31 Aralık 2008 Çarşamba

AYDINLAR NEREDE?
ALİ BULUNMAZ

Defalarca soruldu, yazıldı çizildi. Tarih boyunca büyük düşünürlerden sokaktaki insana hemen herkes bir şey söyledi.

Ve sordu: “Kimdir aydın?”

***

Bugün Türkiye’de laf kalabalığı almış başını gidiyor.

Sözcükler havada uçuşuyor.

Kimileri soruyor: “Nerede aydınlar?”

“Olup bitenler hakkında toplumu aydınlatsınlar...”

***

“Aydın” dediğimiz, “aydınlanmış kişidir” her şeyden önce.

Ne bildiğini, ne bilmediğini bilen; bilgi sahibi kişidir.

Bildiğini, arı biçimde aktarır, sağlıklı bir zihinle hareket eder aydın.

Laf salatası içinde iş görenlerin veya görmeye yeltenenlerin arasında, sözcükleri anlamlı kılan kişidir o. Derdini açık seçik ve anlaşılır biçimde anlatan bireydir.

Olur olmadık “özür dilemeden” ya da açıklama yapmadan önce araştıran, bilmediği konuda ahkam kesmekten kaçınan kişidir aydın…

Topluma öncülük eden, etmesi gereken kişidir beri yandan.

***

Günümüzde sözcüklerin büyüsüne kapılmamış, yaldızlı lafların peşinden gitmeyip; toplumun önünü açan kaç aydın var?

Gerçekleri kovalayan, kendini bu uğurda geliştiren ne kadar aydın var?

Bugünün tanığı, geleceğin belirleyicisi olan ve zihni berrak aydınlardan ne kadarı yanı başımızda?..

28 Aralık 2008 Pazar

BUYURUN TÜRKİYE SOFRASINA...
ALİ BULUNMAZ

Bugünün Türkiye manzarası için olumlu şeyler söyleyen, pembe tablolar çizenlerin sayısı ne kadar?

Kriz, dinci kuşatma, yolsuzluk, rüşvet, yandaş demokrasisi ile harmanlanan siyaset, AKP kumandasıyla toplumsal dönüşüm projesi rayına sokuluyor.

Anketler ve araştırmalar, Türkiye'de dinciliğin her geçen gün gemi azıya aldığını gösteriyor.

Bu araştırmaların en yakın tarihlisi, AKP'ye övgüler düzen, iktidar ile iş ortaklığına soyunan kurum ve kuruluşlardaki kişiler tarafından gerçekleştirildi. Sonuç onları bile şaşırtmışa benziyor olmalı ki, televizyon ve gazetelerden uyarılar sıralamaya başladılar.

***

2002'de iktidara gelen AKP, dinciliğin adını koyarak ve amaçlarını açıkça beyan ederek yola koyulmuştu 3 Kasım'dan önce. Ardından gelen 28 Şubat süreciyle "değişim" ve "dönüşüm" geçiren kadrolar ABD kara sularına yanaşınca iktidar onlara teslim edildi.

Eski yol ve yöntemlerin yerine "ılımlı İslam" projesini benimseyen dinci kadrolar "demokrasi", "özgürlük", "AB" ve "hukuk" gibi söylemlerle istediğini öyle değil de böyle yapmaya başladı.
Ve nitekim başardı da...

Türkiye'nin dönüşümü için basılan düğme, bugün meyvelerini destekçilerini bile endişelendiren ölçüde veriyor.

***

Türkiye adeta dinci politikanın sofrası haline geldi.

"Bizden olmayan bertaraf olur" anlayışıyla "yola devam edildi."

Şimdi geldiğimiz nokta aydınlanmacı, laikliği içselleştirmiş, cumhuriyet ve Mustafa Kemal öncülüğünde gerçekleştirilen devrimlere bağlı insanları tehdit ediyor.

"Mahalle baskısı" ya da "dinci baskı" çemberine alınan bu kesim, dinci politikalara su taşıyanları ve bu politikanın mimarlarının yaptıklarını görüyor ve biliyor.

Ancak "istikrar", "demokrasi" ve "hukuk" adı altında bu politikalara destek çıkanlar Türkiye'nin nereye yol aldığını sezebiliyor mu?

Buz dağının ucunu gördüler. Ya suyun altında kalan kısmını?

23 Aralık 2008 Salı

HASTA ÜLKE...
ALİ BULUNMAZ

Daha önceleri Türkiye için garip belirleme ve benzetmeler yapanlar olmuştu ama bu kadar açık konuşanı pek görülmemişti. Üstelik başbakan sıfatını taşıyan biri bu kadar trajikomik bir açıklama yapmamıştı.

Ne dedi Erdoğan:

"Henüz ölüm sinyalleri vermeyen bir hastaya, siz kalkar da ölümü hatırlatan veya kefenini hazırlayan bir doktor, aile gördünüz mü? (...) Doktor gelir hastayı psikolojik olarak tedavi etmenin doktorlukta önemli bir adım olduğunu bilir. Ben de ülkemin doktoru ve sorumluluk üstlenen bir başbakanıyım..."

***

Konu ne? Ekonomik kriz ve hükümete yöneltilen eleştiriler...

Erdoğan, hükümetin ve partisinin eleştirilmesine öfkeleniyor; iş adamları, gazeteciler ve gerçek aydınların uyarılarına bu şekilde yanıt veriyor ve ekliyor: "İnsanımızın psikolojisini bozmayın..."

İşten çıkarılan, iş bulamayan, asgari ücretin altında sigortasız çalışan ve yoksulluğa mahkum edilen, kriz yüzünden iş yerini kapatmak zorunda kalan vatandaşın morali iyi, ruh sağlığı yerinde!

Bu durumu, krizle ilgili olarak açıklama yapan, hükümeti eleştirenler bozuyor!

***

Erdoğan'ın "hasta ülke" benzetmesi ise moralleri yerine getirmeye yönelik herhalde...

Tayyip Erdoğan'ın sözleri adeta yakın geçmişe götürüyor bizleri. Parçalanmak üzere olan ve ekonomisi çöken Osmanlı için Batılı devletler tarafından kullanılan bir ifade vardı:

"Hasta adam."

***

1900'lerin başından 2008'e...

Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı ülkesini hastaya benzetiyor.

Kendisini de ölmek üzere olan ülkesine moral veren doktora...

Geldiğimiz nokta burası.

Ekonomik kriz her şeyi bilinç üstüne çıkarmış görünüyor...

7 Aralık 2008 Pazar

KISA CÜMLELER…
ALİ BULUNMAZ

Artık herkes kısa konuşuyor. Kısa…

Ama öz değil.

Bağlamdan uzak, hatta bağlamsız.

Ucu açık. Anlamsız biraz da…

Neredeyse tüm bildirimlerin ortak özelliği bu.

Uzun, içi dolu şeyler kimsenin ilgisini çekmiyor bugünlerde.

Varsa yoksa kısa cümleler…

Bu kadar eksilmiş olabilir miyiz?

Dolgunluktan böylesine uzaklaşmış, anlamsız bir yaşamın kıyısında konuşlanmış olabilir miyiz?

Oluyor işte…

Olaylar arasındaki bağıntıları ve ilişkileri kavramadan hızla yaşayıp gidiyoruz.

Hız, çağımızın yükseleni.

“En hızlı en iyidir” sloganı yönümüzü çizen bir rehber gibi.

Oturup düşünmeye zamanımız yok.

Sadece eyle, izle ve “yaşa…”

Sorma, soruşturma ve asla sorgulama…

Öğretilen ya da en azından belletilen bu…

Sonra kısa cümleler kur…

Kısa kısa, her şeyi tadarak ama hiçbir şeyin içine girmeden “yaşa…”

Yüzeysel, anlamsız ve dokunaksız…

Kovalamak yok, koptuğu yerde aynı hızla yeniye yönel, harca, tüket, yok et…

Köşene çekil, içine kapan, uzaklaş, gerektiğinde gerektiğince kısa cümleler kur…

Öyle “yaşa…”

6 Aralık 2008 Cumartesi

MİLYONLARCA KÖLE…
ALİ BULUNMAZ

Büyük patron IMF’ye, “ümüğümüzü sıktırmayız” diye dayılanan AKP hükümeti, krediyi cebe koymak için harekete geçti.

IMF’yle görüşülen rakam 25 milyar dolar…

Az buz değil, ülkeyi “ferahlatacak” bir meblağ bu!

Ama IMF’nin de hükümetten istedikleri var doğal olarak.

***

Bir… Gayri Safi Yurtiçi Hasıla büyümesi sıfır olacak.

İki… KDV oranı yüzde 8 olan ürünlerde, bu oran yüzde 18’e çıkarılacak.

Üç… Maaş artışına neden olacak personel reformu rafa kaldırılacak. Bir başka deyişle, hizmet ve ürünlerin fiyatı artarken maaşlar sabit kalacak ve işsizlik artacak.

***

Ana başlıklar bunlar.

IMF, 25 milyar dolarlık krediyi serbest bırakmak için bu ana şartları öne sürüyor.

Hükümet ne diyor bu işe?

“Ümüğümüzü sıktırmayız” mı?

Yoksa “gerekirse yola IMF’siz devam ederiz” mi?..

Hayır…

Hükümet IMF kapısında bekliyor.

IMF de “ülkenizde milyonlarca köle var onların ümüğünü biraz daha sıkıverin, ben de krediyi vereyim” diyor.

İstekler bunu göstermiyor mu?..

5 Aralık 2008 Cuma

1989 RUHU MU, 2009 GERÇEĞİ Mİ?
ALİ BULUNMAZ

Pek çok insanın ağzında bir cümle var:

“Bu ülke AKP’den kurtulmak zorunda…”

Günümüzün ekonomik krizi, yolsuzluk, vurgun, sınırı kalmayan yandaş kayırmacılığı ve demokrasisi, insanlara bu cümleyi söylettiriyor.

Bir başka deyişle, AKP’nin ne olduğunu anlamayanlar ve gizleyenler bile, iktidar partisinin ne yapmaya çalıştığını artık kavramış gözüküyor.

Elbette bunu kabullenmeyen, kabullenmek istemeyenler de var.

***

Özellikle ekonomik krizin faturasını ödeyen; krizin “teğet geçmediği” herkes AKP’den kurtulma söylemine sarılıyor.

İyi de nasıl?

Nereden başlamalı?

Önümüzdeki yerel seçimler, bunun bir başlangıcı olabilir mi?

Neden olmasın?..

Bir daha soralım o zaman: Nasıl?

***

İşte 2009 yerel seçimlerinin, Türkiye için önemi de burada belirginleşiyor.

AKP’nin gerçek yüzünün, ekonomide izlediği yolun ne denli yanlış olduğunun görüldüğü şu zamanda yerel seçimler kurtarıcı rol üstlenebilir.

Ancak kartlar doğru oynanırsa.

Daha açık söylemek gerekirse, AKP’ye karşı ortak adaylarla hareket edilirse, siyaset bir umut üretebilir.

Böylelikle, AKP’den kurtulma söylemi de lafta kalmaz. En azından gelecek için kaygıların azaltılması adına belli bir yol alınabilir.

Peki, gelişmeler ne doğrultuda?

Sol veya sosyal demokrasi ortak adaylarla sahne alabilecek mi?

Özellikle büyük şehirlerde ve Anadolu’da ortak adaylar çıkarılabilecek mi? Sol ve sosyal demokrasi, bu konuda çalışma yapıyor mu?

Şimdilik bu merkezde olumlu bir gelişme yok. Solda eski hastalıklar, birbirine rakip olma ve birbirinden oy alma kaygısı devam ediyor.

***

Solun iki önemli partisi CHP ve DSP, seçim birlikteliği konusunda mesafe alamadı. Alamadığı gibi, ortak hareket etmeleri gereken seçim için birbirini rakip görmekte.

Tehlikeli ve yanlış olan da bu zaten.

Zaman zaman dillendirilen “1989 ruhu” deyişi, durum böyle seyrederse başka noktalara gidebilir.

Örneğin “1989 ruhu” denirken, birden bire 1994 gerçeği karşımıza dikilebilir.

***

Hatırlayalım, başta Ankara ve İstanbul’da beraber hareket edemeyen ve üçe bölünen sosyal demokrat oylar, belediyelerin çoğunluğunun çok küçük farklarla Refah Partisi’ne geçmesine yol açmıştı.

O dönemden bu döneme, neredeyse aynı kadrolar farklı çatılar altında yerel iktidarlarını sağlamlaştırıp palazlandı.

Sonuçta bugün, AKP kadrolarının büyük bir kısmını 1994 yerel seçimlerinde iş başına gelenler oluşturdu.

***

Fotoğrafa bakıldığında, yerel iktidarın gelecek için ne kadar önemli olduğu rahatlıkla görülebilir.

Bu yüzden 2009 yerel seçimleri de çok önemli, ortak adaylarla beraber hareket etmek de aynı derecede gerekli.

Sol partilerin bu gerçeği bir an önce kavraması; kısır ve günübirlik tartışmaları sonlandırması zorunlu.

Aksi takdirde 1994 gerçeği, evrilip 2009 gerçeğine dönüşebilir…

3 Aralık 2008 Çarşamba

SERHAN...
ALİ BULUNMAZ

Türkiye'de sağlık gibi hayati öneme sahip bir konu, ticarete alet edildi mi edilmedi mi?

Pıtrak gibi ortaya çıkan özel hastaneler, ticarethane mantığıyla mı “hizmet” veriyor yoksa insan sağlığını mı öne çıkarıyor?

***

Müzisyen Burhan Şeşen'in oğlu Serhan'a doğru teşhis koyamayıp yanlış tedavi uygulayan ve Serhan'ın komaya girmesinde başrolü oynayan Özel Sema Hastanesi'nin Başhekimi İlyas Akdemir kameralar önünde ne dedi:

“Bu konu bu kadar önemli miymiş yahu...”

Hipokrat yemini etmiş bir doktorun ağzından döküldü bu cümle...

Sağlık yerine parayı, hizmet yerine ticareti ve meslek ahlakı yerine tarikat-cemaat kardeşliğini önemseyen çarkın bir dişlisi nihayet bu açıklamayı yapan.

“Önemli bulunmayan” bu olay, daha doğrusu hatalı teşhis sonucu karanlığa gömülen bir yaşam, bu zihniyet için ne ifade eder?

İfade eder mi?..

***

Bu ve buna benzer olaylarda mağdur çok. İsimler önemli değil, fakat öte yandan çok da önemli.

Çünkü isimler yaşamın ta kendisi...

Hani şimdi “başka Serhanlar olmasın” diyebilir pek çok kişi doğal olarak.

Ama olacak.

Neden mi?

Çünkü burada insan ve sağlığından çok, insandan ve onun sağlığından “ne kadar kazanç sağlayabiliriz?” mantığı ağırlık verilen.

Elbette hukuk Serhan'ın başına gelenler hakkında son sözü söyleyecek.

Fakat bu zihniyetin tekerine çomak sokulmadığı sürece gidenler geri gelecek mi?

Yitip giden yaşamlar karşısında, “bu olay bu kadar önemli miymiş yahu” diye soranlar, görevlerini gönül rahatlığıyla nasıl sürdürecek?

Bugünkü gibi mi yoksa...

1 Aralık 2008 Pazartesi

ARAŞTIRMACI GAZETECİLİK...
ALİ BULUNMAZ

Türkiye'de basının, medyalaşmasının ardından araştırmacı gazetecilik terimi ya da kavramı da sulandırıldı.

Aslında Uğur Mumcu'dan günümüze, tam anlamıyla araştırmacı gazeteciye rastlamak da mümkün değil.

Suskun, bilinçsiz ve sorgulama yetisini yitirmiş bir toplum yaratmak isteyen toplum mühendisleri, araştırmacı ve sorgulayıcı gazeteciler yerine, yorumcuları ve magazin “gazetecilerini” palazlandırdı.

Bilgi ve belgeden yola çıkıp, gerçekleri gün yüzüne dökmeye çalışan gazeteciler yerine susan, iktidara yamanan ve kendi çıkarlarını her şeyin üstünde tutan gazeteciler kapladı medya meydanını.

***

Faili meçhul cinayetler...

Yolsuzluk...

Adam kayırmacılığı...

Yandaş demokrasisi...

Usulsüzlük...

Kaçakçılık...

Bunların üzerine cesaretle giden, hiç olmazsa söz konusu başlıkları gündeme getiren kaç gazeteci kaldı?

***

21. yüzyılda medya için ne deniyor:

“Dördüncü kuvvet...”

Ama bu kuvvet olma durumu, daha çok iktidar ile ilişkileri iyi tutup, diğer alanlarda faaliyet gösteren medya patronlarının kendi elini rahatlatması için kullanılıyor.

Bağımsızlık ve özgürlük, medya için gün geçtikçe uzak bir hayale dönüşüyor.

Dolayısıyla, can çekişen bağımlı medya içinden araştırmacı gazetecilerin çıkmasını beklemek de aynı ölçüde zorlaşıyor.

Cümleyi tersine çevirelim:

Bağımsız ve özgür bir basın ortamı, araştırmacı gazetecilerin yetişmesini; onların, olayların üstüne cesaretle gitmesini sağlayabilir.

İlk ve en önemli koşul budur...

20 Kasım 2008 Perşembe

“KRİZİ FIRSATA DÖNÜŞTÜRMEK!”
ALİ BULUNMAZ

Kredi...

Faiz...

Döviz...

Borsa...

Para, para, para...

Ve kriz...

Krize “kapitalizmin krizi” diyen de var, “borsa ve finans spekülatörlerinin marifeti” diyen de...

Ama ortada bir gerçek duruyor: Krizin vurduğu kesim, ne sermaye babaları ne de para sihirbazları.

Kriz, parası, bugünü ve geleceği tefeciler, tefecilere bağımlı siyasetçiler ve onları çekip çevirenlerin oyununa gelen yoksulları vuruyor.

***

İşsizliğin çığ gibi büyüdüğü, yaşam koşullarının güçleştiği, hemen her şeye zam gelirken, çalışanların ücretlerinin yerinde saydığı hatta aşağı çekildiği Türkiye'de “krizi fırsata dönüştürelim” çağrısı, tuhaf bir biçimde dillere pelesenk oluyor.

Kriz kimin için fırsat olabilir?

Emekçi, yoksul, asgari ücretli, işçi, memur için mi?

Yoksa yolsuzluk, vurgun, faiz, dolandırıcılıkla “geçimini sağlayan”; palazlanıp büyüyenler için mi?

Bugüne kadar yaşanan krizlere dönüp bakınca kimlerin ayakta kaldığı; kimlerin krizleri fırsata dönüştürdüğü görülebilir.

Uzağa gitmeye de gerek yok, şöyle yakın tarihin mürekkebi kurumamış sayfaları karıştırılsa yeter.

Bugünün “teğet geçeceği” söylenen krizi, acaba kimler için fırsat olabilir?

Birkaç kez düşünelim...

14 Kasım 2008 Cuma

KÜÇÜK TAŞLAR...
ALİ BULUNMAZ

İşlemde bir başka, ileri boyuta geçildi.

Akıllara kılçık atılmaya, ağızlara sakız verilmeye başlandı.

Anayasanın değiştirilemez ilkeleri, bir “sempozyum vesilesiyle” tartışmaya açılmaya hazırlanıyor, hatta açıldı bile.

Zihinler buna alıştırılıyor.

***

BOP denen oyunda yeni bir perde açılıyor.

Aslında bilinmedik bir şey yok burada. Her şey kitabına uygun ilerliyor.

Anayasanın değiştirilemez ilkelerinin tartışılması ne anlam taşıyor? Türkiye Cumhuriyeti'nin emniyet sübapları bir bir sökülmeye başlanmayacak mı bu tartışmayla?

Her şey ortada.

Şimdi hedef anayasa ve yargıyı dinci yörüngeye sokmaktır.

Hemen her yerde olduğu gibi, bu “kutlu”, mutlu ve günümüze “uygun” yörünge, geleceğin ülkesini şekillendirmede kilit rol oynayacaktır.

***

Siz bakmayın “demokrasi”, “hukuk” ve “özgürlük” söylemlerine ve kavramlarına...

Bunlar gelip geçici şeyler. Önemli olan hedefe varmak. Dinciliği, “ılımlı İslam”ı orta yere koymak.

Ondan sonra, ne demokrasi ne hukuk ne de özgürlük... Hepsi hedefe giden yoldaki “küçük taşlar!”

En azından dinci zevat için öyle...

12 Kasım 2008 Çarşamba

GÖREV GEREĞİ…
ALİ BULUNMAZ

Gazetede bir haber, haberin başlığı her şeyi anlatıyor:

“Kılıç’ın hedefi ilk dört madde…”

Haberi biraz eşelemekte yarar var:

Bilkent Üniversitesi ve Alman Uluslararası Hukuki İşbirliği Vakfı bir sempozyum düzenliyor. Konu ise “Anayasalardaki değiştirilemez ilkeler.”

Sempozyuma Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç ve Mahkeme raportörü Osman Can da katılıyor. Kılıç, seçilen konunun “cesaretle belirlendiğini, Türkiye için hayati öneme sahip olduğunu” dile getiriyor.

Raportör Osman Can ise “1924 Anayasası hariç, Türkiye’de hep ferman anayasalarının hâkim olduğunu” söyleyip ekliyor: “Bir anayasa değiştirildiği zaman değiştirilemez maddelere de dokunulmalıdır.”

Sempozyumdan çıkan sonuç şu: “Anayasalarda değiştirilemez hükümler bulunması 'demokrasi' açısından kabul edilemez.”

***

Türkiye’de yürürlükteki anayasanın değiştirilemez maddeleri neler?

Madde 1: Devletin şekli Cumhuriyettir.

Madde 2: Cumhuriyetin nitelikleri

Madde 3: Devletin bütünlüğü, resmi dili, bayrağı, milli marşı ve başkenti…

Sempozyumdan çıkan sonuca göre bu maddelerin değiştirilemez olması “demokrasiye aykırılık” içeriyor.

“Velev ki” öyle…

Şimdi düşünelim: Devletin şeklinden başlayarak, niteliklerine oradan resmi dile, başkente ve bayrağa kadar uzanan üç maddenin değiştirilmesi neden istenir?

Ya da şöyle soralım: Bunların üzerine neden gidilir?

***

2002’den beri sahnelenen oyun burada tüm çıplaklığıyla karşımıza çıkıyor. BOP temelli ve onun eş başkanlığını yürüten iktidar, belirli ağızlardan kafasındaki hedefi ve kendisine verilen görevi, yeri ve zamanı geldikçe kamuoyu ile paylaşıyor.

Bu paylaşımlara verilen tepkiler doğrultusunda, eylemlerini hızlandırıyor ya da soğutuyor.

Ama öyle veya böyle istediğini yapmaya gayret ediyor.

Yapıyor da.

Toplumsal ve siyasal dönüşüm projesi hayata geçiriliyor…

***

Kısacası AKP iktidarı, ona ram olmuş “aydınlar”, iktidarın peşinden giden fırsatçılar, iktidarın görev verdiği sözcüler ve uygulayıcılar, plan ve programı harfiyen yerine getiriyor.

Şimdi sıra anayasanın değiştirilemez maddelerine mi geldi?

Öyle görünüyor…

Neden?

Bu da verilen görev gereği…

10 Kasım 2008 Pazartesi

MUSTAFA KEMAL BU MU?
ALİ BULUNMAZ

Zamlar, yaratılmaya çalışılan kargaşa ortamı, siyasi polemikler... Hepsini bir kenara bırakalım.
Gösterimde bir film, daha doğrusu bir belgesel var. Adı “Mustafa.”

Yazan ve yöneten Can Dündar.

Daha önce Sarı Zeybek adlı çalışmasıyla gündeme oturmuştu Dündar.

O günden bugüne pek çok şey değişti, köorülerin altından çok su aktı...

***
Belgeselin adı “Mustafa.”

Belgeselin “amacı”, Galileo Galilei'nin “bilimi gökyüünden yeryüzüne indirmek” sözünden esinlenmiş bir biçimde “Mustafa Kemal'i yeryüzüne indirmek”ti.

İnsanlar salonlara koştu. 7'den 77'ye pek çok kişi belgeseli izledi. Büyük kısmı ise buruk hatta kızgın ayrıldı.

Neden?

“Mustafa” denen Mustafa Kemal, tarihsel kimlik ve kişiliğinden koparılmış, magazinel bir yaklaşımla ele alınmıştı.

Koca heykellerini diktiren, karanlıktan korkan, sığır sürüsünün çıkardığı toz bulutundan endişelenen...

Sigara ve içkinin dibini bulan, tüm yakın arkadaşlarını kendinden uzaklaştıran...

Anlayacağınız tam bir diktatör, megaloman ve zayıf kişilik...

Mustafa Kemal bu mu?

***

Tarihsel özne Mustafa Kemal, bir belgeselin magazinel nesnesine ancak bu kadar dönüştürülebilirdi.

Dündar, “yeryüzüne indirmeye ve aramıza almaya çalıştığı” Mustafa Kemal'i, enikonu uzaklaştırmaya mı çalışmıştı?

Soruyu şöyle soralım: Acaba “Mustafa”daki Mustafa Kemal, kimin veya kimlerin görmek ve göstermek istediği kişilikti?

Atatürkçü, aydın, gerçek anlamda demokrat ve hukuktan yana insanların çeşit çeşit baskıya uğradığı günümüz Türkiyesinde, “işte Mustafa Kemal bu” diyecekler kimlerdir?

Biraz etrafı gözlesek bulabiliriz. “Yaftalamayın” derken, herkesi kamplara ayırıp, “bizden-onlardan” bölüştürmesiyle gerilim yaratanlar değil midir Mustafa Kemal'i belgeseldeki gibi gören ve gösteren?

***

Bu belgeseli izleyenlerin aklında ne kaldı?

Halkın arasında bir Mustafa Kemal mi, yoksa halktan uzakta, tarihsel kimliğinden sıyrılmış, yalnız ve diktatör bir Mustafa Kemal mi?..

5 Kasım 2008 Çarşamba

ZAMSALAK…
ALİ BULUNMAZ

Elektriğe zam…

Doğalgaza zam…

Petrole, benzine, gıdaya, giyime, içeceğe zam…

Zam, zam, zam…

***

AKP iktidara gelirken ve 5 yıllık iktidarında, hep kendinden önceki hükümetleri eleştirip “zamla milleti soydunuz, bitirdiniz” diyordu…

“Her sabah zam yapılan dönemler bitti” diye iktidarını övüyordu…

Neredeyse “hiç zam yapmamakla” gururlanıyordu...

Şimdi zamlar arka arkaya gelmeye başladı.

Hem de öyle böyle değil: Yüzde 20’yi aşkın, buçuklu filan.

***

Her şeye zam, zam üstüne zam.

Emekliye, çalışana, asgari ücretliye gelince yüzde 3-4, gaza, gıdaya, hizmete gelince yüzde 20…

“Kriz var” lafı, hafiften “keriz var” diye telaffuz edilmeye başlanınca zamlar da üst üste bindi.

Olan yine yoksula, dar gelirliye ve işsize oldu.

***

“İktidara gelmezse kriz çıkar” diye AKP’ye oy verenler de, krizin ve çılgınca fiyat artışlarının tam ortasında buldu kendini.

Bir ara “ekonomi tıkırında” şarkısını gür sesle söyleyenler bile homurdanmaya başladı:

“Yandık bittik, paramız pul oldu, yatırımlar durdu; görünen köy, anlatılan gibi değil” demeye getirir oldu lafı.

Zamlar geldi, kapıyı kırıp içeri girdi.

Sözün özü hep birlikte zamsalak olduk.

Hamdolsun!...

3 Kasım 2008 Pazartesi

GÜÇ FETİŞİZMİNİN DORUKLARINDA…
ALİ BULUNMAZ

Türkiye’yi tanımlayacak, bugünü özetleyecek en uygun ifade hangisi olabilir?

Güç fetişizmi belki…

“Devlet benim, güçlü benim; bana ram olacaksınız” anlayışı günümüzün yönetim kadrolarının bir numaralı isteği, dileği hatta emridir.

Buna direnen, gerçek demokrasi ve hukuktan yana duran; bir başka deyişle, bu iki ögeyi benimseyenler ise hemen çevrelenmesi gereken “bozuk” kişiliklerdir.

“Hamdolsun ekonomik kriz bizi fazla etkilemedi” görüşüne yan gözle bakanlardır bu “bozuk” kişilikler.

“Yüzyılın davasında” neyle suçlandığını bilmeden, aylarca cezaevinde yatan, hastalanan ve ölenler için adil yargılama ve suçlamaların noktasına virgülüne bilinmesini isteyenlerdir aynı zamanda…

Öte tarafta güç fetişistleri ile gücün kendisi kol koladır. Benden olan, yani “biz” dedikleri cemaatçi yapılanma, kendinden olmayanı “onlar” haline getirip çepere atmaya çalışmaktadır.

Güç fetişizminin doruklarına tırmanan “aydın” görünümlüler, kendilerini büyütüp palazlandıranlara teşekkür ve övgülerini böyle dile getirmektedir.

“Yakışanı, uygun geleni bu mudur?” diye sormanın zamanı geçmiştir artık.

Olan şimdi(lik) budur...

Güce tapanların; güç fetişistlerinin gözündeki pembe fer ne zaman geçer, geçer mi bilinmez ama bir gerçek var ki o da Türkiye’de her gün çağ dışılık, demokrasi ve özgürlük çemberinin daraltıldığıdır.

Sahi bu fetişistler “özgürlük”, “demokrasi” ve “hukuk” demiyor mu?

Demek ki bu “özgürlük”, “demokrasi” ve “hukuk” bir başka…

Belki güç fetişizminin tam ortasında, onun destekçisi…

O zaman ne kıymet-i harbiyesi kalıyor “hukuk”, “özgürlük” ve “demokrasi” diye çırpınmanın?..

16 Ekim 2008 Perşembe

KÜRESEL KRİZ VE TRAJİKOMİK DURUM...
ALİ BULUNMAZ

IMF ve Dünya Bankası...

Dünyada yoksulluğu; kişiler ve ülkeler arası eşitsizlikleri gün geçtikçe derinleştiren iki kurum.

IMF Başkanı Robert Zoellick ve Dünya Bankası Başkanı Dominique Strauss-Kahn geçen günlerde ortak bir açıklama yaptı.

Küresel kriz nedeniyle yaptıkları açıklamanın özü şuydu:

“Yoksul ülkeler, krizden en büyük zararı görecek...”

***

Düşünelim, yoksul ülkeler kimdir, hangileridir?

IMF ve Dünya Bankası'nın sunduğu kredilerle, oluşturdukları tefecilik düzenine kapılıp giden, günden güne borçlanan ülkeler...

Tefeci iki kurumun başı diyor ki: “Dikkatli olun, en büyük hasar siz yoksul ülkelerde olacak...”

Akıllara zarar...

Kapitalizmin borusunu büyük birader ile beraber elinde tut, ülkeleri sömür ve yoksullaştır ve sonra da borsa spekülatörleri ile kimi sihirbazların yarattığı krizlerin ardından babacan edayla çık, uyarıları sırala...

İki kurumun başkanları sadece bununla yetinmiyor. Açıklamalarına şöyle devam ediyor:

“Zengin ülkeler fakir ülkelere yardımı kesmemeli...”

Fakir denilen; yer altı ve yer üstü kaynakları bakımından zengin olan, fakat üretim yapmasına izin verilmeyen ülkeler...

Neymiş?

“Zengin ülkeler, fakir ülkelere yardımı kesmemeliymiş...”

***

İnsanlık, burada tam bir komedi oyununda gibi...

Emekçi, çalışan ve yoksulların sırtına her gün yeni yükler bindiren bir kriz...

Kriz olsun olmasın, bu kesimleri ve yoksul bırakılan ülkeleri sömüren düzen ve bu düzenin iki atlısı: IMF ve Dünya Bankası...

Bu iki kurumun başkanları ve yaptıkları açıklama...

Tam bir komedi.

Daha doğrusu, trajikomik bir durum...

13 Ekim 2008 Pazartesi

GÜÇLÜ OLMAK YA DA OLMAMAK…
ALİ BULUNMAZ

Neler görüyor neler geçiriyoruz?

Terörün acı yüzü…

Küresel ekonomik kriz…

Usulsüzlük, yolsuzluk, belge ve bilgiler eşliğinde süregelen tartışmalar…

***

Türkiye’de iktidar koltuğunda kim oturuyor?

ABD ve AB destekli “Ilımlı İslamcılar…”

Varolan sorunlara ve açmazlara karşı nasıl önlemler alınmış durumda?



***

“Devlet benim” diyen iktidar, sorunları bir kenara bırakmış, gücünü nasıl koruyacağına dair formüller üretirken pembe tablolar çizmeye devam ediyor.

“Küresel krizden etkilenmeyiz…”

“Şehitlerin kanı yerde kalmaz…”

“İstikrar devam ediyor…”

Bunlar, halkın gözünün içine bakarak söylenenler.

Peki, ya kapalı kapılar ardında neler konuşuluyor?

Orası meçhul…

Ama arif olan bilip anlıyor:

Ülkede durum pek de iyi değil…

Birbiri ardına kapanan iş yerleri, artan işsizlik, emek sömürüsü ve küresel aktörlerin Türkiye üzerinde oynadığı oyunlar…

Hepsi birer birer ortaya çıkıyor.

Faiz ve kredi köpüğüne boğulan, neredeyse tüm devlet kurum ve kuruluşları özelleştirilen, üretimden çok tüketime yöneltilen Türkiye’nin eli kolu bağlanıyor.

Bu ne demek?

Türkiye küçülüyor, daha da önemlisi kuşatılıyor.

İktidar ne diyor: “Sapasağlam ayaktayız, ülke olarak güçlüyüz…”

Kazanımlarını, kurduklarını ve geleceğini satıp savan hangi ülke güçlü olabilir?

Bir de bunun yanıtını bulsalar…

29 Eylül 2008 Pazartesi

HEP BANA…
ALİ BULUNMAZ

Yargı, bana…

Medya, bana…

Sivil toplum, siyaset, ekonomi…

Belediyeler, halk, bürokrasi…

Zihinler, üniversiteler, rektörler, hocalar…

Hepsi bana, hep bana bağlı olsun.

Biat etsin, ram olsun…

***

Avrupa’da, 1930’larda sosyal-ekonomik-toplumsal sorunları kullanan, iktidarını sağlamlaştırmak hatta mutlak kılmak için çabalayan faşist lider ve onlara hizmet eden örgütlenmeler, hep yukarıdaki gibi eyledi.

Duyguları sömürdü, kullandı ve yoğun baskıyla hâkimiyetini kurdu.

***

Faşizmin özü bu işte.

Ben merkezci, ayrıştırıcı, gerilim yaratan ve baskıcı…

Kendisini mutlak yetke gören, güç fetişizmiyle gözleri kamaşan yönetim biçimi.

Hep “ben” diyen, “ben”i en doğru ve iyi olarak niteleyen, kendinden ve kendi görüşünden ayrılanları; eleştiri yöneltenleri “diğer” ya da “öteki” biçiminde nitelendiren anlayış…

Faşizm bu.

Hemen her şeyin kendisine bağlı olmasını isteyip, kendi “değerlerini” yücelten; herkesi aynılaştırmaya çabalayan bir görüş…

“Hep bana” derken, iktidarının keyfini süren, ama beri yandan ülkesinin, insanının ve geleceğinin sonunu hazırlayan yıkıcı bir idare şekli…

Linç eden, tekmeleyen, itip kakan, önüne geleni ezip geçen…

24 Eylül 2008 Çarşamba

FENERİ SÖNDÜRMEK...
ALİ BULUNMAZ

Deniz Feneri davasının zanlısı RTÜK Başkanı Zahit Akman, sonunda söylemesi gerekeni söyledi.

Basın toplantısında istifa açıklaması gelmedi.

Ya ne oldu?

Akman, “başbakan ve diğer bakanlar arkamda, istifa etmeme gerek olmadığını düşünüyorlar; öyle uzaktan kağıt göstermekle istifa edecek değilim” dedi.

Böylece “yolsuzluklarla mücadele eden” AKP'nin bürokrat tipi de belirginleşmiş oldu.

***

Deniz Feneri Derneği aracılığıyla tokatlanan paraları ve Alman mahkemelerinin kararlarını, ortaya koyduğu bilgi ve belgeleri günlerdir kamuoyuna sunan gazetelere boykot çağrısı yapan Tayyip Erdoğan'ın koruyup kolladığı Zahit Akman'ın, gücünü nereden aldığı da tescillenmiş oldu.

Hem de ilk ağızdan...

Yüzyılın soygun hareketi Deniz Feneri ve art arda gelen suçlamalar; buna ilişkin belgeler gün ışığına çıktıkça AKP köşeye sıkışıyor.

Bunu da saldırganlıkla bastırmaya çalışıyor.

İddiaların, bilgi ve belgelerin doğru olup olmadığının kanıtlanması için mahkemelere başvurmak ve sorumluların yargılanmasını sağlamak yerine, boykot çağrıları ile şeref tartışmaları gündemi meşgul ediyor.

“Ortaya konanlar yalandır, iftiradır, şerefsizliktir; bunların Türkiye ile ilgisi yoktur” demek ne kadar gerçekçi?

Bunu anlamanın bir tek yolu var: Deniz Feneri davasında, Türkiye'de bulunup da adı geçenlerin yargılanmasını sağlamak.

Ama buna gerek olmadığı vurgulanıyor.

Acaba neden?..

Fener'i söndürmek ve unutturmak için mi?

Artık konu öyle bir noktaya ulaştı ki, Fener'i ne bu hasıraltı etme çabaları ne de “Ergenekon”un dokuz ve arkasından gelecek dalgaları söndürebilir...

22 Eylül 2008 Pazartesi

DİNCİ FAŞİZMİN AYAK SESLERİ...
ALİ BULUNMAZ

Bir başbakanın, bir medya patronuna kızıp, “bu yayın grubunun gazetelerini satın almayın” demesi neyin göstergesidir?

Her şey ortada...

Bu, faşizme doğru sürüklenişin ayak sesleri...

Öyle böyle değil, hem de dinci faşizm.

İktidar, kendi medyasını yaratalı beri, özgür basına ve kendisini eleştiren medyaya karşı kılıçları çekti.

Şimdi ikinci aşamaya geçti ve boykot çağrısı yapıyor.

Gidiş, tehlikeli bir gidiş.

***

Yolsuzluklar, çalınıp çırpılan paralar ve AKP'lilerin tüm bunlarda başrolü oynadığının gün yüzüne çıkarılması, başbakanı haliyle rahatsız ediyor.

Sorumlu olarak da, AKP'nin üstüne giden medyayı gösteriyor.

Ve istiyor ki, herkes iktidara biat etsin. Kimse konuşmasın, her şey sumen altı edilsin.

İşte bu gidiş, faşizme gidişten başka bir şey değil.

Üstelik dinci iktidarın yaratmaya çabaladığı dinci faşizm...

19 Eylül 2008 Cuma

HANGİ YÜZLE?..
ALİ BULUNMAZ

Deniz Feneri davası dallanıp budaklanıyor.

Bu arada, söz konusu davayı unutturmak; biraz olsun gündem dışına itebilmek için “Ergenekon” soruşturmasında yeni dalga başlatıldı.

Nurseli İdiz ve Seyhan Soylu gibi isimler gözaltına alındı...

***

TBMM Başkanı Köksal Toptan ise, Deniz Feneri davasındaki kurye zanlı Zahit Akman ile ilgili “ilginç” bir çıkış yaptı:

“Akman'ın istifa etmesi şık olur...”

Zahit Akman'ın yargılanması, Tayyip Erdoğan'ın iki dudağı arasından çıkacak bir çift söze bağlı...
Ancak bunun gerçekleşme olasılığı düşük görünüyor.

Geriye istifa kalıyor.

***

Zahit Akman, Alman mahkemelerinin ortaya koyduğu bilgi ve belgelere göre zanlı durumunda.

Yurt dışına çıktığı, özellikle de Almanya'ya ayak bastığı anda gözaltına alınacak.

Daha da ötesi tutuklanacak...

Bunun yanında Akman, RTÜK Başkanı ve halen görevde.

Hakkında bunca suçlama, aleyhinde bir dolu iddia ve belge bulunduğu halde Akman neden istifa etmiyor?

Belli ki kendini suçlu görmüyor. Yapılanların yasalara ve kurallara uygun olduğunu düşünüyor. Zaten bunu Deniz Feneri yöneticileri ve onu savunan kimi “gazetecilerin” sözlerinden anlamak da mümkün.

***

Geçtiğimiz gün Deniz Feneri yandaşı ve yoldaşı bir “gazeteci” şöyle diyordu:

“Ağızları alkol kokanların iddia ve suçlamaları bize vız gelir...”

Bu, pişkinliğin ve olanları örtbas etmenin daniskası; kuralsızlığın “kural” haline geldiğinin ve hukuk tanımazlığın göstergesi değil mi?

Elbette şu da görülmeli: Deniz Feneri meydanlarda, metro istasyonları ve bulduğu her noktada yardım toplamayı, tezgâh açmayı sürdürüyor.

İyi de hangi yüzle?

Ya da hangi yüzsüzlükle?..

12 Eylül 2008 Cuma

DÜNDEN BUGÜNE...
ALİ BULUNMAZ

Gelenekçi-Yenilikçi gibi bir ayrım ürettiler.

Sonra “hocalarından” kopup, ABD'ye biat ettiler. Partiyi kurdular.

Mazlum siyasetini, mağduriyet temasını ve ülkedeki ekonomik krizi, gidişe katık yaptılar.

Baktık ki adı “AK” olan bir parti siyasi yaşamımıza girmiş...

Yolsuzluk dediler, kriz dediler; değiştik, dönüştük dediler ve bir kasım günü iktidar koltuğuna oturdular...

***

Kim ne derse desin, “AK” iddialı bir isimdi. Altında kalma olasılığı yüksekti. Zaten öyle oldu.

Bu işin gidişi belliydi.

Perşembe, çarşambadan gözükmüştü...

“AK”ların, kara olduğu kısa zamanda anlaşıldı, değişip dönüşmedikleri de...

***

Şimdi “AK”lar nasıl aklanacak? Aklanabilecek mi? Bu çok zor gözüküyor.

Bilgiler belgeler ortada.

Fotoğraflar, iddialar göz önünde...

Dokunulmazlara yine dokunulmayacak.

Peki, ya dokunulabilecekler? Onlar da dokunulmazların koruması altında...

***

O halde sonuç ne?

“AK”lara dokunulmuyor, yolsuzlukları yolsuzluktan sayılmıyor!..

Ya ne?

Yolsuzluk, yol oluyor; uzuyor da uzuyor. “AK”lar yola devam ediyor.

Biraz daha hırçınlaşıp saldırganlaşarak...

10 Eylül 2008 Çarşamba

“3 Y...”
ALİ BULUNMAZ

Yolsuzluk, rüşvet ve avanta gırla...

Hemen hepsinde iktidar partisi AKP başrolde.

1 milyon dolarlık rüşvet, arsa, parsel, Deniz Feneri Derneği yoluyla cebe indirilen 41 milyon avro...

Bugün iktidarda olanlar, uzak ve yakın geçmişin yolsuzluk, usulsüzlük ve rüşvet dosyalarını sırtında taşıyor.

Ortaklıklar, kirli ve karanlık ilişkiler gün geçtikçe ortaya çıkıyor.

***

İktidarın kafası karışık. Karışık olmasa, sürekli “3 Y” ile mücadele ettiğini söyleyemez.

Nedir “3 Y”?

“Yolsuzluk, yoksulluk, yasaklar...”

***

AKP döneminde yasaklar aldı yürüdü, keskin bir biat kültürü yerleştirilmeye çalışıldı. Bu hızla sürüyor...

Yoksulluk da farklı değil. Yoksul daha yoksul, açlık sınırı yükseldi. İnsanlar bu sınırın altında yaşamaya mahkum edildi.

Yolsuzluk dosyaları da bir bir çıkıyor meydana. Ortalık Deniz Feneri aracılığıyla çarpılan paralar yüzünden çalkalanıyor.

Bunlar aydınlandıkça, başbakanın keyfi kaçıyor. Çünkü eleştirilmek hoşuna gitmiyor.

***

“3 Y ile mücadele” gibi bir söylemin anlamı yok artık...

Çünkü iktidar, bunların tam ortasında.

Yolsuzluk, yoksulluk ve yasaklar...

Hepsi, özellikle AKP döneminde büyüyüp palazlanan çocuklar...

8 Eylül 2008 Pazartesi

SUSKUNLUK KARDEŞLİĞİ...
ALİ BULUNMAZ

Türkiye'de her anlamda bir dönüşüm yaşanıyor.

Toplumda, yaşam biçimlerinde, siyasette, insan ilişkilerinde...

Ve elbette basında...

Basının hızla medyaya dönüşmesi, özgür basının medya karşısında güçsüzleştirilmeye çalışılması ve nihayet dinci medyanın günden güne büyümesi, gerçeklerin üstünün örtülmesinde beliryeci rol oynuyor.

Deniz Feneri olayı bunun göstergesi...

Cebe indirilen 41 milyon 600 bin avro, Deniz Feneri Derneği'nin vergiden muaf tutulması, yolsuzluk ve rüşvet, başbakan ve önemli bürokratların dernek ile ilişkileri...

Hemen hepsi dinci medya tarafından hasır altı ediliyor.

Deniz Feneri'nin çarptığı paraların, dinci televizyonlara, gazete ve diğer yayın organlarına aktarılması karşısındaki sessizliğe ne ad verilmeli?

Belki şu olabilir: Suskunluk kardeşliği...

***
Dinci medya kendi açıklarını örtüyor. İktidarının devamı için, merkezinde yer aldığı yolsuzluk ve vurgunun üzerine gitmek istemiyor.

Türkiye'nin dört bir yanında “iyilik noktları” oluşturan Deniz Feneri, paraları çarpıp kendi kurucu ve siyaseten yandaşlarını zengin edince din, iman ve ahlak bir köşeye itiliveriyor kolayca...

AKP muhaliflerine yönelik iddianameler hazırlanır ve dinci medya bunu alabildiğine kullanırken, Deniz Feneri'yle ilgili olarak Alman savcının hazırladığı iddianame aynı medyada hiç bulmuyor.

Çünkü suskunluk kardeşliği devreye giriyor.

Tarikat-cemaat kardeşliği de...

5 Eylül 2008 Cuma

AK FENER...
ALİ BULUNMAZ

Aylardır tartışılıyor:

Temiz toplum, temiz siyaset için neler yapılabilir?

Ama tartışma boşunaymış...

AKP Genel Başkan Yardımcısı Şaban Dişli'nin aldığı 1 milyon dolarlık rüşvet bunun kanıtı.

***
Ya Deniz Feneri adlı “yardım” kuruluşunun altını eşeledikçe gün ışığıyla buluşanlara ne demeli?

Bir eşitsizlik hatta haksızlık söz konusu.

Kaçak göçek, usulsüz, ahlaksız olan ne varsa, bugün el üstünde tutuluyor.

İşte 41 küsur milyon avro...

Deniz Feneri aracılığıyla tokatlanan para...

“Fakirlere yardım” diye masalar açan ve yardım kampanyaları başlatan dernek...

AKP bu derneğe neden dokunmuyor?

Çağdaş ve Atatürkçü dernekler ile faaliyetler an be an soruşturulur ve izlenirken, dinci ve hortumcunun daniskası Deniz Feneri neden araştırılmayıp sumen altı ediliyor?

Her şey açık değil mi?

Yine aynı noktaya geliyoruz.

Yani “biz-onlar” ayrımına...

Deniz Feneri “biz”; bir başka deyişle iktidarın sularında...

Hâl böyle olunca, araştırıp soruşturmaya ne gerek var...

Mazallah bu işin ucu istenmeyen yerlere uzanır...

Sonra büyü bozulur, masal bitiverir...

Değil mi ama?..

3 Eylül 2008 Çarşamba

CEMAAT, SOSYAL DEVLET DEMEK MİDİR?
ALİ BULUNMAZ

Türkiye'nin bugün tarikat-cemaat egemenliğinin etkisi altında olduğu bir gerçek. Laik, demokratik ve sosyal bir hukuk devleti biçiminde tanımlanan Türkiye Cumhuriyeti'nde cemaatler hemen her alanda gücünü hissettiriyor.

İyi de cemaat, sosyal devletin taşıyıcısı olabilir mi?

Cemaat, özü gereği ayrımcılık temeline dayanır. Belli bir amaca yönelik olarak “biz-onlar” ayrımını keskin şekilde gündeme getirir.

Oysa sosyal devlet, tüm vatandaşlara eşit uzaklıktadır, öyle olması gerekir. Sosyal devlet olgusunu, cemaate teslim ederseniz orada ayırımcılığın ve dolayısıyla gerilimin de kapısını aralamış olursunuz.

Türkiye'de yaşanan da tam anlamıyla budur. Belediyelerden iktidara, pek çok “sivil toplum kuruluşu”ndan sokağa kadar cemaat egemenliği güne yön veriyor.

Siyaset ve ticaret, gemisini cemaat kuralların göre yürütüyor. Baskı ve yıldırı temelli cemaat yapılanması, artık devlet yönetiminde söz sahibi.

Kimileri buna “yeni Türkiye”, kimileri de “yeni demokrasi” diyor. “Liberal muhafazakar demokrat aydınlar” ile kendini “sol”da gören kimi yüzler, ısrarla ve övünçle cemaatleşmeyi savunuyor.

Hatta sosyal devleti cemaatle eşleştiriyor...

***
Şimdi tekrar soralım: Ayırımcılık “ilkesine” dayanan cemaat yapılanması, sosyal devlet demek midir? Şöyle diyebiliriz: Sosyal devlet, cemaat yapılanmasını içerebilir mi? İçermeli mi?

Türkiye'ye baktığımızda, içerdiği takdirde nelerle karşı karşıya kalınabileceği ortaya çıkıyor.

Ama esas acı olan, bunu savunan “aydınların” düştüğü yanılgı, bunun yarattığı tehlikeyi görmeyen zihin tembelliği...

Onun için de bir soru sorulabilir elbet: Cemaatin, sosyal devletten öte, demokrasiyle bir ilgisi var mıdır?..

1 Eylül 2008 Pazartesi

BARIŞ...
ALİ BULUNMAZ

Bugün 1 Eylül. Dünya Barış Günü...

Barıştan söz etmenin git gide zorlaştığı bir dönemden geçiyor insanoğlu. Bölgesel çatışmalar, küresel gerilimler, etnik ve kültürel ayrımcılık politikaları...

Karadeniz'de Montrö'yü delen ABD savaş gemileri, sözde insani yardım için Gürcistan'a yollanıyor...

Rusya ile Gürcistan arasındaki savaş, savaş sonrası gerginlik...

Irak'ta, Afganistan'da, Pakistan'da akan kan.

Ortadoğu'da yaralar zaten bir türlü kabuk bağlamıyor.

2008'de insanoğlu Barış Günü'nü yine buruk kutluyor.

***
Einstein, “barış için savaşmaktan” söz etmişti. Ama bugün enerji, küresel çıkar güdüsü, su, etnik ve kültürel ayrımcılık üzerinden gerilimler üretiliyor.

Kısacası “savaş için savaş” gibi bir durumla yüzleşiyoruz.

Küresel paranoya, küreselleşmenin öncüleri tarafından yaratılan terör ve buna dair korku...
Hepsi, 1 Eylül Dünya Barış Günü'nde karşımıza dikiliyor.

Tüm bunlar varoldukça barış, Godot gibi sürekli bir bekleyiş halini alacak.

Peki, ne yapmalı?

Aslında bunun yalın bir yanıtı var: Kendisiyle yüzleşecek insanoğlu. Kolaya kaçmadan, yani savaşmak yerine barış içinde yaşamayı öğrenecek ya da bunu keşfedecek.

Kolay mı bu?

Elbette değil. Ama imkansız mı?

Hayır...

İşe barışın ne kadar değerli olduğu anlaşılmaya çalışılarak başlanabilir.

Ya da Irak'ta, Afganistan'da, Filistin'de, Gürcistan'da yaşayanlara sorularak, barışın ne denli önemli bir kazanım olduğu pekâla kavranabilir...

31 Ağustos 2008 Pazar

KUTLU HEDEF...
ALİ BULUNMAZ

Konya'da 1 Ağustos'ta çöken, Süleymancılar'a ait Kuran kursunu hatırlıyor muyuz?

Hani "İngilizce kursu" denilerek, ihmal ve hatalar sumen altı edilmeye çalışarak unutturulmaya çabalanan olay...

İnceleme yapmak üzere olay yerine giden İl Milli Eğitim Müfettişleri'nin araştırma yapmasına izin verilmiyor.

Bu ne demek?

Tarikat-cemaat egemenliği öyle boyutlara ulaştı ki, artık bu yapılanma ne derse, ne isterse olaylar da aynı şekilde gelişiyor.

***
Çöken Kuran kursunda ölen çocuklardan birinin ağabeyinin şu sözleri doğru değil mi:

"Burada ev ev dolaşıp öğrenciler toplandı, bunu da dernek yöneticileri, yurt idarecileri ve Süleymancı öğretmenler yaptı..."

Konya'da çöken Kuran kursu, Türkiye'den bir kesit sunuyor. Cemaat ve tarikatlar genç beyinleri hurafelerle dolduruyor, dincilik günden güne büyüyor.

Üstüne üstlük buralarda nelerin döndüğü, çocuklara eğitim adı altında hangi saçmalıkların sunulduğu da öyle pek fazla bilinmiyor.

Bilinen, her geçen gün dinciliğin boy verdiği, tarikat-cemaat egemenliğinin AKP iktidarının açtığı kapıdan dört nala koştuğu...

***
Karanlık bir tünelden geçiyor Türkiye. Yandaş demokrasisi, özgürlük adıyla dinciliği pompalıyor.

Kuran kursları, abi abla evleri, tarikat yurtları tüm kentlerde mantar gibi türüyor. Egemenlik alanını genişletiyor...

Bilgi yerine hurafe, çağdaş yaşam yerine gericiliğin öğretileri baskınlaştırılıyor.

Sonuç?

Türkiye, "ılımlı İslam" yolunun sonundaki "nur"a ve "kutlu hedef"e doğru itiliyor...

29 Ağustos 2008 Cuma

YEREL SEÇİMLER NEDEN ÖNEMLİ?
ALİ BULUNMAZ

Keçiören'de bir büfecinin, ruhsatı olmasına karşın içki sattığı gerekçesiyle çivili sopalarla, üstelik belediye görevlilerince dövülmesi bize neyi düşündürmeli?

AKP'li belediyelerin, özellikle de İstanbul ve Ankara Büyükşehir Belediyeleri'nin, içkili mekânlara yönelik “kırmızı çizgi” uygulaması da hız kazandı bu arada.

***
Yerel yönetimler, AKP iktidarının lokomotifi...

“Halka açık” balık restoranları, parklar ve eğlence merkezleri içkiden arındırılıyor.

Sadece bu da değil. Vahabi “kültür” AKP'li belediyeler eliyle tüm Türkiye'ye yayılmak isteniyor...

AKP, artık hiçbir kartını gizlemiyor. Yaklaşan yerel seçimler için “yüzde 60” oranında oy hedeflenmesi boşuna değil.

Bugün, iktidarın gelip dayandığı noktanın asıl belirleyicisi elinde bulundurduğu yerel yönetimler. Şimdi, tasarılar bir bir hayata geçiriliyor.

AKP, elindeki yerel yönetimlerle dinciliği ve yobazlığı en üst seviyeye taşıma niyetinde...

AKP'li belediyeler, ayrımcılığın da kalesi aynı zamanda. Sınırsız ve ölçüsüz bir ayrımcılık bu.

Tarikat-cemaat egemenliği ve iktidara biat, belediyelerin içinde günden güne yayılıyor.

***
AKP'nin hedefi belli: Kaleleri almak, elindeki belediyelerde ise gücünü arttırmak. Bunun kendine getirisini biliyor ve bu yönde hızla çalışıyor.

Önemli soru şu: Muhalefet ne yapıyor? 1994'deki gibi kısır çekişmeler, 2009'da da yaşanırsa, o zaman AKP hedefi 12'den vurur. İktidarını güçlendirir...

Çözüm bir araya gelebilmektir.

Yolsuzlukla, yoksulluk ve rüşvetle bezenmiş; halka sadaka dağıtarak oy avcılığına çıkan iktidar karşısında, ortak adaylar belirleme kararlılığını göstermek zorunda muhalefet.

2009 yerel seçimleri önemli. Tahmin edilenden de çok...

Çünkü yeni bir iktidarın kapısını açacak nitelikte bir seçim bu...

Ya da...

28 Ağustos 2008 Perşembe

ÇEVRE VE ÇEPER...
ALİ BULUNMAZ

Tayyip Erdoğan'ın “çevrecinin daniskasıyım” sözü üstüne pek fazla şey demeye gerek yok.

Ama...

Türkiye'de bir merkez ve çevre ile çeper tartışmasının hatta bu anlamda derin bir ayrışmanın olduğunu da söylemek yanlış değil.

AKP iktidarının merkeze kendini koyduğu, ardından kendine bir çevre yarattığı, kendinden olmayanı da çepere yerleştirdiği açık seçik ortada.

Merkez içinde kendi çevresini kollayan, eleştirenleri de dışarıda konumlandırıp alabildiğine ezen bir iktidarla yüzleşiyor Türkiye.

Yüzleşmekle kalmıyor, bunun sancısını yoğun biçimde çekiyor.

Yoksulu daha da yoksul kılan, zengini zenginleştiren; kendi zengini, yoksulu ve medyasını yaratan, rüşveti “normalleştiren” iktidar, yandaş demokrasisinin keyfini sürüyor.

Toplumu kendi bildiği gibi; dincilik ve yobazlıkla şekillendirmeye çabalıyor.

Soru sormak sakıncalı, eleştiri yasak...

***
“Ben” diyen iktidar, kendi “biz”ini yaratırken, çevresine topladığı yandaşlarıyla gücünün sınırsızlığına vurgu yapıyor.

“Ben kimseyle uzlaşmam, milletle uzlaşırım” yaklaşımı da, işte bu tehlikeli düşünme biçiminin dışa yansıması. Merkez-çevre-çeper denkleminin önemli duraklarından biri burası.

“Ya merkezimin çevresi olursun ya da çeperde kalır harcanırsın” anlayışı, “Yeni Türkiye”nin de belirleyicisi artık. Belki de “yeni bir demokrasi”, birilerinin dediği gibi...

Öyle görünüyor.

Görünüyor da, bu gidiş iyi gidiş mi?

Görünen köy kılavuz istemiyor...

26 Ağustos 2008 Salı

İŞİN RACONU...
ALİ BULUNMAZ

“Racon”, İtalyanca bir sözcük. “Ragionare” ve “ragione”den Türkçeye geçmiş. Anlamı ise düşünmek. Argoda “yol, yöntem, usul” gibi anlamlara bürünüyor...

Racon, Türkiye'de önemli bir kavram. Hatta çoğu kez yazılı kuralların üstüne çıkan, onları etkisiz bırakan bir özelliğe sahip.

Mesela politikacı, yolsuzluğun merkezinde yer almışsa ve bu siyasetçi iktidar partisinin üyesiyse, ayyuka çıkan rezalet duymazdan gelinir, görünmez kılınır. Çünkü yolsuzluğu, rüşveti ve yandaş kayırmacılığını önleme sözleri, seçim ertesinde hemen unutulmuştur.

Politikaya soyunmuş er kişi, iktidar koltuğunun kudretiyle birden değişir, dönüşür; metamorfozun en tumturaklısını geçirir.

Durmadan adımlanan yol, yolsuzluğun ve bunlara ait dosyaların küfe misali sırtta taşındığı bir biçime bürünür.

Böylelikle, bozulma ve yozlaşmanın kütüğüne bir çentik daha atılmış olur.

Racon ise bozulmamıştır. Mutlak ve sarsılmaz yapısını korumuş, iktidarın yolunu bulmasına yardım eden bir ışık olmaya devam etmiştir.

Siyaseti ticaret ve iş takibiyle buluşturan, rüşvtle kesiştiren de işte bu tarihsel racondur...

Kendimizi kandırmaktan vazgeçelim.

“Temiz eller”, “temiz toplum” veya “temiz siyaset” gibi sloganlarla yeri göğü inleten; yüzünü iktidarın sıcaklığıyla ısıtıp, köşelerini adı geçen sloganlarla dolduran yandaş demokratlar da, raconun nimetlerinden öyle veya böyle yararlanırlar.

Bir şeyler düzeltilmek isteniyorsa, işe buradan başlanmalıdır. Havada kalan söz, söylem ve eylemleri tekrarlayıp durmak, hiçbir fayda getirmez...

22 Ağustos 2008 Cuma

TÜRKİYE'NİN DENGESİ BOZULDU...
ALİ BULUNMAZ

Türkiye bir denge bozukluğu yaşıyor. AKP, iktidara geldiği günden beri ayrımcılığın kök salması için uğraştı.

Bunun temel taşı ise “biz-onlar” ayrımı...

Cemaat-tarikat “kültürüyle” yetişen AKP'nin kurucu ve çekirdek kadrosu, toplumda buna uygun belli başlı ayrım noktaları oluşturdu...

Türban...

İnanç...

İktidara yakınlık-uzaklık ya da ram olma-olmama...

Tarikat-cemaat egemenliğini eleştirme-suskun kalma...

AKP, tüm bunlar ve daha başka pek çok noktada toplumu bölüp, kendisine yandaş bulmaya çabaladı.

Başarılı oldu mu veya ne kadar oldu, çok açık seçik görünmüyor ama bir gerçek var ki, epey yol aldı.

***
“Demokrasi” ve “özgürlük” gibi söylemlerle hareket eden, ettiğini savunan ve bu yönde yandaş kalemleri konuşturan iktidar, önemli parçalanmaları tetikledi.

Şimdi pek çok insanın zihni karışık: Dindar-dinci, demokrat olan-olmayan, doğru söyleyen-yalan konuşan arasındaki mesafe git gide kapanıyor.

Yolsuzluk, rüşvet, avanta, kayırmacılık, bilimsellik yerine, hurafe ve sınırsız iktidar borazanlığı güç kazanıyor.

Bütün bunlar da ülkenin, toplumun ve tek tek insanların dengesini günden güne bozuyor.

***
Soruları soru ve sorunlar kovalıyor. Umut yaratma sanatı diye nitelenebilecek siyaset, her geçen gün karalara çalınıyor.

Her şey kendini tekrarlıyor. Yol alamıyoruz. Yenileyemiyoruz kendimizi, silkelenemiyoruz.

Çünkü dengemizi yitirdik enikonu, doğrulamıyoruz.

Renkler ve izler birbirine karışıyor...

Rüzgâra kapılmış gidiyoruz...

20 Ağustos 2008 Çarşamba

BİAT ÜNİVERSİTELERİ...
ALİ BULUNMAZ

Eğri oturup doğru konuşalım. Abdullah Gül'ün atamasını yaptığı rektörlerin büyük bir çoğunluğunun referansı AKP...

Örnek mi?

Uludağ Üniversitesi Rektörlüğü'ne atanan Medet Mete Cengiz, “durmak yok, yola devam” yazılı pastayı kesip kutlama yapıyor...

Bu AKP'nin seçim sloganı...

Cengiz, eski İçişleri Bakanı Abdülkadir Aksu'nun da yakın arkadaşı...

***
Bir başka örnek, Bitlis Eren Üniversitesi'nin Rektörü Abdullah Bayram. Bayram'ın referansı ise İçişleri Bakanı Beşir Atalay ve Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik.

Hatırlamakta yarar var: Beşir Atalay irticai uygulamaları nedeniyle Kırıkklale Üniversitesi Rektörlüğü'nden uzaklaştırılmış bir isim...

***
Abdullah Gül'ün rektör atamalarında esas aldığı “ölçüt”, türban serbestliğine destek ve AKP yandaşı olma...

Bu neyi gösteriyor?

AKP üniversitelerde kadrolaşıyor. En tepeden en aşağı noktaya kadar, üniversiteleri ele geçirmeye çabalıyor.

***
Üniversite, bilim ve kültürün bir araya getirildiği kurumların başında.

AKP ise buraları siyasi arka bahçesi haline dönüştürme telaşı içinde.

Rektörlerin, üniversitelerin ve bilim insanlarının AKP'ye biat etmesi amaçlanıyor.

Formül belli: Biat et rahat et!

AKP bu yolda yürüyor, herkesin de kendi yoluna gelmesini istiyor.

“Durmak yok, yola devam”, işte bunu içeriyor...

19 Ağustos 2008 Salı

HAYAL...
ALİ BULUNMAZ

Rusya ile Gürcistan, Güney Osetya bahanesiyle anlaşmazlığa düşüp savaşa tutuşunca, dünya bu bölgeye dikkat kesildi.

Soros'un fonladığı Saakaşvili, renkli bir “devrimle” işbaşı yaptığında “demokrasi” ve “özgürlük” sloganları atanlar hayli fazlaydı.

Ama gelin görün ki kazın ayağı farklı. ABD bağımlılığı,”demokrasi” ve “özgürlük” yerine, kan ve acı getiriyor. Gürcistan'da ölen binlerce insan bunun kanıtı.

Saakaşvili'nin politikaları, bölgenin enerji varsıllığı ve siyasi gelişmeler, Rusya ile Gürcistan'ı karşı karşıya getirdi.

Gürcistan'ın baş müttefiki ABD de konuya bir yerinden dahil oldu. Elbette Türkiye de...

***
Abdullah Gül, AKP'nin stratejik ortağı ABD'nin Gürcistan'daki savaşa dahil olmasının ve suların görece durulmasının ardından bir açıklama yaptı:

“Gürcistan'daki çatışma ABD'nin artık tek başına küresel politikaları yönetemeyeceğini ve gücünü diğer ülkelerle paylaşması gerektiğini gösterdi.”

Gül, bir anlamda “çok kutupluluktan” söz etti.
***
Gül'ün yetiştiği gelenek, komünizmle mücadele üzerine kurulu.

Başka bir deyişle, iki kutupluluğa karşı bir savaşım üzerine...

1989'dan sonra palazlanan “yeni dünya düzeni” ya da “küreselleşme” söylemi, mutlak ABD hakimiyetine dayanıyor.

Küreselleşme ile dünyanın “altın çağı” yaşayacağı vurgulanıyordu. Ama öyle olmadı.
Ekonomik çözümsüzlükler, siyasi gerilimler ve savaşlar yine yaşandı.

ABD'nin mutlak güç olma ideali, önemli açmazları da beraberinde getirdi.

Şimdi Abdullah Gül, ABD'ye bunu bırakması ve gücü paylaşması gerektiğini söylüyor.

ABD, Gürcistan örneği ele alındığında, bölgedeki etkin güç olabilme adına renkli “devrime” kol kanat gerdi. Oradaki enerji kaynaklarını denetlemek, Rusya'yı gözetlemek ve İran'a yakın olabilmek adına Gürcistan'da kartlarını açtı.

ABD güç, egemenlik ve siyasi çıkarları adına ülkeleri dönüştürme politikasından vazgeçer mi?

Bu pek mümkün görünmüyor. Gül'ün isteği de hayalden öteye gitmiyor...

14 Ağustos 2008 Perşembe

TEMİZ TOPLUM, TEMİZ SİYASET...
ALİ BULUNMAZ

AKP, iktidara gelirken ne diyordu:

“Yoksulluk ve yolsuzluk bitecek...”

Şimdi olup bitene baktığımızda, bunun tam tersi bir manzara var. Esnaf, memur, işçi, öğrenci, üretici, işsiz; hepsi daha yoksul...

Enflasyon tırmanıyor. Büyüme diye yutturulan sıcak para köpüğü ayyuka çıkmış durumda. Ülke dört bir yandan yoksullaşıyor.

Otomatiğe bağlanmış zamlar sıra geliyor: Gıda, giyecek, doğalgaz...

***
Bu arada AKP yandaşları zenginleştikçe zenginleşiyor; palazlanıp gününü gün ediyor. Yolsuzluk ve rüşvet de tavan yapıyor...

Yolsuzluk ve rüşvet “yükselen değer” haline geldikçe, yoksulluk da ortalığı kasıp kavuruyor. Yozlaşma hüküm sürüyor doğal olarak...

***
AKP Genel Başkan Yardımcısı Şaban Dişli, 2006'da Silivri'deki bir arsanın imar değişikliğine karşılık 1 milyon dolar alıyor...

Nerede kaldı “yolsuzluk ve yoksulluk bitecek” söylemi?

Nerede kaldı temiz toplum, temiz siyaset arayışı?

Bir “temiz eller” harekâtı başlatılcaksa ilk durak siyaset olmalı.

AKP'nin ve AKP'cilerin elleri temiz mi?

AKP'li vekiller ve kimi bakanların sırtında taşıdığı, bununla birlikte birbiri ardına gün ışığıyla buluşan yolsuzluk ve rüşvet dosyaları, neyin ve kimin ne kadar temiz olduğunun da göstergesi...

***
Yolsuzluk, rüşvet ve yoksulluk...

Tüm bunlar AKP iktidarından önce mi fazlaydı, yoksa AKP'den sonra mı enikonu çoğaldı?

Temiz siyaset ve temiz toplum isteniyorsa, bu sorunun yanıtı verilerek işe başlanabilir...

12 Ağustos 2008 Salı

KUM TORBASI İNSAN...
ALİ BULUNMAZ

İnsanla kum torbası arasındaki fark nedir?

Türkiye örneğinde bu sorunun yanıtını vermek artık çok kolay:

Yok...

***
İnsanla kum torbası arasındaki fark makası ülkemizde kapalı.

Hızlandırılan (!) trende, deneme insanlarla yapılır; onlarca kişi hayatını kaybedince “akıllar” başa gelir, yeni projede kum dolu torbalar kullanılır...

***
Tuzla'da da bunun benzeri yaşandı. Tankerin filikası, klas kontrol adı verilen ağırlık denemesi sırasında halatlarının kopması sonucu denize düştü.

Burada garip bir şey yok.

Teknik hata, hesap yanlışı veya bir başka olay, böylesine bir durumun yaşanmasına neden olabilir.

Ancak tuhaf olan, ağırlık diye insanların; işçilerin kullanılması ve cinayet gibi bir kaza sonucu ölmeleri...

Bir başka deyişle kum torbasına dönüştürülen insanlar, işçiler...

İşte burada her şey yer değiştiriyor:

Değerler, insan hayatının önemi, ahlak, sorumluluk...

Hemen hepsi bir sisin ya da denizin içinde kayboluyor. Ve kaybedilenler geri gelmiyor...

Hem insanlar hem de insanı insan yapan sorumluluklar...

Sonunda insan, bir kum torbası kadar “değerli” oluyor...

8 Ağustos 2008 Cuma

ÖRSELENEN ÇEKİRDEK...
ALİ BULUNMAZ

AKP Genel Başkan Yardımcısı Edibe Sözen, “Gençleri Koruma Kanunu” adı altında bir çalışma hazırladı. Tasarıdaki bazı maddeler şöyle:

“Pornografik yayın satın alanlardan imza ve T.C. Kimlik Numarası istenecek, bunlar satıcı tarafından Gençlik ve Spor Genel Müdürlüğü'ne bildirilecek...”

“18 yaşını doldurmayanlar otellere, 16 yaşını doldurmayanlar ise 22.00-05.00 saatleri arası lokanta ve restoranlara giremeyecek...”

“Gazete ve dergilerin şiddet ve cinsellik içeren yayın yapması yasak olacak...”

Tasarının asıl dikkat çeken maddesi veya esas ağırlık noktası “her seviyedeki okul, her dine mensup öğrenciler için ibadethane kurmakla yükümlü olacak” şeklinde...

***
2002'den bu yana okullarda mescid adı altında ve “ibadet özgürlüğü” amacıyla açılan yerler yok mu?

Buralar eğititimin ağır ağır dinselleştirilmesi için kullanılmıyor mu?

Söz konusu yasa tasarısı, belli kimi olumlu maddeler arasına serpilen başkaca maddelerle, eğitimde dinselleşmeyi resmî boyuta taşıyor.

***
Tasarıda yer alan gazete ve dergilerin şiddet ve cinsel içerikli yayın yapmasının yasaklanmasında önemli bazı sorunlar gündeme geliyor.

Örneğin burada ölçüt ne olacak? Neyin şiddet neyin istismara yönelik cinsel içerik olduğu kim tarafından belirlenecek? Daha önceleri yaşanan karmaşa ve açmazların yeniden belirme olasılığı kuvvetli değil mi?

***
İnce bir çizginin önünde Türkiye. Muhafazakârlıktan “ılımlı” oradan da siyasal İslam'a geçişin hamleleri bunlar.

Okullarda ibadethane açılmasını içeren “Gençleri Koruma Kanunu Yasa Tasarısı...”

Kreşlerde “dini eğitim verilsin” biçimindeki öneri...

Taciz ve tecavüzlerle gündeme gelen; dini eğitim adı altında hurafeleri esas alan tarikat-cemaatlere ait kaçak Kur'an Kursları...

Ve daha pek çok şey...

Alt alta yazdığımızda tablo belirginleşiyor:

İslam devletine giden yolda çekirdek; yani çocuklar olabildiğince örselenip kullanılıyor...

7 Ağustos 2008 Perşembe

KAPATILMA…
ALİ BULUNMAZ

Jeremy Bentham’ın bir hapishane tasarısı var, adı Panoptikon. Burası, çıkıntılık yapanın yola getirilmesini sağlayan, tam bir disiplin mekânı. Fransız düşünür Foucault, yaşama geçmemiş bu tasarıyı modern güç kavramının başlangıç noktası sayar.

Türkiye de sanki giderek Panoptikonlaşıyor . Muhalefet etmenin bedeli, ya suçlu ya da deli biçiminde yaftalanmak bugünlerde. Bunun demokrasi ile bağdaşır tarafı var mı?

İktidar gayet açık (!) bir “demokrasi” tanımı geliştirmiş durumda: “Bizim yanımızda olanlar ‘demokrat’, diğerleri ıslah edilmesi gereken hastalıklı kişilikler veya suçlulardır.” Böylelikle, hem toplumsal hem de siyasal muhalefet üzerinde yoğun bir baskı kurulup, karalama harekâtı başlatılıyor.

Türkiye’yi çekip çeviren iktidar, eleştiriye kapalı. Elindeki gücü çözüm üretmek adına değil, gerilimi arttırmak için kullanıyor. Soru şu: 21. yüzyılda Türkiye’de demokrasi mi gelişiyor yoksa diktatörlük mü kök salıyor?

Yaratılan korku ve sindirme koridorlarından geçmeye zorlanıyoruz. İktidar, muhalif gördüğü herkesin üzerine mim koyuyor. Ardından “demokrasi” ile “temiz toplum ve siyasetten” dem vuruyor. Anlam kaymasının zirvesi işte tam burası. Çünkü demokrasi eldeki güçle “her şeyi yapabilirim” demek değil. Demokrasi “sınırsız özgürlük” gibi bir boyunduruğun kırılışını simgeliyor, bir başka deyişle yapılabileceklerin ya da yapılamayacakların sınırını çiziyor.

Dolayısıyla sorunlara, toplumun her kesimini dikkate alarak çözüm üretme yöntemi oluveriyor. Siyasetçilerin, gerçekten demokrasiyi benimsemişse, yapacağı-yapması gereken şey de bu.

Ama günümüzün Türkiye fotoğrafı, Panoptikon’un yüksek duvarlarından çekilmiş gibi duruyor: Avluda iktidara muhalefet edenler. Kulelerde iktidarın gözleri. Dışarıda, alkışlarıyla olup bitene destek vermek için sıraya girmiş, ellerine az biraz mürekkep bulaşmış zevat…

Kuşatma büyüyor, kapatılma genişliyor…

6 Ağustos 2008 Çarşamba

ÇÖKEN NEDİR?
ALİ BULUNMAZ

Konya'da, Süleymancılar'a ait bir Kuran Kursu çöktü.

18 öğrenci hayatını kaybetti. Buna cinayet diyebilir miyiz?

Rahatlıkla...

Eğitim kurumu adı altında bir dolu kaçak Kuran Kursu faaliyet gösteriyor. Bunlar cemaat ve tarikatların denetiminde.

Bir başka deyişle, Diyanet İşleri Başkanlığı'nın denetimi dışında...

Genç beyinlerin yıkandığı mekânlar buralar. AKP iktidarıyla bu tür kurumların sayısında inanılmaz bir artış yaşandı.

Bu mekânlar neden çoğalıyor?

Yanıtı çok yalın: Amaç Türkiye'de din devletine giden yolu açmak...

Hurafeleri egemen kılmak...

Kaçak Kuran Kursları lokomotif görevi üstlenmiş durumda. Ancak denetimsizlik ile cemaat-tarikat egemenliği, Konya'dakine benzer olaylarda nasıl bir çöküşün eşiğine geldiğimizi gösteriyor...

Kaçak kurslar, yıkılmaya çalışılan ve adına “statüko” denen sistem...

Din ticareti, tarikat-cemaat işgüzarlığı...

Çöken insanlık...

2 Ağustos 2008 Cumartesi

SORU…
ALİ BULUNMAZ

Özgür basından bağımlı medyaya geçişte sınır kalmadı. Tek-elleşme, öteki deyişle birörnekleşme, daha başka söyleyişle bağdaşıklık da sorunları çoğaltıyor. En küçük bir olayda bile, bu medyanın hangi sularda yüzdüğü gözlenebiliyor.

Yanlışlar ve doğrular birbirine karışırken, isminin önünde “gazeteci” sıfatı bulunan bağımlı ve bağdaşık medya üyeleri, yapmaları gereken en hayati şeyi unutuveriyor:

Soru sormak… Kuşkulanmak… Bildiğinin veya bildiğini sandığının üzerinden birkaç kez daha geçmek…

Sormadan; eldeki bilgi ve belgenin doğruluğuna bakmaksızın “buldum” nidalarıyla sokaklara saçılmanın anlamı nedir? Bunu, gazeteciliğin öz suyuna ulaşamama; bilgilenme ve bilgilendirme sorumluluğunu yok sayma şeklinde açıklayabiliriz belki.

Bağdaşıklar tarafından belden aşağı vuruşlarla hiçbir kural ya da güne uygun deyişle, raconun tanınmadığı bir kavga başlatıldığında gazetecilik de doğal olarak yönlendirme, baskı yaratımına katkıda bulunma, kanı ve kanaatler ile önyargıları “bilgi” diye sunmaya dönüşüyor ki orada zemin kayıyor, zaman duruyor. Kabulleniş, duymazdan ve görmezden geliş en üst düzeye çıkıyor. Kelamşorler salvoları sıralıyor. Beri taraftan soru yok oluyor.

Soru sormamak insan doğasına aykırı bir şey. Fakat çoğu zaman “rahatlatıcı” bir eylemsizlik hali… Ama gazetecinin soru sormaması, mesleki refleksini yitirdiğinin, aydınlanma ve aydınlatma, bilgiyi en kısa zamanda ama en doğru şekilde kamuoyu ile paylaşma sorumluluğundan uzaklaştığının göstergesi değil midir?

Eleştirme ve araştırmayı geri alana itmek; sanal “gerçekliğin” peşine düşmek bir tercihtir elbet, ona da saygı duyulmalıdır. Ancak böyle bir tavırla sürdürülen gazeteciliğin kendisi, sorgulanası ve şüpheli hale gelecektir.

Hatta gelmiştir de…

1 Ağustos 2008 Cuma

KARAR…
ALİ BULUNMAZ

Anayasa Mahkemesi AKP’yi kapatmadı. Ama 10 üye, AKP’nin laiklik karşıt eylemlerin odağı olduğunu tescilledi.

AKP sularını, sevinç rüzgarları dalgalandırıyor. Davul zurnalar, halaylar… Piyasa yorumcuları ve Lagendijk ferahlamış durumda…

Tayyip Erdoğan, 22 Temmuz gecesindekine benzer bir açıklama yaptı:

- “Herkesi kucaklayacağız…”

***

22 Temmuz akşamı, parti binasının balkonuna çıkıp “bize oy veren vermeyen herkesin iktidarı olacağız” diyen Erdoğan ve arkadaşlarının, sonrasındaki eylemleri malum…

Anayasa Mahkemesi’nin kararı sonrası “herkesi kucaklayacağız” söyleminin nelere gebe olacağı yakın zamanda görülecektir.

AKP, Anayasa Mahkemesi’nin kararından gerekli dersleri çıkaracak mı?

AKP medyası bu kararı, güncel deyişle doğru okuyabilecek mi?

***

Kapatılmama kararı sonrası davul zurnaya sarılanlar, AKP’nin laikliğe aykırı eylemlerin odağı olduğu kararını kabullenebilecek mi?

Bu karar, AKP ve tabanının, laiklik ve cumhuriyetle kavgalı olduğu gerçeğini daha net göstermiyor mu?

Bunlar, anlaşılabilecek mi?

Zamanla ortaya çıkacak….

29 Temmuz 2008 Salı

USLU ÇOCUKLAR…
ALİ BULUNMAZ

Uğur Mumcu, 8 Aralık 1976 günkü “Kadro” adlı yazısında ne diyordu:

- “Devleti ele geçirmek her zaman tankla, tüfekle olmaz. Devlet bürokrasisi içinde önemli köprü başlarının tutulması, karar organlarında egemenlik kurulması da bir bakıma devletin ele geçirilmesidir.”

Türkiye sahnesinde bugün “akıllı tasarım” ürünü, altın nesille harmanlanmış; kendilerini zirveye çıkaranlara saygıda kusur etmeyen uslu çocuklardan oluşan kadro harikalar yaratıyor!

“Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” sözünü işine geldiği gibi okuyarak, sayısal çoğunluk diktası kurmaya yönelmiş bir zihniyet var karşımızda…

Eğitim-öğretim, bürokrasi, medya, ekonomi, siyaset ve yargıyı kendi hareket anlayışına uygun biçimde yeniden kurgulamaya çalışan ve yeni bir Türkiye yaratmaya niyetlenmiş bir kadro…

Uslu çocukların şiarı belli:

- Taraf olmayan bertaraf olur.

Bu kadro, Türkiye’nin kurucu ve birleştirici değerlerini “uçta yer alan ideolojik bir biçime” sokma çabasında.

Yöntemleri ise tanıdık: Kafa karıştırmak.

Fikir babalarından öğrendikleri bu. Suyu bulandırıp sonra da ava çıkmak… Ardından itaati, en “yüce” ve “yükselen değer” haline getirip, buna “demokrasi” demek…

Uslu çocuklar öte yandan halkı yoksullukta eşitliyor; sosyal devleti sadaka dağıtan bir yapıya dönüştürüp, Sosyal “Güvenlik” Yasa Tasarısı’yla insanları köleleştiriyor.

“Kişisel Verilerin Korunması Kanun Tasarısı”nı gündeme getirerek ve insanlar üzerinde ekonomik-siyasal ve sosyal baskı kurarak uslu halk yaratmaya çabalıyor.

Telefonları dinleyerek, haberleşme özgürlüğünü ve kişisel hakları çiğneyerek sindirme politikası güdüyorlar.

Burada mağdur olan kim?

Geleceğini düşünen ulus mu, yoksa ümmeti düşleyen, haklarında iddianame hazırlanan ve uslu halk yaratmaya çalışan, fikir babalarına ve stratejik ortaklarına ram olan uslu çocuklar mı?

27 Temmuz 2008 Pazar

DOMİNO TAŞLARI…
ALİ BULUNMAZ

Domino taşlarını biliriz. Küçük bir dokunuşla teker teker devrildiğini de. Bunun bir ismi de var: Domino etkisi…

Varolan sisteme ve kazanımlara “statüko” adını koyup, onu yıkmaya ve gerçek bir statüko yaratmaya koyulduğunuzda, işin rengi de belli olur. Aydınlanmayı “travma” biçiminde niteleyerek, domino taşlarının devrilişini hızlandırırsınız.

Efsanelere umut bağlayıp, “sepetin” içine olur olmadık herkesi koyarak, “bağırsak temizliği” tanımlamasıyla “demokrasi kahramanlığına” soyunmak da az iş değildir hani! Ama bunu yaparken, “statüko” diye nitelediğiniz sistemin sac ayaklarını; hukuku, öyle veya böyle demokratik yapıyı, sosyal dokuyu ve kavramları yerinden oynatmak, domino taşlarını da birer birer yıkmaktan öte anlam taşımaz.

“İstikrar” denen şey, iktidar tarafından kotarılan bir statüko ile aynı kapıya çıkınca, her şeyi yerinden etmek için “meşru” bir ortam da hazırlanmış olur. Haliyle demokrasi de “minder güreşine” benzetilir. AKP’lilerin yakalarına taktığı rozetteki “bırakın da çalışalım” ifadesi, herhalde bu türden bir çabanın anlatımı.

İktidar ve medyası, el birliğiyle çalışıyor; bin bir emekle kurulmuş olanı, yapıbozumcu teknikler kullanarak un ufak etmeye yelteniyor. AKP, “bir yerden başlamak gerek” düsturuyla her şeyi bozmayı görev saydığından demokrasi, hukuk, eğitim ve sosyal yapı olabildiğince dönüştürülüyor.

Burada kar-zarar hesabına dönük veriler, daha çok zarar hanesine yazılıyor. Taşlar devrilip, domino etkisiyle tüm kazanımlar tek tek yok edilince, zaten bu hesabı yapmanın da hiçbir anlamı kalmayacak. Çünkü yitirilenleri yerine koymak o kadar kolay değil.

Umudumuzu taze tutmak istesek de, şunu sormadan edemiyoruz: Kaç kişinin umurunda ki bunlar?

Yanıtı gelecekte gizli…

22 Temmuz 2008 Salı

SUS, SUSMAZSAN SIRA SANA GELECEK! (*)
ALİ BULUNMAZ

AKP ve ona iliştirilmiş “gazeteci” ve “aydınların” dilinden uzun zamandır düşmeyen bir şey var: “Kaos” söylemi…

“Kaos” söyleminin beslendiği kaynaklar birbirinden ilginç: “AKP’ye yönelik kapatma davası, bunun yaratacağı ekonomik, siyasi ve sosyal gel-git, istikrarsızlık…” Bir de “darbe korkusu…”

Garip çelişkiler, buhranlar yaşayan ve geçmişe yönelik hesaplaşmaları ortaya dökme telaşına düşmüş olanlar, söze şöyle başlıyor: “Türkiye yıllarca korku ve paranoyalarla yönetilmek istendi; siyasi ve ekonomik istikrarsızlık üretildi…”

Şimdiki ortam, büyük bir korku yönetimini içermiyor mu? Korkutmayı yöntem olarak seçen iktidar ve ilişmişleri, sivil darbeyi meşrulaştırma harekâtına hız vermedi mi? “Darbeye hayır” diye ortalığa dökülen ilişmiş “aydın” ve “yazarlar”, sivil darbenin yanında mı değil mi?

Görünen o ki, sivil darbeye sahip çıkmak “demokrasinin gereği” sayılıyor bu kesim için. Kurumların, kadroların, gerçek aydın ve demokratların, bugün ve yarının kuşatılması; dinciliğin, yobazlık ve aymazlığın tavan yapması, “demokrasi” adına alkışlanacak eylemler haline getiriliyor özenle…

Aynı kadro her gün, bir yüksek perdeden matbu sözleri tekrarlayıp duruyor. Eski bir hesaplaşma bu. Yakın geçmişe dair kabarık defterlerini karıştırmaya başlamış bir güruhun gürbüz sesi yankılanan…

Bu gürbüz tını, yarattığı baskı ortamıyla “ötekileştirmeye”, yalnızlaştırıp neredeyse suçluya dönüştürmeye çabaladığı doğal düşmanlarını, susturmaya hatta silikleştirmeye yöneliyor.

Yakın tarihimizin “susma sustukça sıra sana gelecek” deyişi, şimdi bu koro tarafından tersine çevrilerek şöyle sunuluyor:

“Sus, susmazsan sıra sana gelecek…”

Böylelikle sivil darbe ile birlikte, suskunluk çemberi de genişletilmeye çalışılıyor…

(*) Cumhuriyet, 15.07.2008

21 Temmuz 2008 Pazartesi

22 TEMMUZ’DA DEVRİLEN TREN…
ALİ BULUNMAZ

22 Temmuz 2004…

AKP iktidarının parlata parlata sunduğu “önemli” icraatlarından biri olan, “hızlandırılmış tren”in devrildiği gün…

Ne acı tesadüftür ki, tam üç yıl sonra yine aynı gün yapılan genel seçimlerde AKP, yüzde 47 oy oranıyla bir kez daha tek başına iktidar oldu.

Akşam saatlerinde sonuçlar açıklandığında Tayyip Erdoğan, parti binasının balkonuna çıkıp ne demişti:

- “Yalnız bize oy verenlerin değil, oy vermeyenlerin de iktidarı olacağız…”

Şimdi ne demek istediği gayet açık şekilde anlaşılıyor.

Cumhurbaşkanlığı seçimiyle başlayıp, üniversitede türban serbestliği düzenlemesi, oradan kapatma davası ve nihayet “Ergenekon” soruşturmasına uzanan süreçte, AKP’nin neyi nasıl düşündüğü ortaya çıktı.

Yandaş demokrasisinin sınırları genişletildi. Toplumsal ve siyasi muhalefet üzerinde baskı kuruldu, toplum kamplara ayrılmaya başlandı.

Ve şu benimsetilmeye çalışıldı:

- Her kim ki bizim yanımızda değil, işte o mücadele edeceğimiz; karalar çalacağımız kişidir, kişilerdir, kurumlardır…

***

Unutma toplumu olduğumuzdan mıdır nedir, söylenen sözler silindi, geçmiş ile bugün arasındaki bağlantı da koptu gitti.

Geldiğimiz noktada “istikrar” adına, “demokrasi” için nelerin yağmalandığının farkında mıyız?

Görünen gerçek kılavuz istemiyor aslında. Tam anlamıyla bir baskı toplumuna dönüşme yolunda emin adımlarla ilerliyoruz.

İktidarın “ben milli iradeyim, her şeyi yaparım” düşüncesi, Türkiye’de baskı ve yıldırı kapısının kilidini açtı.

Kısacası tren, 22 Temmuz’da devrildi….

18 Temmuz 2008 Cuma

İDDİA…
ALİ BULUNMAZ

“Ergenekon” soruşturmasının iddianamesiyle ilgili açıklama yapıldı. İddianame 2455 sayfa. Bu ne demek?

Dava uzadıkça uzayacak. Ek iddianame de gündemde…

Peki, burada ne var ne yok?

İddianamede “Darbe Günlükleri” yer almıyor. Söz konusu günlükler üzerinden, “hükümete karşı darbe” söylemi yaratılmadı mı? O zaman günlükler neden iddianameye alınmadı?

Deniyor ki, “günlükler ek iddianameye girecek…”

***

“Ergenekon” soruşturmasında, hükümet ve iktidar medyasının tavrı artık net biçimde ortaya çıktı. Muhaliflerin bileğini bükmek esas olan şey burada.

İddianamenin özünü oluşturan “hükümete karşı eylem” ifadesi bize neyi çağrıştırıyor:

- Hükümetin eleştirilmesi, eleştirenlerin ne pahasına olursa olsun kapatılması için yeterlidir.

- Toplu bir eleştiri söz konusuysa bu, kesinlikle bir tür terör eylemidir.

Zaten iddianamede “bu, bölücü olmayan; bilinenin dışında bir örgüt” deniyor.

***

“Örgüt” üyeleri, “hükümete karşı eylemi”; örneğin “halkı isyana teşvik” veya “zorla hükümeti ortadan kaldırma” gibi edimleri nasıl gerçekleştirecek?

Bir kasa bombayla, üç beş emekli general, beş on öğretim üyesi, gazeteciler ile kimi iş adamları bunu gerçekleştirebilir mi?

***

İlginç bir soru daha var: “Ergenekon” bir gözdağı mı yoksa gerçekten bir şeyleri ortaya çıkarma soruşturması mı?

Yeri göğü inleten “darbe korkusu” söylemi, bu soruşturmanın lokomotifi değil miydi? Aynı şekilde Hrant Dink cinayeti, Malatya katliamı da “Ergenekon” tsunamisinin en büyük dalgasını oluşturmuyor muydu?

O halde “Darbe Günlükleri”, Dink cinayeti, Malatya katliamı; bunun yanında Santoro cinayeti neden iddianameye girmedi?

Yoksa bunların ucu açık şekilde ve istenmeyen yerlere mi uzanıyor?

Bunlar önemli sorular, yanıtları daha da önemli.

Yanıtlar ortaya çıkacak mı göreceğiz…

16 Temmuz 2008 Çarşamba

FOTOĞRAF…
ALİ BULUNMAZ

“Ergenekon” soruşturması deyince zihnimizde neler canlanıyor, sıralayalım:

- Hazırlanması yılan hikayesine dönen bir iddianame…

- Bir yıldan fazla süredir tutuklu bulunan ve tam olarak neyle suçlandığını bilmeyen insanlar…

- Şafak baskınları…

- Soruşturmanın İtalya’daki “Temiz Eller” operasyonuyla kıyaslanması…

- İddianame daha hazırlanıp ortaya çıkmadan yandaş medyada yayımlanmaya başlaması…

Bir de, bilincini yitirene kadar cezaevinde tutulan ve ardından ölüme yollanan Kuddusi Okkır’ın hali…

***

Belki de bu sonuncusu “Ergenekon” soruşturmasının tam bir fotoğrafını veriyor. “Örgütün” finansörü olmakla suçlanan Okkır, insan olana hüzün veren bir şekilde yaşama veda etti.

Anlı şanlı “hak ve özgürlük savunucuları”ndan herhangi bir tepki, en ufak bir kınama geldi mi?

Aslında gelmemesi de “normal”di!

Çünkü hak ve özgürlüklerin sınırını, ayrımcılık üzerinden çizerseniz bu tip durumlar karşısında konuşmanız olanaksızlaşır…

Her şey; tüm söz ve eylemleriniz havada kalır…

Savununuzun eğretiliği açığa çıkar…

***

Şimdi herkes Kuddusi Okkır’ın fotoğrafına dikkatle bakmalı. En çok da dilinden “demokrasi”, “insan hakları” ve “özgürlük” sözcüklerini düşürmeyenler…

Ve düşünmeli: Ölüm, filimdeki kötü kahramandır; kazanır, kaybettirir kimi zaman, ama gerçektir.

Peki, ya öldürüm? O, gerçeğin neresindedir?...

9 Temmuz 2008 Çarşamba

KOY SEPETE…
ALİ BULUNMAZ

Televizyonda, internette ve radyolarda bir reklam var, sloganı şu: “Koy sepete…”

İddianamesinin hazırlanışı yılan hikâyesine dönen, AKP muhaliflerinin “bilgisine başvurulmak üzere” ya da doğrudan “zanlı” olarak, sabaha karşı veya ilk ışıklarda gözaltına alındığı izlenimi uyandıran “Ergenekon” soruşturmasının bir başka perdesi daha açıldı.

Mustafa Balbay’ca söylenecek olursa “her yere kon” soruşturması, reklâm sloganına taş çıkartıyor. “Şunu da alalım, bunu da alalım, bak bu şunu demiş, o bununla konuşmuş” şeklinde sepete konanların sayısı da kabardı. Çeteciler, mafya ve karanlık ilişkilerin özneleri ile aydınlar, gazeteciler ve emekli generaller aynı sepette. Sabah baskınlarıyla gözaltına alma yöntemi ise bir çeşit gözdağı verme eylemini çağrıştırıyor. İzler birbirine karıştırılıyor.

1 Temmuz, “Ergenekon”un yeni perdesiydi. Aynı gün, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Abdurrahman Yalçınkaya, AKP hakkında açılan kapatma davasında sözlü açıklamasını Anayasa Mahkemesi’ne sundu. Gözaltılar, bu önemli gündem maddesini öteledi.

Zamanlama dikkat çekiciydi. Tepkiler de. Gözaltıların darbe dönemlerini anımsattığını belirtenlerin karşısında, AKP’nin kapatma davasıyla ilgili olarak esirgenen ama “Ergenekon” soruşturması söz konusu olunca “yargıya saygı duyulmalı, yargı rahat bırakılmalı” diyen yandaş “demokratların” bu tavrına ne ad konmalı? Tutarsızlık mı, çok yüzlülük mü?

Bu anlamda neler söylenmedi ki… Örneğin “bu gözaltılar için geç kalındı” diyenler vardı en hafifinden! “Türkiye’nin bağırsakları temizleniyor” diyen de… “Demokrasi savunuculuğunu”, “bağırsak hareketi” söylemiyle taçlandıranlar için, söylenecek ve yapılabilecek fazla bir şey yok…
Gün geçtikçe bir gize; dizilerle, tarafgir “tarafsız” medya ve “aydınlarca” efsaneye dönüştürülen “Ergenekon” soruşturmasını “demokrasinin izdüşümü” şeklinde etiketlendirenler, acaba neyi savunduklarının ayırdında mı? Bu kesimin “darbe korkusuyla”, sivil darbeye ses çıkarmayışı sonuçta gelip aynı kapıya dayanmıyor mu?

Bunların yanıtını aramak ve almak, zihinleri berraklaştıracak…

2 Temmuz 2008 Çarşamba

GÖREV VE SORUMLULUK…
ALİ BULUNMAZ

Asım Bezirci…

Muhlis Akarsu…

Behçet Aysan…

Hasret Gültekin…

Uğur Kaynar…

Nesimi Çimen…

Asaf Koçak…

Yeşim Özkan…

Muhibe Akarsu…

Nurcan Şahin…

Murat Gündüz…

Handan Metin…

Ahmet Özyurt…

Huriye Özkan…

İnci Türk…

Özlem Şahin…

Yasemin Sivri…

Asuman Sivri…

Sehergül Ateş…

Gülender Akça…

Gülsün Karababa…

Mehmet Atay…

Serkan Doğan…

Muammer Çiçek…

Belkıs Çakır…

Edibe Sulari…

Menekşe Kaya…

Koray Kaya…

Serpil Çanik…

Erdal Ayrancı…

Sait Metin…

Carina Thuijs…

Otel görevlileri Kenan Yılmaz ile Ahmet Öztürk…

Ve Metin Altıok…

Bu isimlerin ortak özelliği 2 Temmuz 1993 günü, Sivas Madımak Oteli’nde dinci güruh tarafından kuşatılmalarıydı.

Yakılmaları, boğulmaları ve öldürülmeleriydi…

O kuşatmadan sağ kurtarılan Metin Altıok, dostları adına bir hafta direndi ölüme.

***

Şimdi önümüzde, 15 yıllık yangının devam ettiği bugünlerde büyük bir görev ve sorumluluk duruyor:

Bu isimleri yaşatmak, sonsuza kadar…

Peki, nasıl?

Eserlerini, sözlerini, yapmaya çalıştıklarını, hayat mücadelelerini, kavgalarını, dünyaya ve insana bakışlarını, ülkesi için neler ortaya koyduklarını anlayarak, anlatarak ve üstüne yeni şeyler koyarak…

İnsan olan herkesin yapması gereken bu…

Bir de hatırlatmak…

30 Haziran 2008 Pazartesi

AKP’NİN “DEMOKRASİ” SINIRI…
ALİ BULUNMAZ

AKP zihniyeti demokrasiyi özümsedi mi?

Bu sorunun yanıtı kocaman bir “hayır”dır. Demokrasiyi özümsemek demek hak ve özgürlükleri içselleştirmek demektir.

Aynı zamanda ifade özgürlüğünü ve eleştiriyi de benimsemek demektir demokrasi.

Bu anlamda, AKP ve AKP zihniyetinin sahte demokratlığı her bulduğu kırıktan yüzeye çıkıyor. En son örnek, Latife Tekin’in Karabük’te başına gelenler.

***

Yazar Latife Tekin, Karabük’te düzenlenen 3. Sanayi, Kültür ve Sanat Festivali’ndeki konuşması sırasında AKP’li Belediye Başkanı Hüseyin Erer’in saldırısına uğruyor.

Peki, ne demiş Latife Tekin?

AKP’nin enerji politikalarını eleştirmiş, nükleer santrale karşı olduğunu dile getirmiş ve nihayet AKP’nin uyguladığı enerji politikaları için “aşağılık” nitelemesini kullanmış.

Bunun üzerine, Belediye Başkanı Hüseyin Erer de çileden çıkmış. Kürsüye gelip, Latife Tekin’e oradan inmesini emretmiş! Çünkü Tekin “politika ile ilgili konuşamazmış, bunun yeri ve zamanı değilmiş.” Üstüne üstlük Karabük Belediyesi’nin “ödediği ücretle orada bulunuyormuş.”

Belediye Başkanı Erer’in yaptıkları bununla da sınırlı değil. Tekin’in konuşmasını sürdürmesi üzerine mikrofonu kapattıran Erer, “haydi şimdi konuş” demiş.

***

Tüm bunlar bize neyi gösteriyor?

AKP zihniyeti bırakın eleştiriyi, kendileri için ters kabul ettikleri en ufak bir ifade ya da söze bile, saygı sınırlarını yerle bir eden üslupla yanıt veriyor.

Latife Tekin’in başına gelen de bu…

Ama burada merak uyandıran bir başka konu var: Acaba, “ifade özgürlüğü” ve “eleştiri” deyince, yürekleri titreten ve mangalda kül bırakmayan; beri yandan AKP’nin “demokrasi” ve “özgürlük” abidesi olduğunu savunanlar, Latife Tekin’in yaşadıkları karşısında nasıl bir tepki gösterecek?

Daha doğrusu gösterecek mi?

***

Bu saldırı, hem AKP zihniyetini açığa vurması hem de AKP’ci “aydın” ve “yazarların”, olayı görüp görmeyeceklerini yansıtması bakımından ayrıca bir öneme sahip.

Latife Tekin’in Karabük’te yönelttiği eleştiriler ve sonrasında AKP’li Belediye Başkanı’nın tavrı AKP zihniyetinin “özgürlük” ve “demokrasi” anlayışı ile sınırını ortaya saçıyor…

27 Haziran 2008 Cuma

GÜNEBAKANLAR…
ALİ BULUNMAZ

Kendimize soralım: Nelere alıştırıldık, alıştırılıyoruz? Hangi renkler etrafımızı kuşatıyor? Sorguluyor muyuz? Yüzümüzü ışığa vurmak için ne yapıyoruz? Gülten Akın’ın bir şiiri vardı, "Körleşme", anımsıyor muyuz:

“Körleşme’ diyor telefondaki ses / bakmadan yürüyüp gidiyoruz / ırmak yanımızdan akıyor / dağıttığımız, boşa gittiğini sandığımız sözcükleri bir bir derleyerek / bir gün yeni bir yatak açmak için kendine umutlanıyoruz (…) ırmak yanımızdan akıyor yatağını zorlayarak / yıkarak bazan / bakmadan geçip gittiğimiz o sislerin içindeki: ah / geri dönüşlerle yürüyor kimimiz / düşleri azaldıkça anıları artıyor / onlar bizim delilerimiz mi / kilitleyip unutuyoruz…”

Toplum olarak bir körleşme içinde miyiz? Görmemek, duymamak hatta konuşmamak “en iyisi” gibi geliyor. Zaten böyle öğütlenmiyor mu?

“Konuşmayın; konuşmazsanız biz de dinlemeyiz” denmiyor mu? Suskunluk, bezginlik ve kabulleniş. Sessizliğin sesi: Onu dinlemeye gerek yok.

Konuşanlar, baskı kurup yıldırıya yönelenler “bizi dinleyin yeter” diyor; “yalnız biz konuşalım, ‘çatlak sesleri’ de başka türlü dinleyelim” buyuruyor…

Körleşiyor muyuz? Lal olup, kuytulara mı çekiliyoruz? Çatıları namazgâh seçenlere bakıp, herhangi bir şey geçiriyor muyuz aklımızdan? Ya 1923 Aydınlanmasını “travma” olarak niteleyenlere ne demeli? Bu niteleme bile bir travmanın göstergesi değil mi?

“Mahalle” adı altında, tarikat ve cemaatleri kucaklayanları, “onlar aslında şunu söylemek istedi” diyen kadrolu düzeltici ve “zihin açıcıları” seçebiliyor muyuz?

Politikayı, yaşamı, insan ilişkilerini ve dünyaya bakışımızı “özgürlük” adı altında dinciliğe yedirmeye uğraşanlar bir ırmak gibi akıyor yanımızdan. Farkında mıyız?

Turuncu ve turkuaz renklere alışmak istemeyen, örtünün altında gizleneni açık edenleri, alaycı bir gülüşle “meczup” kılanlara da mı bir sözümüz yok? Yargının aldığı kararları “kendi çıkarlarını zedeler” bulduğu için aşağılayan ve neredeyse tanımayanları geçiştirenlere ne demeli?

Susmak, ortak olmak ve uslu çocuğu oynamak demek bir anlamda. Konuşmak ise umut. Karanlığın boğuculuğunu silkeleyen bir edim. Korkuya ve korkutmayı yöntem olarak seçenlere karşı bir duruş. Aydınlığın sesi ve rengi… Yaratılmaya çalışılan “biat et, rahat et” ezberini bozan bir eylem aynı zamanda.

“Ilımlı İslamcılığı”, “demokrasi” makyajıyla allayıp pullayan yobaz egemenliğinin işgüzarlığını ortaya saçan; “bizden-onlardan” gibi ayrımların oyununu suya düşüren bir yeti öte yandan. Aydınlığa giden yol…

Aydınlık kimilerinin gözünü kamaştırıp, rahatsızlık yaratabiliyor doğal olarak. Zihninde karanlığı büyütüp, hayata simsiyah bir perde çekmeye çabalayanlar için aydınlık, katlanılması zor bir şey.

Karanlığı yırtıp atmanın yolu, yüzü aydınlığa dönmek. Günebakanlar gibi.

Körleşmeyi önleyecek yegâne çare de bu…

25 Haziran 2008 Çarşamba

İKTİDAR… (*)
ALİ BULUNMAZ

Bir iktidar düşünün…Meslek odası seçimlerinden Futbol Federasyonu seçimlerine, sivil toplum örgütlerinin iç yapısından yaşamın her alanına kadar tek söz sahibinin kendisi olması gerektiğine dikkat çeken. Yardımlar, atamalar, ihale ve teşvikleri tarikat-cemaat üyeliği “ölçütüne” göre düzenleyen. Yarattığı güç fetişizmiyle, işgüzarları etrafında pervane kılan.

Bir iktidar düşünün… “Ben” derken, gerçek “biz”i unutan; “biz”den yalnızca boyun eğenleri, tarikat-cemaat kardeşliğini ve yandaş demokrasisinin yılmaz savunuculuğunu anlayan. Yerelde ve genelde “ben”, “benden”, “bizden olan” ayırımcılığı ve dayatmasını palazlandıran.

Toplumu dönüştürürken, dinciliği “dindarlık” ve “özgürlükle”, sivil darbeyi “demokratlıkla” eşleştiren. “İkna edemiyorsan kafa karıştır” anlayışını yol seçen bir iktidar karşımızdaki. Doğruyu söyleyene, onuncu köyü bile dar eden.

Bir iktidar düşünün… “Anayasamızda laikliğin ne olduğu yazmıyor ama biz laikliğe aykırılık nedeniyle yargılanıyoruz” diyen. Anayasa Mahkemesi kararlarının Meclis tarafından “askıya alınmasına” yönelik “bireysel fikir” ve önerilerle zihninin gerisindeki hukuk tanımaz “demokrasi” kabulünü açığa vuran. Verdiği savunmayla “laikliğin yaşam biçimi olmadığına dair” görüşünü benimsetmeye çabalayan.

Bir iktidar düşünün… “Uzlaşmayı”, “herkesin kendisiyle aynı çizgiye gelmesi” şeklinde yorumlayan. “Özgürlüğü” ise, ortaya attığı tasarılar ve sunduğu “çözüm” önerilerinin, sorunsuz ve sorumsuzca; engelle karşılaşmaksızın hayata geçirilmesi adına, her şeyin sınırsızca ve ölçüsüzce yapılabilmesi olarak algılayan. “Demokrasi”den, tek sesin egemenliği ve tek adam yönetimi sonucunu çıkaran…

Aslında her şey ortada: Tüneli geçene kadar, trene “demokrasi” diyen ve denmesini isteyen bir iktidarla yüz yüzeyiz. Sonrası malum…

Bir iktidar düşünelim hep birlikte; bugünü ve yarını da. Ve ardından bir kez daha düşünelim…

(*) Cumhuriyet, 22.06.2008

23 Haziran 2008 Pazartesi

FUTBOL VE AKP…
ALİ BULUNMAZ

Hırvatistan maçıyla, Avrupa Şampiyonası’nda yarı finale yükselen ulusal takımın yaşattığı sevinç sonrası, sözü her fırsatta Tayyip Erdoğan’a getirmeyi başaran yayıncı kuruluşun Spor Müdürü Selçuk Manav, maçın ardından Futbol Federasyonu Başkanı Hasan Doğan’la kısa bir söyleşi yaptı.

Hasan Doğan’ın açıklamasında dikkat çeken bir ifade vardı:

- “Futbol bizim açımızdan önemli. Ekonomik, siyasi ve sosyal olarak futbola önem veriyoruz. Futbolu en iyi şekilde kullanmamız lazım. Futbol okullarına ihtiyacımız var…”

Bu, heyecanla; maçın sıcaklığıyla yapılmış bir açıklama mıdır?

Peki, Hasan Doğan kim?

Tayyip Erdoğan’ın en yakın arkadaşlarından biri. Haluk Ulusoy’a karşı, Erdoğan’ın desteğiyle Futbol Federasyonu Başkanlığı’na seçilmiş bir isim.

Bir anlamda, AKP’nin Futbol Federasyonu’ndaki en üst düzey temsilcisi.

***

AKP futbolu da, diğer tüm konular gibi kullanıyor.

Tayyip Erdoğan, Hırvatistan maçı öncesi her fırsatta, futbol ile siyaset arasında bağlantı kurdu.

Federasyon ve futbol kulüpleri üzerinde AKP’nin etkinliği büyük. Hatta bazı bakanlar, kimi futbol kulüplerinin fahri başkanlığına soyundu.

Adalet Bakanı Mehmet Ali Şahin Antalyaspor’un, Maliye Bakanı Kemal Unakıtan da Eskişehirspor’un gölge başkanıydı…

AKP, İzmir’de güç kazanmak için Ankaraspor’u Göztepe’ye katma hazırlığı yapıyor. Böylece İzmir’in Süper Lig’de temsil edilmesinin ve buradan siyasi kazanç sağlamanın peşine düşüyor…

***

Futbolun AKP için ne denli önemli olduğu ortada.

Siyaset ile sporu iç içe geçirmeyi; sporu siyasete yedirmeyi de görev edinmiş durumda AKP.

Buradan bakıldığında sözlerinin arasına “futbol siyaset için önemli” ifadesini sıkıştıran Hasan Doğan’ın belirlemesi hangi şekle bürünüyor?

Bu, bilinçaltının hızla dışa yansıması. AKP zihniyetinin ve kadrolarının, genelde spora ve özelde futbola bakışının göstergesi.

“Bunlardan nasıl faydalanabilirim?” düşüncesinin açığa çıkışı. Hasan Doğan’ın sözleri aslında bunu anlatıyor.

AKP ve AKP’nin atadığı isimler, iktidarın yararına olabileceğine inandıkları her şeyi sonuna kadar kullanmayı istiyor.

Görünen ve yapılan bu…

21 Haziran 2008 Cumartesi

DUYGU COŞUMCULUĞU…
ALİ BULUNMAZ

Türkiye’nin Hırvatistan maçı öncesi de, maç anı ve sonrası da tüm kalıpları gerçekten altüst edecek nitelikteydi.

Sistem, oyun kurgusu, taktik; hiçbiri konuşmadı.

Evvelinde, coşku da farklı bir boyuttaydı.

Hırvatistan maçı öncesi, en baba “demokrat” ve “milliyetçilik karşıtı” kalemler, köşelerini saf kan Osmanlıcılığa açtı. Ve dediler ki:

- “Viyana’nın fethine…”

- “Avusturya’da mehter marşı…”

***

Son dakikalarda kazanılan İsviçre maçından bu yana, sarıldığımız bazı tanımlama ve nitelemeler de akıllara zarar.

Gazete manşetlerini, yorumlar ve açıklamaları bunlar süslüyor:

- “Mucize, gizli güçler, dualar…”

Metafiziğe kendimizi bu kadar kaptırınca, akıl da doğal olarak tutuluyor.

Yorumlar ilginç:

- “Maçı, anaların duaları kazandırdı…”

- “Bu bir mucize…”

- “İsviçre maçından bu yana bazı gizli güçler Türkiye’ye yardım ediyor…”

Bu ifadeler, sahada mücadele eden ve son dakika golü yedikten sonra bile oyunu bırakmayan futbolculara haksızlık değil mi?

***

Ama bu gidişin ve söz konusu yorumların yadırganmaması gerek!

Çünkü duygu coşumculuğu, aklı çevreleyince hurafeler, gizil güçler ve mucizeler konuşulur…

Başarıyı küçük görmeye kadar varabilir bu ya da kazanımı başka yerlerde aramaya…

***

Kazanılan bu başarı, “mucize” değildir; isteğin ve mücadelenin ürünüdür.

Dolayısıyla ulusal takım, kendi şansını ve başarısını yine kendisi yaratmıştır.

İşi mucizeye, keramete ve metafiziğe bağlarsanız, bir şeyler ters gitmeye başlayınca bunlardan medet umma gibi bir tembelliğe kapılırsınız. Bekler durursunuz…

Bazen Godot’yu beklemeye de dönüşebilir bu.

Ta ki kendi gücünüzün farkına varana kadar…

Aklınızın zenginliğini ve yaratıcılığınızı hatırlayana kadar…

20 Haziran 2008 Cuma

DİNDAR İLE DİNCİ…
ALİ BULUNMAZ

Türkiye’de siyaset dincilik üzerinden şekilleniyor. Sosyal yaşam da buna uydurulmak isteniyor ve bu gidiş, 2002’den beri böyle devam ediyor.

22 Temmuz seçimlerinden sonra dincilik gemi azıya aldı.

AKP’ye yönelik hazırlanan iddianamenin özünü de dincilik oluşturuyor.

***

Dincilik nedir?

AKP’nin yaptıkları ve yapmaya çalıştıkları, dinciliğin neliğini ortaya koyuyor.

Dincilik, Tanrı ile insan arasında şekillenmesi gereken inanç dizgesinin aracılara teslim edilmesi öncelikle.

Dinin politikada kullanılması ve inançların sömürülmesi sonra da. Bir yerde, kurgulanan yeni “inançlar” ya da sahteci söylemleri baskıyla harmanlayarak gemiyi, güncel deyişle “treni” yürütmek demek dincilik.

AKP, iktidarının ilk gününden beri dinciliği siyasetinin merkezine oturttu.

***

Türban ve sıkmabaşa “başörtüsü” adını takıp; bu siyasi simgeleri “özgürlüğün” ve “dindarlığın” göstergesi saymak da dinciliğin yapı taşlarından biri.

Dincilik, toplumda gerilim yaratan; ayrımcılıklara kapı aralayan ve “bizden-onlardan” şeklinde bir bölünmeye yeşil ışık yakan ucubeden başka bir şey değil…

İşte AKP, 2002’den beri bunu uyguluyor. Toplumun dincilikle yoğrulmaya çalışılması, şunun gibi belirlemeleri gündeme getirebiliyor:

- “Bugün Müslüman genç erkekler üniversitede okurken, Müslüman genç kızlar ‘inançları gereği başlarını örttüğü için’ üniversiteye giremiyor.”

AKP’nin dinci örgütlenmesi ve zihniyeti, toplumun kimi kesimlerinde bu türden “yargılara” varılmasını da kolaylaştırıyor.

Bunu zihinlere kazıyan ya da kazımaya çalışan kim?

AKP, onun iktidarında kadroları kuşatan tarikat-cemaat yapılanması ve AKP’ci medya ile “aydınlar.”

Buradan zararlı çıkan kim peki?

Kendi halinde inancının gereğini yerine getiren ve bunun reklamını yapmayan naif dindarlar.

Dincilik ürettiği hurafe, yanlış bilgi ve baskıyla dindarlığı kuşatıyor.

***

AKP dinci bir parti…

AKP’nin palazlandırdığı; dini, siyasi ve ekonomik çıkarları için kullanan kadrolar da dinci.

AKP’nin tarikatçı-cemaatçi ve Arap-Vahabi zihniyeti inançlı, inançsız, çağdaş ve gerçek aydın kesimleri cendereye sokuyor.

Türkiye bugün, kendini dincilikle var eden ve bundan beslenip iktidar olan AKP tarafından büyük bir ayrışmaya sürükleniyor.

***

Örneğin AKP eliyle “laikler-dindarlar” gibi bir ayrım yapılarak, kişiler birbirine düşürülmeye çalışılıyor. Asıl tehlike de burada.

Çünkü din sömürgenlerinin, yani dincilerin, laikliği yaşam biçimi olarak kabullenememesi ve onun temellerini sarsmaya, laikliği yok etmeye ant içmeleri mevcut tehlikenin en somut göstergesi.

Toplum, dincilikle dindarlık arasındaki farkı görmek zorunda…