
ALİ BULUNMAZ

“Ergenekon” soruşturması ve davasında dalgalar devam ediyor.

AKP köşeye sıkıştığı anda, bir “Ergenekon” dalgası sahile vuruyor. Herkes dikkat kesiliyor:

“Acaba şimdi kimler alınacak?”

“Aşureye bu sefer hangi isimler katılacak?”

***

AKP'nin kotardığı sivil darbenin adı ve simgesi haline gelen “Ergenekon” soruşturması ve aylar sonra hazırlanan iddianameden yola çıkılarak açılan dava bize neyi gösteriyor:

İsmi karanlık işlere bulaşmışları bir kenara ayırırsak, laik cumhuriyetten yana, hukukun üstünlüğünü ve çağdaş demokrasiyi içselleştirip savunanlara yönelik bir operasyon “Ergenekon...”

***

Dalga dalga yayılan, “şunu da alalım, bunu da katalım” biçimindeki “mantıkla” yürütülen soruşturma ve davanın ciddiyeti de, taraflı tarafsız pek çok kesimce sorgulanmaya başladı.
Sorgulama, eleştiri ve sorular büyüyor:

“AKP yargıyı öç alma organına ya da gücüne mi dönüştürmek istiyor?”

“İnsanlar yargıya ve hukuka güvenebilecek mi?”

“Bundan sonra hangi isimlere yoğunlaşılacak?”

En önemlisi, “davanın sonunda ne olacak?”

***

Dalgalar kıyıları dövüyor, sivil darbe ile yola devam ediliyor.

Çık işin içinden çıkabilirsen...

6 Ocak 2009 Salı

SUÇ...
ALİ BULUNMAZ

Savaş, değerler, onur ve yurtseverlik adına verildiğinde anlam kazanır; haklılığa bürünür.

Örneğin Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşunu sağlayan Ulusal Kurtuluş Savaşı, böyle bir savaştır.

***

2009'a girerken hemen herkesin dilinde aynı dilekler vardı: "Savaşsız ve öldürümlerin olmadığı bir dünya..."

İyi ama neden?

İnsanlar, İsrail'in Filistin topraklarına; Gazze'ye bombalar yağdırmasından, "terörle savaş" bahanesini öne sürerek sivilleri öldürüşünden etkilenmişti besbelli.

İsrail'de yaklaşan seçimler, ABD'nin yeni başkanı Obama'ya bombalarla gönderilen "merhaba" veya bir başka neden... Hiçbiri sivillerin öldürülmesine gerekçe olamaz.

***

Buradan bakıldığında, İsrail'in yürüttüğü haklı bir savaş mıdır?

Daha da önemlisi savaş mıdır?

Bulunduğu toprakların kendisine "vaad edildiğini" belirten İsrail'in, Filistinlilere yıllardır uyguladığı insanlık dışı muamele savaş mıdır, katliam mıdır yoksa terör müdür?

***

Olaya bir de bölgenin asıl sahipleri Araplar açısından bakmakta yarar var.

Yıllardır emperyalizmin sularında yüzen Araplar, bir araya gelip ortak bir görüş etrafında, Ortadoğu'nun en önemli sorunu Filistin-İsrail gerilimine kalıcı çözüm bulamıyor ya da bulunması için çaba harcamıyorsa suçu yalnızca İsrail'e atmak doğru olmaz.

Çünkü İsrail güvenlik ve terör devleti olmasının yanında, yayılmacı politikanın ürünü bir devlettir. Bir başka deyişle, kuruluşuna uygun davranmaktadır.

Filistin'e bombalar yağarken suskun kalan, ABD ve İsrail'in yanında saf tutan bölgenin kimi ülkeleri de en az İsrail kadar suçludur.

Çünkü suça; İsrail'in kendini haklı çıkarmaya çalıştığı katliamlara ortak olmuşlardır.

***

İsrail suçludur. Sivilleri öldürmüş, yerleşim yerleri ve insanların yardım alabilecekleri her noktayı yıkmış; katliam gerçekleştirmiştir. Üstelik bunu uzun yıllardır devam ettirmektedir.

Ancak bu ve benzeri katliamlara çanak tutanlar, bombalar insanları öldürürken sesi soluğu çıkmayanlar suçlu değil midir?

Onlar da İsrail kadar, hatta belki ondan daha çok suça batmıştır...