11 Nisan 2008 Cuma

AB’YE KIZMALI MIYIZ? (*)
Ali BULUNMAZ

AKP’yi hükümet eden en önemli etkenlerden biri iş çevrelerinin ve patronların büyük çoğunluğunun desteği değil miydi? Bu kesimler, desteği “AB hedefi” nedeniyle vermemiş miydi? AKP’nin önde gelenleri, seçim meydanlarında ve hükümet olduktan sonra her platformda AB üyeliği için “nasıl çalışıldığını” anlattı durdu. Bu “çabaları” yüzünden hükümete destek veren iş çevreleri ve “aydınlar”; AB’nin dayattığı “ev ödevlerine”, piyasalar sarsılıp işler aksamasın diye hiç ses çıkarmadılar. Ancak gerçeklerin farkında olan pek çok insan, AB’nin söylem ve eylemlerine tepki göstermeye başladı.

Bu ulusalcı çıkışlar, sözü geçen “aydınlar” ve iş çevreleri tarafından “Serv paranoyası” ve “marjinal tepki” biçiminde değerlendirilip, kıyasıya eleştirildi. “İstikrar” adına AB’nin Kıbrıs, limanlar, Ruhban Okulu ve “Kürt meselesi” konularındaki girişimleri ve planları, bazen alttan alta bazen de açık seçik desteklendi. Üstelik bu destek, kimi “muhalefet” partileri ve onların liderleri tarafından da dile getirildi. Seçim sonrası AKP ile olası bir koalisyona ısındığı gözlenen geçmişin “bazı sert milliyetçileri”, bugün mazilerinin tam tersi bir minvalde doludizgin ilerlediği gözlendi / gözleniyor.

Aslında ne AB’ye ne de onun gözü kapalı destekçilerine kızmalıyız. Çünkü AB, elli hatta yüz yıllık projeksiyonlarla hareket etmektedir. Bir başka deyişle doğasına ve kuruluş ilkelerine uygun davranmaktadır. Türkiye için “demokratikleşme” uyarıları yaparken, kendi içinde Ermeni soykırımı iddialarının reddine cezayı gündeme getiren; yirminci yüzyılın ikinci yarısının başında dünyanın dört bir yanında ve on yıl önce Ruanda’da katliamlar gerçekleştiren ve buna göz yuman kimi büyük üyelerine aynı uyarıları “nedense” yapmamaktadır. Türkiye Avrupa’da, seçim masalarına meze olurken; ülkemizde seçim yaklaşırken AB’nin dayatmalarını yeren söylemleri “faşizm” biçiminde suçlamak pek normal karşılanmaya başladı.

Yine AB, iç politika malzemesi şeklinde algılanırken; aslında bunun hiç de göz ardı edilmemesi gereken ve son derece sağlam bir duruşu zorunlu kılan dış politika yönünü ötelemek, asla dokunulmaması istenen bir yaklaşım haline geldi.

Öte yandan AKP için müzakerelerin askıya alınması, özellikle seçim sürecinde siyasi açıdan; milliyetçi oylardan “faydalanma” adına belirleyici olabilir. Müzakerelerdeki tıkanma veya herhangi bir terslik, AKP’nin eline “bakın biz dik durduk, böyle oldu” türünden bir seçim “kozunu” pekâlâ verebilir. Zaten AB’nin dilinden düşmeyen “tren kazası” deyimi, tavanda rahatsızlık yaratsa da; gerek AKP’nin tabanına gerekse huzursuz diğer muhafazakâr kesime iletiler göndermek için bir çıkış noktasını akla getirebilir.

Özetle AB, seçim yaklaştıkça iç politikaya daha çok alet edilecek gibi görünüyor. Ancak hükümet (ve Türkiye) için AB müzakerelerinin önemli bir diplomasi unsuru olduğu unutulmamalıdır. Bununla birlikte, AB’nin isteklerini eleştirel bir tutum takınmadan evetlemenin ya da en azından evetlemeye sıcak bakmanın ulusal bir politikayla ne kadar örtüştüğü tartışmalıdır. Böyle bir politika ne kadar ulusaldır? AB’ye üyelik için bekleyen veya yeni üye olmuş hangi ülkeye, Türkiye’ye dayatılan şartların benzerleri dayatılmıştır?

Bu tür soruları dillendirenleri “uç” olarak değerlendirmek, “paranoyaklıkla” suçlayıp dışlamak; adımlanan yolun ve bu yolun suskunlarının istediği ve benimsediği bir tavırdır. Bu da tehlikeli bir gidiştir.

(*) Cumhuriyet, 07.11.2006

Hiç yorum yok: