2 Eylül 2007 Pazar

BULANTI…
Ali BULUNMAZ

“İnsanlar arasındaki doğal durum bir barış durumu değil, her zaman ilan edilmiş olmasa bile, her an patlayabilecek gibi görünen bir savaş durumudur.”

“Savaş uğruna hiç direnmeksizin göze aldığımız özverileri, barış uğruna da göze almalıyız.”

“Dünya barışı için, umudun ve özgürlüğün bütün dünyaya yayılması gerekmektedir.”

Sondan başlayalım. Yukarıdaki sözlerden üçüncüsü G.W.Bush’a ait, ikinci kez başkan seçildiği 2005 yılında, 20 Ocak günü düzenlenen yemin törenindeki konuşmanın “ana fikri”ydi bu ifade. İkinci söz Albert Einstein’a ait. 1950’lerde, Avrupa’nın o bungun ortamında barış çiçeğinin nasıl açabileceğini, “barış savaşımının” nasıl yapılması gerektiğini belirtiyor. İlki ise Kant’ın. “Sürekli Barış İçin Felsefi Bir Deneme” adlı metninde, barışın sağlanabilirliğini irdeliyor ve bunun için ilkeler ortaya koyuyor. Bu ilkelerden birkaçı, “hiçbir devlet, başka bir devletin anayasasına ya da hükümetine zor kullanarak karışmamalıdır”, güven bunalımı yaratılmamasına yönelik olarak da “düşman ülkesinde suçsuz kimseler öldürülmemeli” ve “düşmanı olunan ülkelerin vatandaşı, kendi devletine karşı ihanete kışkırtılmamalı” şeklinde sıralanabilir. Kant bu metni 1795’te kaleme almış. Şimdi 2007 yılındayız. Bugün dünya ne durumda? Barış bize ne kadar yakın? Daha doğru deyişle ne kadar uzak?

Bugün “özgürlük” ve “demokrasi”den söz açan, ancak bu politikanın işlemediğini görüp, “ılımlı” ve müttefik Arap ülkelerini (İran “tehdidine” karşı) milyarlarca dolarlık harcamayla yeniden silahlandırma ve yine Irak’ı üç “eşit” parçaya bölme tasarısı, Bush ve ekibinin marifeti değil mi? Aynı ABD, İran’daki devrim muhafızlarını olası bir işgal öncesi neyi düşünerek küresel terör örgütü ilan etti? Nükleer gücü nedeniyle (bahanesiyle) İran’ı “şer eksenine” yerleştiren ABD, neden Hindistan veya Pakistan’ı nükleer silahlara sahip olması için cesaretlendiriyor?

Sudan’da yaşanan iç savaşa yıllardır ses çıkarmayan ABD ve BM, neden şimdi bölgeye tarihin en büyük “barış gücünün” gönderilmesine ön ayak oluyor? Sudan’ı boydan boya geçen Nil Nehri için mi, yoksa Sudan’ın en büyük silah ithalatçısı ve en önemli petrol alıcısı Çin ile
sıkı ilişkilerinden dolayı mı? Ya da Kızıldeniz’e açılan bir pencere daha kazanma, BOP’un Doğu Afrika ayağını sağlam kılma amacıyla mı? Belki de sadece barışı sağlamak için, olamaz mı?!

Dumanı hala tüten Balkanları da unutmamak gerek. Bugün Kosova, pimi çekilmeye hazırlanan bir el bombası gibi. “Kosova’ya bağımsızlık” sloganının yaratıcısı ve finansörü ise yine ABD. Neden? Kosova halkının “özgürlük” ve “bağımsızlığı” için mi; yoksa Avrupa’da, yükselişteki Rusya’ya karşı yeni bir üs elde etmek adına mı? Bu arada, bölgedeki etnik unsurlar (özellikle de Arnavutlar) çokkültürcü politikalarla neden harekete geçirilmeye çalışılıyor, barış için mi?

Bunlar yalnızca birkaç örnek; Irak, Afganistan, Lübnan, Filistin ve Afrika… Sayılan tüm bu bölgelerde, kültür politikaları ile çokuluslu enerji ve silah şirketlerinin isteği doğrultusunda, çatışmalar ve etnik savaşlar hüküm sürüyor. Şangay İşbirliği Örgütü’nün (ŞİÖ), ekonomik yönü yanında askeri bir kimliğe bürünmeye başladığı, ileride iklim değişiklikleri ve suyun da savaş nedenleri arasında ilk sıralarda yer alacağı düşünülürse, insanoğlunun nasıl bir varoluşsal bir tehlike altında olduğu / olacağı daha açık görülebilir.

Bugün, Kant veya Einstein’ın çabalarının neresindeyiz? Barışı istemek ve sağlamak, insanoğlu için ne kadar mümkün? Şu soruyu sormalıyız belki de: Güneşin doğuşu ile insanın kirli çıkar ilişkileri adına vahşice öldürülmesi arasında pek bir farkın olmadığı bir ortamda, barışı kalıcı kılmak ne ölçüde mümkün? Bu anlamda, insan şimdilerde çok daha etkin (çoğu zaman örtük) bir bulantı içinde değil mi?

Peki, umut var mı? Elbette var. Ama önce olup bitene ses çıkarmayan herkes, insanı ve insan onurunu yüceltmek için, kendisi ve hapsolduğu kokuşmuş çıkar ilişkileri ve bu ilişkiler nedeniyle günümüzün barbarlarına verdiği koşulsuz desteğin yol açtığı sonuçlarla yüzleşmeli. Bulantıyı aşmanın ilk adımı bu…

Hiç yorum yok: