KAFKASLARIN SATRANÇ TAHTASI -I
ALİ BULUNMAZ
ABD’nin günden güne ısıttığı İran’la çatışma ihtimali ve bu bağlamda İran Devrim Muhafızları’nı terör örgütü ilan etmesi ile İsrail’in, Suriye’nin kuzeyini bombalaması, gerilimin gözden kaçırılmaması gereken göstergeleri.
Bununla birlikte, Kafkaslarda, İran’ın da içinde bulunduğu karmaşık ilişkiler ağı, stratejik açılımlar açısından önem taşıyor. Olası bir İran harekâtında Azerbaycan’ı kullanmak isteyen ABD’nin hamlesine, İran cumhurbaşkanı Ahmedinecad karşılık vermekte gecikmemesi, varolan ilişkilerin açığa çıkaran bir örnekti.
Bilindiği üzere Hazar Denizi, İran-Azerbaycan ve bu bölgede 1994’ten bu yana faaliyet gösteren çokuluslu şirketler için stratejik öneme sahip bir alan. Sözü geçen tarihte Azerbaycan’ın çokuluslu petrol şirketleriyle imzaladığı anlaşmalar, İran ile arasında gerilim yaratmış; hatta İran 2001’de Hazar’da çalışan şirketlere küçük çaplı bir saldırı düzenlemişti. Bu ilişkilerden rahatsız olan ve Azerbaycan’ın Hazar’ı Batı’ya açtığını savunan İran, aynı zamanda Azerbaycan-ABD-İsrail ilişkilerine de açıkça tavır almış durumdadır.
ABD ile Azerbaycan arasında, Azeri Ordusunun Hazar’daki Donanmasının eğitimi ve işbirliği ile ilgili bir anlaşma da imzalanmıştır. Bunun yanında ABD, Azeri Donanmasındaki gemilerin yenileştirilmesine dönük destek sağlamaktadır. ABD, İran’a yapmayı planladığı harekat için, Azerbaycan üslerini kullanma niyetini yakın tarihte açıklamıştı. İran da, böyle bir durumda Azerbaycan’da bombalanacak tesislerin listelerini basın aracılığıyla kamuoyuna duyurmuştu.
Tüm bu gelişmelerin ardından 21-22 ağustos’ta İran cumhurbaşkanı Ahmedinecad, Azerbaycan’a resmi bir ziyarette bulundu. Temel konuların Orta Asya doğalgazının İran üzerinden Azerbaycan’a taşınması, İran’ın BTC’ye (Bakü-Tiflis-Ceyhan) katılması ve İran-ABD krizi ile Azerbaycan’ın bu konudaki tutumu olan ziyarette, konuşulan en önemli madde Gebele Üssü ile ilgili ABD-Rusya-Azerbaycan görüşmelerinin içeriği idi.
Rusya, Gebele Üssü’nü ABD ve Azerbaycan arasında ortak kullanım için önermiş ve İran da bunu yakından izlemeye almıştır. Rusya’nın Gebele’yi önermesinin baş nedeni, ABD’nin İran tarafından fırlatılacak füzeleri kontrol etmek adına Doğu Avrupa’ya hava savunma sistemi kurmaya çalışmasıdır. Rusya bunun yerine, Gebele’yi alternatif olarak göstermiş ve İran da bu üs ile ilgili muhatabının Rusya veya ABD değil, Azerbaycan olduğunu vurgulamıştır.
İşte Azerbaycan, Haydar Aliyev döneminden beri izlenen “denge politikası”ndan bu noktada da vazgeçmemiş ve ABD’nin olası bir İran operasyonunda Azerbaycan’ın askeri bir üs biçiminde kullanılmasına izin verilmeyeceğini resmi ağızlardan duyurmuştur.
Ancak ABD’nin askeri anlamda olmasa bile, istihbarat bağlamında Azerbaycan topraklarını kullanacağı endişesi, İran için henüz yatışmış değildir. Bununla beraber ABD’nin, örtük olarak İran Azerilerini, Ahmedinecad yönetimine karşı hareketlendirdiği ve onlara maddi destek sağladığına dönük (henüz kanıtlanmamış) iddialar da mevcuttur. İran ise gelişmeleri dikkatle izlemekle ve stratejisini bunlara göre şekillendirmeye çalışmaktadır.
26 Eylül 2007 Çarşamba
24 Eylül 2007 Pazartesi
ABD’NİN YAKITI: TERÖR VE SAVAŞ
ALİ BULUNMAZ
Leyla Tavşanoğlu’nun Küba’nın Ankara Büyükelçisi Ernosto Gomez Abascal ile yaptığı ve 16 Eylül günü Cumhuriyet’te yayımlanan söyleşi, Abascal’ın belirlemeleri açısından çok önemliydi.
Abascal “ABD’nin terörizme savaş açtığını ama diğer taraftan teröristleri koruduğunu, (örneğin Türkiye’de) teröristlere silah sağladığını” ifade ediyordu. Abascal’a göre “Irak’ta Saddam Hüseyin ile müzakere edilerek sorunlar çözülebilirdi ancak ABD Saddam’ı devirip kurduğu kukla rejimle hem İran ve Suriye’ye karşı bir üs oluşturdu hem de İsrail’in Ortadoğu’daki çıkarlarını korumak için” önemli bir adım attı. Söyleşinin sonunda Abascal, vurucu saptamasını şöyle dile getiriyor: “(ABD) terörizmi kendi hegemonya planına uyan ölümcül bir oyuna dönüştürüyor.”
Bir başka deyişle ABD, terörizmden ve ona karşı “savaştan” besleniyor. 11 Eylül’ün ABD piyasasını, çokuluslu silah şirketlerini olağanüstü derecede hareketlendirişi unutulabilir mi? ABD, Irak’a “kitle imha silahları” gerekçesiyle savaş açıp, BOP’un “ılımlı İslam” gömleğini bir şekilde tüm Ortadoğu’ya giydirme çalışmalarına başlamamış mıydı? Bununla beraber, Irak savaşının rantını sağlayanlar çokuluslu silah, yapı ve petrol şirketleri değil mi? Bu şirketlerin tepesinde, yakın geçmişte ve günümüzde ABD ve İngiltere yönetiminde görev almış / alan kişiler bulunmuyor mu?
Irak’ta ölen 1 milyonu aşkın ve kaybolan 1 milyon kişinin, milyar dolarlar yanında önemi var mı? Şimdi Bush ve neo-con ekibi, tutmayan “demokrasi” mayasının ardından, Ortadoğu’daki yakın müttefiklerini, yine milyar dolarlarca yardımlarla silahlandırıyor. Arap diktatörlüklerini silahlandırarak, hem Irak’taki “istikrarsızlığı” çözmeyi hem de İran’a karşı, İsrail ve kendisinin varlığı ile çıkarlarını korumayı amaçlıyor.
Tüm bunların yanında Bush başkan, geçtiğimiz haftalarda ABD kamuoyundaki eleştirileri hafifletmek için, Irak’tan 130 bin asker çekeceğini duyurdu. Kimi yorumcuların bunu “Bush’un Ortadoğu stratejisi / vizyonu değişiyor” şeklinde duyurmaları ise hiç şaşırtıcı değil. Ama şu sorulmalı: “Ilımlı” diye nitelenen Arap müttefiklerine 30 milyar dolarlık silah satan, Irak’ta yeni ve kalıcı üsler inşa eden, silah şirketlerini Ortadoğu bağlamında enikonu zenginleştiren ve Irak’ı üç parçaya bölmeyi ve böylece bölgedeki petrole böl-çatıştır-yönet mantığıyla daha rahat el koymayı hedefleyen ABD’nin Ortadoğu stratejisinde ne / neler değişti? Irak’tan göstermelik 130 bin asker çekme “girişimi” değişiklik midir?
ABD’nin 130 bin askeri çekme kararı başka nelere işaret ediyor?
22 Temmuz seçimlerinin ardından, AKP hükümetine övgüler yağdıran ABD’de, Dışişleri Bakan Yardımcısı Nicholas Burns, geçen haftalarda Erdoğan ve Gül için “güvenilirler ve bize verdikleri sözleri tuttular” demedi mi? Peki, ABD 1 Mart tezkeresini unuttu mu? Elbette hayır. Zaten eski Savunma Bakanı Donald Rumsfeld bunu açıkça dile getirdi. O halde Burns’ün sözleri ne anlama geliyor?
Burns’ün ifadeleri Irak’tan çekilecek 130 bin asker için, Türkiye’den yeni bir tezkere istenmesi halinde, yetki verilmesi konusunda herhangi bir sorun yaşanmaması adına uyarı şeklinde algılanabilir mi? Neden olmasın!
ABD’nin Ortadoğu stratejisi / vizyonu, buradan bakıldığında geçmişe göre bir farklılık gösteriyor mu? Ekonomik çıkarlar için insanları katletmek, emperyalizm ve terörizmle çokuluslu şirketleri zenginleştirmek… O halde Ortadoğu cephesinde bir değişen bir şey yok. Bunu, ABD’nin eski Merkez Bankası Başkanı Alain Greespan “Irak’a petrol için girdik” sözleri doğrulamıyor mu?
ALİ BULUNMAZ
Leyla Tavşanoğlu’nun Küba’nın Ankara Büyükelçisi Ernosto Gomez Abascal ile yaptığı ve 16 Eylül günü Cumhuriyet’te yayımlanan söyleşi, Abascal’ın belirlemeleri açısından çok önemliydi.
Abascal “ABD’nin terörizme savaş açtığını ama diğer taraftan teröristleri koruduğunu, (örneğin Türkiye’de) teröristlere silah sağladığını” ifade ediyordu. Abascal’a göre “Irak’ta Saddam Hüseyin ile müzakere edilerek sorunlar çözülebilirdi ancak ABD Saddam’ı devirip kurduğu kukla rejimle hem İran ve Suriye’ye karşı bir üs oluşturdu hem de İsrail’in Ortadoğu’daki çıkarlarını korumak için” önemli bir adım attı. Söyleşinin sonunda Abascal, vurucu saptamasını şöyle dile getiriyor: “(ABD) terörizmi kendi hegemonya planına uyan ölümcül bir oyuna dönüştürüyor.”
Bir başka deyişle ABD, terörizmden ve ona karşı “savaştan” besleniyor. 11 Eylül’ün ABD piyasasını, çokuluslu silah şirketlerini olağanüstü derecede hareketlendirişi unutulabilir mi? ABD, Irak’a “kitle imha silahları” gerekçesiyle savaş açıp, BOP’un “ılımlı İslam” gömleğini bir şekilde tüm Ortadoğu’ya giydirme çalışmalarına başlamamış mıydı? Bununla beraber, Irak savaşının rantını sağlayanlar çokuluslu silah, yapı ve petrol şirketleri değil mi? Bu şirketlerin tepesinde, yakın geçmişte ve günümüzde ABD ve İngiltere yönetiminde görev almış / alan kişiler bulunmuyor mu?
Irak’ta ölen 1 milyonu aşkın ve kaybolan 1 milyon kişinin, milyar dolarlar yanında önemi var mı? Şimdi Bush ve neo-con ekibi, tutmayan “demokrasi” mayasının ardından, Ortadoğu’daki yakın müttefiklerini, yine milyar dolarlarca yardımlarla silahlandırıyor. Arap diktatörlüklerini silahlandırarak, hem Irak’taki “istikrarsızlığı” çözmeyi hem de İran’a karşı, İsrail ve kendisinin varlığı ile çıkarlarını korumayı amaçlıyor.
Tüm bunların yanında Bush başkan, geçtiğimiz haftalarda ABD kamuoyundaki eleştirileri hafifletmek için, Irak’tan 130 bin asker çekeceğini duyurdu. Kimi yorumcuların bunu “Bush’un Ortadoğu stratejisi / vizyonu değişiyor” şeklinde duyurmaları ise hiç şaşırtıcı değil. Ama şu sorulmalı: “Ilımlı” diye nitelenen Arap müttefiklerine 30 milyar dolarlık silah satan, Irak’ta yeni ve kalıcı üsler inşa eden, silah şirketlerini Ortadoğu bağlamında enikonu zenginleştiren ve Irak’ı üç parçaya bölmeyi ve böylece bölgedeki petrole böl-çatıştır-yönet mantığıyla daha rahat el koymayı hedefleyen ABD’nin Ortadoğu stratejisinde ne / neler değişti? Irak’tan göstermelik 130 bin asker çekme “girişimi” değişiklik midir?
ABD’nin 130 bin askeri çekme kararı başka nelere işaret ediyor?
22 Temmuz seçimlerinin ardından, AKP hükümetine övgüler yağdıran ABD’de, Dışişleri Bakan Yardımcısı Nicholas Burns, geçen haftalarda Erdoğan ve Gül için “güvenilirler ve bize verdikleri sözleri tuttular” demedi mi? Peki, ABD 1 Mart tezkeresini unuttu mu? Elbette hayır. Zaten eski Savunma Bakanı Donald Rumsfeld bunu açıkça dile getirdi. O halde Burns’ün sözleri ne anlama geliyor?
Burns’ün ifadeleri Irak’tan çekilecek 130 bin asker için, Türkiye’den yeni bir tezkere istenmesi halinde, yetki verilmesi konusunda herhangi bir sorun yaşanmaması adına uyarı şeklinde algılanabilir mi? Neden olmasın!
ABD’nin Ortadoğu stratejisi / vizyonu, buradan bakıldığında geçmişe göre bir farklılık gösteriyor mu? Ekonomik çıkarlar için insanları katletmek, emperyalizm ve terörizmle çokuluslu şirketleri zenginleştirmek… O halde Ortadoğu cephesinde bir değişen bir şey yok. Bunu, ABD’nin eski Merkez Bankası Başkanı Alain Greespan “Irak’a petrol için girdik” sözleri doğrulamıyor mu?
20 Eylül 2007 Perşembe
TUTARSIZLIK…
ALİ BULUNMAZ
Artık kartlar açık oynanıyor. Rektörler Komitesi toplandı ve üniversitede sıkmabaşı serbest bırakacak “sivil anayasa” taslağı ile ilgili görüş bildirdi. Üniversiteler sivil toplumun bir parçası değil mi? Rektörler, sivil toplumun önde gelenlerinden değil mi?
Eğer öyle kabul ediliyorsa, elbette görüş ve kaygılarını dile getirecek. Erdoğan ve ona yakın gazetecilerin dilinden düşürmediği “ifade özgürlüğü”, bunu gerektirmez mi? Ama yok, bu içselleştirilememişse “rektörler işine baksın” sözü dökülür ağızlardan. İşte tutarsızlık burada başlıyor.
Birincisi, hazırlanan “sivil anayasa” taslağı, neden gizli saklı tutuluyor veya iktidarın muhaliflerinin de katılımı sağlanmıyor? “Sivil” demek, toplum ve o toplumun önderleri demektir bir yerde. Peki, taslak neden gizleniyor ve zaman zaman onun belli bölümleri basına sızdırılıyor? Tepki ölçülmeye mi çalışılıyor yoksa zaten bulanmış zihinlere, iktidarın kavram ve görüşleri iyiden iyiye aşılanmaya mı çabalanıyor?
İkincisi, Erdoğan “rektörler işine baksın” cümlesine, “eğer anayasa yapma yetkisi rektörlere aitse o zaman zaten TBMM’nin varlığının hiçbir anlamı yoktur” belirlemesini ekliyor. İyi de, meclisteki diğer partilerin “sivil anayasa” çalışmaları doğrultusunda görüşleri alındı mı? Bir de, anayasa taslağı neden bilim insanlarına hazırlatılıyor? Üstelik AKP’nin sipariş ettiği açık seçik ortada olan taslak konusunda, hükümet yetkilileri çıkıp “biz bilim insanlarına baskı yapmıyoruz, yönlendirmelerde bulunmuyoruz” diyor?
Demek ki, iktidarın siparişine ses çıkarmayan ve yanlışları “doğru” haline getiren “bilim”, bilim kabul edilecek. “Ötekiler” ise işine bakacak!
Hem Gül hem de Erdoğan, sıkmabaşı “başörtüsü” olarak adlandırıp, “bireysel özgürlük” biçiminde ifade ediyor. Ama gazeteciler, sıkmabaş ile anayasa taslağı kelimelerini bir arada kullanınca Erdoğan, birden celalleniyor; özgürlüğü, demokrasiyi ve ifade özgürlüğünü geri plana itiyor. Dolayısıyla tutarsızlıklar birbirini izliyor…
ALİ BULUNMAZ
Artık kartlar açık oynanıyor. Rektörler Komitesi toplandı ve üniversitede sıkmabaşı serbest bırakacak “sivil anayasa” taslağı ile ilgili görüş bildirdi. Üniversiteler sivil toplumun bir parçası değil mi? Rektörler, sivil toplumun önde gelenlerinden değil mi?
Eğer öyle kabul ediliyorsa, elbette görüş ve kaygılarını dile getirecek. Erdoğan ve ona yakın gazetecilerin dilinden düşürmediği “ifade özgürlüğü”, bunu gerektirmez mi? Ama yok, bu içselleştirilememişse “rektörler işine baksın” sözü dökülür ağızlardan. İşte tutarsızlık burada başlıyor.
Birincisi, hazırlanan “sivil anayasa” taslağı, neden gizli saklı tutuluyor veya iktidarın muhaliflerinin de katılımı sağlanmıyor? “Sivil” demek, toplum ve o toplumun önderleri demektir bir yerde. Peki, taslak neden gizleniyor ve zaman zaman onun belli bölümleri basına sızdırılıyor? Tepki ölçülmeye mi çalışılıyor yoksa zaten bulanmış zihinlere, iktidarın kavram ve görüşleri iyiden iyiye aşılanmaya mı çabalanıyor?
İkincisi, Erdoğan “rektörler işine baksın” cümlesine, “eğer anayasa yapma yetkisi rektörlere aitse o zaman zaten TBMM’nin varlığının hiçbir anlamı yoktur” belirlemesini ekliyor. İyi de, meclisteki diğer partilerin “sivil anayasa” çalışmaları doğrultusunda görüşleri alındı mı? Bir de, anayasa taslağı neden bilim insanlarına hazırlatılıyor? Üstelik AKP’nin sipariş ettiği açık seçik ortada olan taslak konusunda, hükümet yetkilileri çıkıp “biz bilim insanlarına baskı yapmıyoruz, yönlendirmelerde bulunmuyoruz” diyor?
Demek ki, iktidarın siparişine ses çıkarmayan ve yanlışları “doğru” haline getiren “bilim”, bilim kabul edilecek. “Ötekiler” ise işine bakacak!
Hem Gül hem de Erdoğan, sıkmabaşı “başörtüsü” olarak adlandırıp, “bireysel özgürlük” biçiminde ifade ediyor. Ama gazeteciler, sıkmabaş ile anayasa taslağı kelimelerini bir arada kullanınca Erdoğan, birden celalleniyor; özgürlüğü, demokrasiyi ve ifade özgürlüğünü geri plana itiyor. Dolayısıyla tutarsızlıklar birbirini izliyor…
“TAHRİK”, “SUÇ” VE ADALET…
ALİ BULUNMAZ
Hukukun idesi adalettir. Bir başka söyleyişle hukuk, adaletin sağlanmasının; ondan da önce, adaleti istemenin ilk adımıdır. Adil olmak demek, belirli bir düzeni ve bu düzeni meydana getiren koşulları istemektir her şeyden önce. Burada da karşımıza hak kavramı, daha özelleştirecek olursak insan hakları diye ifade edilen haklar bütünü çıkmaktadır. En temel hak ise, yaşama hakkıdır. İşte adaleti ide haline getiren hukukun, koruyup kollaması gereken başlıca hak da budur. Bu hakkın yok edilmesi durumunda, sözü geçen ve istenen düzen (düzeni oluşturan ilkeler bütününü sağlayan hukuk) devreye girer.
Geçtiğimiz günlerde, hukukçular ve hukuk felsefesi uzmanlarının dikkatle incelemesi elzem olan bir yargı kararı ile karşılaştı Türkiye.
İzmir’de eşini kablo ile boğduktan sonra, cesedini buzdolabında saklayan kocaya ilkin ağırlaştırılmış ömür boyu, ardından “tahrik” gerekçesiyle 24 yıl ve en sonunda sanığın iyi halinden dolayı 20 yıl hapis cezası verildi.
Aslında “ilginç” ve acı olan, konunun “tahrik” boyutu. Çantasında kullanılmış doğum kontrol hapları bulması ve eşinin piercing yaptırması, kocanın suçu “tahrik” altında işlediğine kanaat getirilmesi için yeterli görüldü.
“Tahrik” unsurlarından doğum kontrol hapı, mahkemeye sanığın avukatı tarafından, eşinin müvekkilini aldattığına dair bir “kanıt” olarak sunuldu. Peki, doğum kontrol hapları, aldatmayı kanıtlıyor mu? Piercing, “tahrik” unsuru ve bir insanı öldürme nedeni olabilir mi? Hepsinden öte bir insan, gerekçesi ne olursa olsun, bir başka insanın yaşam hakkını elinden alma “hakkını” nereden buluyor?
Demek ki, çantasında doğum kontrol hapı bulan / bulacak ve taktığı takı ile giydiği giysiden kendince sonuçlar çıkaran / çıkaracak herkes, eşini öldürme “hakkına” sahip olabilir. Savunmayı yapan avukatın ve kararı veren hakimin mantığına göre bu, böyle.
Bıkmadan usanmadan tekrarlamakta fayda var: Yasalar değişebilir, geçerliliği kalmayan veya günün gereklerini karşılamayan kanunlar rafa kaldırılabilir; ama onu / onları yorumlayıp uygulayacaklar, bir noktadan sonra önem kazanır. Bir başka deyişle, sözü geçen olayın ardından getirilen yorum, “tahrik-suç” bağıntısı ve verilen karar, tam anlamıyla bir zihniyet sorununa atıf yapıyor.
Yaşamın ve yaşam hakkının başat kılınması, uygulayanların hukukun ideleştirdiği adaleti göz ardı etmemesine ve oluşturulan yasaların kimi ön kabul ya da bilinçaltı yönlenmelerle yorumlanmaması ile ilintilidir. Aksi halde, verilen bu kararın benzerleriyle sürekli karşılaşmamızın yolu açılır…
ALİ BULUNMAZ
Hukukun idesi adalettir. Bir başka söyleyişle hukuk, adaletin sağlanmasının; ondan da önce, adaleti istemenin ilk adımıdır. Adil olmak demek, belirli bir düzeni ve bu düzeni meydana getiren koşulları istemektir her şeyden önce. Burada da karşımıza hak kavramı, daha özelleştirecek olursak insan hakları diye ifade edilen haklar bütünü çıkmaktadır. En temel hak ise, yaşama hakkıdır. İşte adaleti ide haline getiren hukukun, koruyup kollaması gereken başlıca hak da budur. Bu hakkın yok edilmesi durumunda, sözü geçen ve istenen düzen (düzeni oluşturan ilkeler bütününü sağlayan hukuk) devreye girer.
Geçtiğimiz günlerde, hukukçular ve hukuk felsefesi uzmanlarının dikkatle incelemesi elzem olan bir yargı kararı ile karşılaştı Türkiye.
İzmir’de eşini kablo ile boğduktan sonra, cesedini buzdolabında saklayan kocaya ilkin ağırlaştırılmış ömür boyu, ardından “tahrik” gerekçesiyle 24 yıl ve en sonunda sanığın iyi halinden dolayı 20 yıl hapis cezası verildi.
Aslında “ilginç” ve acı olan, konunun “tahrik” boyutu. Çantasında kullanılmış doğum kontrol hapları bulması ve eşinin piercing yaptırması, kocanın suçu “tahrik” altında işlediğine kanaat getirilmesi için yeterli görüldü.
“Tahrik” unsurlarından doğum kontrol hapı, mahkemeye sanığın avukatı tarafından, eşinin müvekkilini aldattığına dair bir “kanıt” olarak sunuldu. Peki, doğum kontrol hapları, aldatmayı kanıtlıyor mu? Piercing, “tahrik” unsuru ve bir insanı öldürme nedeni olabilir mi? Hepsinden öte bir insan, gerekçesi ne olursa olsun, bir başka insanın yaşam hakkını elinden alma “hakkını” nereden buluyor?
Demek ki, çantasında doğum kontrol hapı bulan / bulacak ve taktığı takı ile giydiği giysiden kendince sonuçlar çıkaran / çıkaracak herkes, eşini öldürme “hakkına” sahip olabilir. Savunmayı yapan avukatın ve kararı veren hakimin mantığına göre bu, böyle.
Bıkmadan usanmadan tekrarlamakta fayda var: Yasalar değişebilir, geçerliliği kalmayan veya günün gereklerini karşılamayan kanunlar rafa kaldırılabilir; ama onu / onları yorumlayıp uygulayacaklar, bir noktadan sonra önem kazanır. Bir başka deyişle, sözü geçen olayın ardından getirilen yorum, “tahrik-suç” bağıntısı ve verilen karar, tam anlamıyla bir zihniyet sorununa atıf yapıyor.
Yaşamın ve yaşam hakkının başat kılınması, uygulayanların hukukun ideleştirdiği adaleti göz ardı etmemesine ve oluşturulan yasaların kimi ön kabul ya da bilinçaltı yönlenmelerle yorumlanmaması ile ilintilidir. Aksi halde, verilen bu kararın benzerleriyle sürekli karşılaşmamızın yolu açılır…
17 Eylül 2007 Pazartesi
SORGULAYICI BİLİNÇ…
ALİ BULUNMAZ
Hikmet Çetinkaya, Cumhuriyet’te 15 Eylül günkü yazısında “tarikat kültürü”nün yaygınlaştığına; toplumun bununla yönlendirildiğine dikkat çekiyordu. “Tarikat kültürü”nün temeli “biat”tır. “Tarikat kültürü”, bir anlamda biat kültürüdür. Burada esas olan kulluktur; sözden çıkmama ve “etkin” ve “yetkinlerin” her söylediğini koşulsuz kabul etmedir. Üstelik, biatı yaşam biçimi haline getirmektir.
Akıl örselenmiş, sorgulama ve bilinç yok edilmiştir. İnanmak, bilmenin yerine geçmiştir. Sorgulayıcı bilince zincir vurulunca, geriye kör inanç kalır. Nedenler, nasıllar da böylelikle kaybolur gider. Soru ise kuşku ile eş anlamlı hale gelir. Tarikat veya biat kültürü ile yetişenler ve bu kültürün yaygınlaştırılmasıyla, insanlar sorup soruşturmadan uzaklaşır ve sadece inanır. Bunun sonuçları nedir?
Örneğin “sivil anayasa”nın neden gözlerden ırak, toplu Cuma namazları sonrası kampvari yerlerde şekillendiği ve taslağa en son halini başbakanın vereceği sorgulanmaz. Bunun yanında “anayasada Kemalizm olmamalıdır; Kemalizm ideoloji değil, bölgesel bir düşünce sistemidir” ya da “her siyasi parti, bütün Atatürk ilkelerini benimseyerek siyaset yapmak zorunda değil” sözlerinin arkasındaki anlam da, devre dışı kalan sorgulayıcı bilinç olmadan anlaşılmaz.
Yine sıkmabaşın ne gibi bir özgürlük sunduğu tartışılmaz ve bir belediye başkanının cumhurbaşkanı Gül’ün yollarına, bölgesindeki açlık ve sefalete rağmen neden 23 bin gül döktüğü es geçilir. Bir öğretmenin, milletvekillerinin önünde diz çöküp “sorunları onlarla yakından paylaşması” ise geçiştirilir.
ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı Nicholas Burns’ün, Erdoğan ve Gül için “güvenilir isimler, bize verdikleri sözleri tuttular” ve “Türk siyasi hayatına müdahale etmek ABD’nin işi değil; bizim Türk hükümetine ve demokrasisine inancımız tam” ifadelerinin neyi amaçladığı önemsenmez.
Ramazan ayında harem-selamlık iftar çadırı kuruluşu, orada bulunan insanlara ayrımcılık yapılması ve gösteriş de göz ardı edilir.
Erdoğan’ın kendisini eleştiren yazar, çizer ve aydınlara yapmadığını bırakmaması sonrasında, “aydınlar seslerini yükseltmeli, eleştiriler ortaya koymalı ve cesaretli olmalı” deyişi yalnızca dinlenir veya “medya büyüklerince” atlanır. 301. madde kaldırılsın diye içeride dışarıda propaganda yapanlar ile “Türkiye’de ‘ılımlı’ İslamcılar demokrasiye laiklik yanlılarından daha saygılı” diyen Nobel Ödüllü Orhan Pamuk, Kanaltürk’e yayın durdurma cezası verilmesi karşısında “demokrasi” adına tek kelam etmez.
***
Şimdilerde “darbe korkusu” temalı yazılar döktüren; Atatürkçüleri “faşist-militarist” diye fişleyen ve dinciliğe “demokrasi” adını vermekle meşgul olan ikinci cumhuriyetçiler, kendilerini palazlandıran ve sorgulayıcı bilinci yok eden tarikat-biat kültürünü egemen kılanlara yatıp kalkıp teşekkür etmeli.
Yeri gelmişken Kenan Evren, kendisiyle yapılan ve 11 Eylül’de Milliyet’te yayımlanan söyleşisinin sonunda bir saptamada bulunuyor: “Türkiye’de çok büyük gerilim var. Her sahada ülkelerle yarış yapıyoruz, yılgınlığa düşmeyelim. Yeter ki Türkiye’yi gerici bir gücün pençesine vermesinler.”
Sorgulayıcı bilinç egemen olsaydı, herkes şunu / şunları sorardı: 12 Eylül ortamında, Fethullah Gülen ile yakın ilişkiler kurup, tarikatları ve onların kültürü ile yaşam biçimini geçer akçeye dönüştüren Kenan Evren için gerici kimdir? Sorgulayıcı bilinci ve gerçek aydınları işkenceden geçiren, fişleyen ve idam eden cuntanın başı; “bizim çocukların” kaptanı Kenan Evren için gerici kimdir?
Ama günümüzde bu soruları soran sorgulayıcı bilinçler, “faşist”, “darbeci” ve "köhne düzenin” temsilcisi, öyle değil mi?!..
ALİ BULUNMAZ
Hikmet Çetinkaya, Cumhuriyet’te 15 Eylül günkü yazısında “tarikat kültürü”nün yaygınlaştığına; toplumun bununla yönlendirildiğine dikkat çekiyordu. “Tarikat kültürü”nün temeli “biat”tır. “Tarikat kültürü”, bir anlamda biat kültürüdür. Burada esas olan kulluktur; sözden çıkmama ve “etkin” ve “yetkinlerin” her söylediğini koşulsuz kabul etmedir. Üstelik, biatı yaşam biçimi haline getirmektir.
Akıl örselenmiş, sorgulama ve bilinç yok edilmiştir. İnanmak, bilmenin yerine geçmiştir. Sorgulayıcı bilince zincir vurulunca, geriye kör inanç kalır. Nedenler, nasıllar da böylelikle kaybolur gider. Soru ise kuşku ile eş anlamlı hale gelir. Tarikat veya biat kültürü ile yetişenler ve bu kültürün yaygınlaştırılmasıyla, insanlar sorup soruşturmadan uzaklaşır ve sadece inanır. Bunun sonuçları nedir?
Örneğin “sivil anayasa”nın neden gözlerden ırak, toplu Cuma namazları sonrası kampvari yerlerde şekillendiği ve taslağa en son halini başbakanın vereceği sorgulanmaz. Bunun yanında “anayasada Kemalizm olmamalıdır; Kemalizm ideoloji değil, bölgesel bir düşünce sistemidir” ya da “her siyasi parti, bütün Atatürk ilkelerini benimseyerek siyaset yapmak zorunda değil” sözlerinin arkasındaki anlam da, devre dışı kalan sorgulayıcı bilinç olmadan anlaşılmaz.
Yine sıkmabaşın ne gibi bir özgürlük sunduğu tartışılmaz ve bir belediye başkanının cumhurbaşkanı Gül’ün yollarına, bölgesindeki açlık ve sefalete rağmen neden 23 bin gül döktüğü es geçilir. Bir öğretmenin, milletvekillerinin önünde diz çöküp “sorunları onlarla yakından paylaşması” ise geçiştirilir.
ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı Nicholas Burns’ün, Erdoğan ve Gül için “güvenilir isimler, bize verdikleri sözleri tuttular” ve “Türk siyasi hayatına müdahale etmek ABD’nin işi değil; bizim Türk hükümetine ve demokrasisine inancımız tam” ifadelerinin neyi amaçladığı önemsenmez.
Ramazan ayında harem-selamlık iftar çadırı kuruluşu, orada bulunan insanlara ayrımcılık yapılması ve gösteriş de göz ardı edilir.
Erdoğan’ın kendisini eleştiren yazar, çizer ve aydınlara yapmadığını bırakmaması sonrasında, “aydınlar seslerini yükseltmeli, eleştiriler ortaya koymalı ve cesaretli olmalı” deyişi yalnızca dinlenir veya “medya büyüklerince” atlanır. 301. madde kaldırılsın diye içeride dışarıda propaganda yapanlar ile “Türkiye’de ‘ılımlı’ İslamcılar demokrasiye laiklik yanlılarından daha saygılı” diyen Nobel Ödüllü Orhan Pamuk, Kanaltürk’e yayın durdurma cezası verilmesi karşısında “demokrasi” adına tek kelam etmez.
***
Şimdilerde “darbe korkusu” temalı yazılar döktüren; Atatürkçüleri “faşist-militarist” diye fişleyen ve dinciliğe “demokrasi” adını vermekle meşgul olan ikinci cumhuriyetçiler, kendilerini palazlandıran ve sorgulayıcı bilinci yok eden tarikat-biat kültürünü egemen kılanlara yatıp kalkıp teşekkür etmeli.
Yeri gelmişken Kenan Evren, kendisiyle yapılan ve 11 Eylül’de Milliyet’te yayımlanan söyleşisinin sonunda bir saptamada bulunuyor: “Türkiye’de çok büyük gerilim var. Her sahada ülkelerle yarış yapıyoruz, yılgınlığa düşmeyelim. Yeter ki Türkiye’yi gerici bir gücün pençesine vermesinler.”
Sorgulayıcı bilinç egemen olsaydı, herkes şunu / şunları sorardı: 12 Eylül ortamında, Fethullah Gülen ile yakın ilişkiler kurup, tarikatları ve onların kültürü ile yaşam biçimini geçer akçeye dönüştüren Kenan Evren için gerici kimdir? Sorgulayıcı bilinci ve gerçek aydınları işkenceden geçiren, fişleyen ve idam eden cuntanın başı; “bizim çocukların” kaptanı Kenan Evren için gerici kimdir?
Ama günümüzde bu soruları soran sorgulayıcı bilinçler, “faşist”, “darbeci” ve "köhne düzenin” temsilcisi, öyle değil mi?!..
11 Eylül 2007 Salı
“MÜSTERİH OLALIM”…
ALİ BULUNMAZ
Korkanlar, bütün kaygı ve endişelerini gönül rahatlığıyla bir kenara bırakabilir.
Çünkü bir “medya büyüğümüz” yazısında, “rejim tehlikesi yoktur, iktidar partisi yalnızca sayısal çoğunluğunun gereğini yerine getirmektedir; bu da gayet doğaldır” buyurdu. Bu bağlamda “herkes müsterih olmalıdır” dedi. Peki, sahaya indiğimizde durum nedir?
Aslında sözü geçen “büyüğümüzün” şablonuyla düşünürsek “namaz molası” veren / verdirilen “helal” otobüsler de yadırganmamalı! Çünkü aracı cami önüne çektirip namaz kılmak için tüm seferi aksatmanın “muhafazakâr demokrasimiz” açısından nasıl bir sakıncası olabilir ki?
Aynı şekilde şehir meydanına konulan bir heykelden çeşitli fanteziler üretip, bilinçaltını harekete geçirdikten sonra “bu heykel, ahlaka ve aile değerlerine zarar veriyor” demek faydalıdır! Hızını alamayıp “taşlarlar, yıkarlar” diye uyarmak ve “uyandırmak” da son derece “olumludur”! Çiçeği burnunda “muhafazakâr sosyal demokrat” kültür bakanı, “sanatta özgürlükten yanayım ama etik de korunmalı” biçimindeki desteğiyle, müstehcen heykelin mahkûm edilmesine yönelik bir fetva vermiştir bile.
Diğerleri, örneğin üniversiteye yeni kayıt yaptıran öğrencileri kapma yarışına giren ve Kuran dağıtıp “gönül çelen” cemaat ve tarikat yurtlarındaki müritler; milletvekillerinin önünde diz çöken ve cemaat hiyerarşisine uygun davranan öğretmen ile Paris’in göbeğinde UNESCO binasında sandalyeye bağdaş kurup oturanlar da önemsizdir; hatta “doğal” ve “bizdendir”, zenginliğimizdir.
Korkular, kuşkular ve “hezeyanlar” yersizdir. Ne de olsa Türkiye yıllarca bunlarla yönetilmiştir. Şimdi devir istikrar, “muhafazakâr demokrasi” (yandaş demokrasisi), dinci oligarşi ve "özgürlük" (biat) devridir. “Müsterih olmak” ve alışmaya çalışmak lazımdır…
ALİ BULUNMAZ
Korkanlar, bütün kaygı ve endişelerini gönül rahatlığıyla bir kenara bırakabilir.
Çünkü bir “medya büyüğümüz” yazısında, “rejim tehlikesi yoktur, iktidar partisi yalnızca sayısal çoğunluğunun gereğini yerine getirmektedir; bu da gayet doğaldır” buyurdu. Bu bağlamda “herkes müsterih olmalıdır” dedi. Peki, sahaya indiğimizde durum nedir?
Aslında sözü geçen “büyüğümüzün” şablonuyla düşünürsek “namaz molası” veren / verdirilen “helal” otobüsler de yadırganmamalı! Çünkü aracı cami önüne çektirip namaz kılmak için tüm seferi aksatmanın “muhafazakâr demokrasimiz” açısından nasıl bir sakıncası olabilir ki?
Aynı şekilde şehir meydanına konulan bir heykelden çeşitli fanteziler üretip, bilinçaltını harekete geçirdikten sonra “bu heykel, ahlaka ve aile değerlerine zarar veriyor” demek faydalıdır! Hızını alamayıp “taşlarlar, yıkarlar” diye uyarmak ve “uyandırmak” da son derece “olumludur”! Çiçeği burnunda “muhafazakâr sosyal demokrat” kültür bakanı, “sanatta özgürlükten yanayım ama etik de korunmalı” biçimindeki desteğiyle, müstehcen heykelin mahkûm edilmesine yönelik bir fetva vermiştir bile.
Diğerleri, örneğin üniversiteye yeni kayıt yaptıran öğrencileri kapma yarışına giren ve Kuran dağıtıp “gönül çelen” cemaat ve tarikat yurtlarındaki müritler; milletvekillerinin önünde diz çöken ve cemaat hiyerarşisine uygun davranan öğretmen ile Paris’in göbeğinde UNESCO binasında sandalyeye bağdaş kurup oturanlar da önemsizdir; hatta “doğal” ve “bizdendir”, zenginliğimizdir.
Korkular, kuşkular ve “hezeyanlar” yersizdir. Ne de olsa Türkiye yıllarca bunlarla yönetilmiştir. Şimdi devir istikrar, “muhafazakâr demokrasi” (yandaş demokrasisi), dinci oligarşi ve "özgürlük" (biat) devridir. “Müsterih olmak” ve alışmaya çalışmak lazımdır…
2 Eylül 2007 Pazar
BULANTI…
Ali BULUNMAZ
“İnsanlar arasındaki doğal durum bir barış durumu değil, her zaman ilan edilmiş olmasa bile, her an patlayabilecek gibi görünen bir savaş durumudur.”
“Savaş uğruna hiç direnmeksizin göze aldığımız özverileri, barış uğruna da göze almalıyız.”
“Dünya barışı için, umudun ve özgürlüğün bütün dünyaya yayılması gerekmektedir.”
Sondan başlayalım. Yukarıdaki sözlerden üçüncüsü G.W.Bush’a ait, ikinci kez başkan seçildiği 2005 yılında, 20 Ocak günü düzenlenen yemin törenindeki konuşmanın “ana fikri”ydi bu ifade. İkinci söz Albert Einstein’a ait. 1950’lerde, Avrupa’nın o bungun ortamında barış çiçeğinin nasıl açabileceğini, “barış savaşımının” nasıl yapılması gerektiğini belirtiyor. İlki ise Kant’ın. “Sürekli Barış İçin Felsefi Bir Deneme” adlı metninde, barışın sağlanabilirliğini irdeliyor ve bunun için ilkeler ortaya koyuyor. Bu ilkelerden birkaçı, “hiçbir devlet, başka bir devletin anayasasına ya da hükümetine zor kullanarak karışmamalıdır”, güven bunalımı yaratılmamasına yönelik olarak da “düşman ülkesinde suçsuz kimseler öldürülmemeli” ve “düşmanı olunan ülkelerin vatandaşı, kendi devletine karşı ihanete kışkırtılmamalı” şeklinde sıralanabilir. Kant bu metni 1795’te kaleme almış. Şimdi 2007 yılındayız. Bugün dünya ne durumda? Barış bize ne kadar yakın? Daha doğru deyişle ne kadar uzak?
Bugün “özgürlük” ve “demokrasi”den söz açan, ancak bu politikanın işlemediğini görüp, “ılımlı” ve müttefik Arap ülkelerini (İran “tehdidine” karşı) milyarlarca dolarlık harcamayla yeniden silahlandırma ve yine Irak’ı üç “eşit” parçaya bölme tasarısı, Bush ve ekibinin marifeti değil mi? Aynı ABD, İran’daki devrim muhafızlarını olası bir işgal öncesi neyi düşünerek küresel terör örgütü ilan etti? Nükleer gücü nedeniyle (bahanesiyle) İran’ı “şer eksenine” yerleştiren ABD, neden Hindistan veya Pakistan’ı nükleer silahlara sahip olması için cesaretlendiriyor?
Sudan’da yaşanan iç savaşa yıllardır ses çıkarmayan ABD ve BM, neden şimdi bölgeye tarihin en büyük “barış gücünün” gönderilmesine ön ayak oluyor? Sudan’ı boydan boya geçen Nil Nehri için mi, yoksa Sudan’ın en büyük silah ithalatçısı ve en önemli petrol alıcısı Çin ile
sıkı ilişkilerinden dolayı mı? Ya da Kızıldeniz’e açılan bir pencere daha kazanma, BOP’un Doğu Afrika ayağını sağlam kılma amacıyla mı? Belki de sadece barışı sağlamak için, olamaz mı?!
Dumanı hala tüten Balkanları da unutmamak gerek. Bugün Kosova, pimi çekilmeye hazırlanan bir el bombası gibi. “Kosova’ya bağımsızlık” sloganının yaratıcısı ve finansörü ise yine ABD. Neden? Kosova halkının “özgürlük” ve “bağımsızlığı” için mi; yoksa Avrupa’da, yükselişteki Rusya’ya karşı yeni bir üs elde etmek adına mı? Bu arada, bölgedeki etnik unsurlar (özellikle de Arnavutlar) çokkültürcü politikalarla neden harekete geçirilmeye çalışılıyor, barış için mi?
Bunlar yalnızca birkaç örnek; Irak, Afganistan, Lübnan, Filistin ve Afrika… Sayılan tüm bu bölgelerde, kültür politikaları ile çokuluslu enerji ve silah şirketlerinin isteği doğrultusunda, çatışmalar ve etnik savaşlar hüküm sürüyor. Şangay İşbirliği Örgütü’nün (ŞİÖ), ekonomik yönü yanında askeri bir kimliğe bürünmeye başladığı, ileride iklim değişiklikleri ve suyun da savaş nedenleri arasında ilk sıralarda yer alacağı düşünülürse, insanoğlunun nasıl bir varoluşsal bir tehlike altında olduğu / olacağı daha açık görülebilir.
Bugün, Kant veya Einstein’ın çabalarının neresindeyiz? Barışı istemek ve sağlamak, insanoğlu için ne kadar mümkün? Şu soruyu sormalıyız belki de: Güneşin doğuşu ile insanın kirli çıkar ilişkileri adına vahşice öldürülmesi arasında pek bir farkın olmadığı bir ortamda, barışı kalıcı kılmak ne ölçüde mümkün? Bu anlamda, insan şimdilerde çok daha etkin (çoğu zaman örtük) bir bulantı içinde değil mi?
Peki, umut var mı? Elbette var. Ama önce olup bitene ses çıkarmayan herkes, insanı ve insan onurunu yüceltmek için, kendisi ve hapsolduğu kokuşmuş çıkar ilişkileri ve bu ilişkiler nedeniyle günümüzün barbarlarına verdiği koşulsuz desteğin yol açtığı sonuçlarla yüzleşmeli. Bulantıyı aşmanın ilk adımı bu…
Ali BULUNMAZ
“İnsanlar arasındaki doğal durum bir barış durumu değil, her zaman ilan edilmiş olmasa bile, her an patlayabilecek gibi görünen bir savaş durumudur.”
“Savaş uğruna hiç direnmeksizin göze aldığımız özverileri, barış uğruna da göze almalıyız.”
“Dünya barışı için, umudun ve özgürlüğün bütün dünyaya yayılması gerekmektedir.”
Sondan başlayalım. Yukarıdaki sözlerden üçüncüsü G.W.Bush’a ait, ikinci kez başkan seçildiği 2005 yılında, 20 Ocak günü düzenlenen yemin törenindeki konuşmanın “ana fikri”ydi bu ifade. İkinci söz Albert Einstein’a ait. 1950’lerde, Avrupa’nın o bungun ortamında barış çiçeğinin nasıl açabileceğini, “barış savaşımının” nasıl yapılması gerektiğini belirtiyor. İlki ise Kant’ın. “Sürekli Barış İçin Felsefi Bir Deneme” adlı metninde, barışın sağlanabilirliğini irdeliyor ve bunun için ilkeler ortaya koyuyor. Bu ilkelerden birkaçı, “hiçbir devlet, başka bir devletin anayasasına ya da hükümetine zor kullanarak karışmamalıdır”, güven bunalımı yaratılmamasına yönelik olarak da “düşman ülkesinde suçsuz kimseler öldürülmemeli” ve “düşmanı olunan ülkelerin vatandaşı, kendi devletine karşı ihanete kışkırtılmamalı” şeklinde sıralanabilir. Kant bu metni 1795’te kaleme almış. Şimdi 2007 yılındayız. Bugün dünya ne durumda? Barış bize ne kadar yakın? Daha doğru deyişle ne kadar uzak?
Bugün “özgürlük” ve “demokrasi”den söz açan, ancak bu politikanın işlemediğini görüp, “ılımlı” ve müttefik Arap ülkelerini (İran “tehdidine” karşı) milyarlarca dolarlık harcamayla yeniden silahlandırma ve yine Irak’ı üç “eşit” parçaya bölme tasarısı, Bush ve ekibinin marifeti değil mi? Aynı ABD, İran’daki devrim muhafızlarını olası bir işgal öncesi neyi düşünerek küresel terör örgütü ilan etti? Nükleer gücü nedeniyle (bahanesiyle) İran’ı “şer eksenine” yerleştiren ABD, neden Hindistan veya Pakistan’ı nükleer silahlara sahip olması için cesaretlendiriyor?
Sudan’da yaşanan iç savaşa yıllardır ses çıkarmayan ABD ve BM, neden şimdi bölgeye tarihin en büyük “barış gücünün” gönderilmesine ön ayak oluyor? Sudan’ı boydan boya geçen Nil Nehri için mi, yoksa Sudan’ın en büyük silah ithalatçısı ve en önemli petrol alıcısı Çin ile
sıkı ilişkilerinden dolayı mı? Ya da Kızıldeniz’e açılan bir pencere daha kazanma, BOP’un Doğu Afrika ayağını sağlam kılma amacıyla mı? Belki de sadece barışı sağlamak için, olamaz mı?!
Dumanı hala tüten Balkanları da unutmamak gerek. Bugün Kosova, pimi çekilmeye hazırlanan bir el bombası gibi. “Kosova’ya bağımsızlık” sloganının yaratıcısı ve finansörü ise yine ABD. Neden? Kosova halkının “özgürlük” ve “bağımsızlığı” için mi; yoksa Avrupa’da, yükselişteki Rusya’ya karşı yeni bir üs elde etmek adına mı? Bu arada, bölgedeki etnik unsurlar (özellikle de Arnavutlar) çokkültürcü politikalarla neden harekete geçirilmeye çalışılıyor, barış için mi?
Bunlar yalnızca birkaç örnek; Irak, Afganistan, Lübnan, Filistin ve Afrika… Sayılan tüm bu bölgelerde, kültür politikaları ile çokuluslu enerji ve silah şirketlerinin isteği doğrultusunda, çatışmalar ve etnik savaşlar hüküm sürüyor. Şangay İşbirliği Örgütü’nün (ŞİÖ), ekonomik yönü yanında askeri bir kimliğe bürünmeye başladığı, ileride iklim değişiklikleri ve suyun da savaş nedenleri arasında ilk sıralarda yer alacağı düşünülürse, insanoğlunun nasıl bir varoluşsal bir tehlike altında olduğu / olacağı daha açık görülebilir.
Bugün, Kant veya Einstein’ın çabalarının neresindeyiz? Barışı istemek ve sağlamak, insanoğlu için ne kadar mümkün? Şu soruyu sormalıyız belki de: Güneşin doğuşu ile insanın kirli çıkar ilişkileri adına vahşice öldürülmesi arasında pek bir farkın olmadığı bir ortamda, barışı kalıcı kılmak ne ölçüde mümkün? Bu anlamda, insan şimdilerde çok daha etkin (çoğu zaman örtük) bir bulantı içinde değil mi?
Peki, umut var mı? Elbette var. Ama önce olup bitene ses çıkarmayan herkes, insanı ve insan onurunu yüceltmek için, kendisi ve hapsolduğu kokuşmuş çıkar ilişkileri ve bu ilişkiler nedeniyle günümüzün barbarlarına verdiği koşulsuz desteğin yol açtığı sonuçlarla yüzleşmeli. Bulantıyı aşmanın ilk adımı bu…
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)