1 Şubat 2008 Cuma

SİZİN ESERİNİZ… (*)
Ali BULUNMAZ

Eleştiri, ayrıştırma yanında; doğruyu cesaretle söyleme anlamını da içerir. Eski Yunan’da buna “parrhesia” deniyordu. Bu bağlamda, doğruyu korkusuzca ifade etme gibi büyük bir sorumluluğu bulunan (gerçek, tam) aydın, sorumluluğunu yerine getirdiğinde, gücü elinde bulunduranları (bir anlamda iktidarı) eleştiri oklarının hedefi haline getirmeyi de bilmiştir.

Aydın olmanın ilk koşullarından biri güce ilişmek değil; gücün kim / kimler tarafından, nasıl kullanıldığına ilişkin eleştiri(ler) ortaya koyabilmektir. Buradan bakıldığında, iktidarın da eleştiriye açık olması gereklidir. İşte bu türden bir eleştiriyi korkusuzca yöneltebilecek oluşumlardan biri de, aydınlarla beraber (her üyesi bir aydın olması gereken) basındır.

Türkiye örneğini göz önünde bulundurduğumuzda, uzun zamandır dillere pelesenk olan çok seslilik deyişi, kâğıt üzerinde geçerli görünmesine ve ilgi uyandırmasına karşın; uygulamada ağırlıklı olan tek sesliliktir. Bunun temel nedeni, gücün (iktidarın) sıcak yüzüne yakınlaşma kolaycılığı ile birlikte, muhalif sesler üzerinde kurulan baskıdır. Basın (daha doğru deyişle medya) ve aydınların büyük bir bölümünün tekelleşmesi ya da tekellerin güdümüne girmesi ve bu tekellerin iktidarla çıkar ilişkisi kurması; hem basın hem de aydınların büyük bir kısmının önündeki en büyük açmazdır. Çünkü burada kaybedilen veya teslim edilen şey özgürlüktür; güncel deyişle ifade özgürlüğüdür. Hal böyle olunca, iktidarın yarattığı “biz ve onlar” ayrışmasında; basının ve aydınların azımsanmayacak bir bölümü, iktidarın başını çektiği “biz” kompartımanına binmek için yarışmaktadır.

Bir zamanların kimi komünist veya solcu “aydınları” neoliberallikten, muhafazakâr demokratlığa “terfi edip”, “büyük medyada” kendilerine yer de bulunca; aynı iktidar gibi, “her şey yolunda” aldatmacasının kalemşorluğunu üstlenmekten geri kalmamıştır. Böylece muhalif sesleri ya duymazdan gelmiş ya da susturulmasına yönelik çalışmalara göz yummayı seçmişlerdir. Diğer bir ifadeyle, kendilerine oyuncaklar bulup, yozlaşan siyaseti eleştirmemeyi “görev” bilmişler; tek sesliliğe karşı duranların sindirilmesine ve haksız şekilde soruşturulmasına, “onlar da ileri gittiler” veya “özgürlük ve demokrasi karşıtları” gibi yakıştırmalarla açık veya gizli arka çıkmışlardır.

Böylesine bir yaklaşımın günü kurtardığı ve iktidarın hareket alanını genişletmekten başka bir anlamı olmadığı açık değil mi? Bu, belli “fikir” ve “edimler” etrafında kümeleşme anlamına gelmez mi? Peki özgürlük ya da ifade özgürlüğü nerede kaldı? Yoksa “ifade özgürlüğü”, yönlendirilen söylem ve fikirlerin peşinden gitmek olarak mı algılanmalı? O zaman, Türkiye’deki kimi aydınlar ve basının kimi kalemleri, söylem geliştirir ve eylemde bulunurken; gerçeğin peşinden gitmeyecek demektir. O halde bugün, birçok “aydın” ve “gazeteci” sansüre, baskıya ve haksız soruşturmaya ses çıkarmayan yarı aydın konumuna razıdır!

Bununla beraber, sansürü destekleyen yasa tasarıları hazırlanır, iktidarı eleştirenler takibe alınır ve soruşturulurken; “her şey yolunda” ve “istikrar yerinde” diyerek kendini ve herkesi kandırıp suskun kalanlar, yarın benzeri baskı politikaları kendilerine de dönerse sesini kime duyuracak?

Türkiye’de muhalif tavır takınan ve iktidarın uygulamalarını eleştirenlere karşı, varlığı tartışmasız olan baskı ve yıldırı ile yozlaşmış siyaset tablosu daha çok “görmeyen”, “duymayan” ve konuşmayanların eseri değil mi?

(*)11.03.2007, Cumhuriyet

Hiç yorum yok: